Gezdim dolaştım da kuytuyu Yad'ı...

29 Ağustos 2012 15:26 / 2314 kez okundu!

 


Dünyaya çıkmaya yol bulamadım, diye sürer.

Yaşar Seyman'ın "Göçmen Kalem"ini okuyorken dilimde hep bu dize.

2012 Haziran, Bilgi yayınevinden çıkan 293 sayfalık, düşüne taşına, örgütlene savaşa, emek deyip emeği baştacı etmeye, geze toza, dayanışa yazılmış, esaslı bir yapıt.

Bir solukta okutuyor kendini, bunda Seyman'ın akıllı fikirli, hem çok düşünüp çözüm arar hem çok ve güzel dile getirir kişiliğinin etkisi var. Coşkulu, rengarenk, en önemli ve ağır konuları kolay anlaşılır, güzel, yanı
sıra düşünmek ve hayal etmek kanatlarıyla havalanarak anlatıyor.

Kitabın basındaki ilk duyurularına aldanıp, göçmen kadın hikayeleri sanmıştım önce.

Hoş, öyle aslında, ama, kurgu değil, birebir aktarım değil, doğal mekanı ve dokusu içinde, o kadının ve emeğin fonundaki kişiler, sahne ve müzik, hatta kokular bile, duyuluyor, okurken. Göçmen olan kalemini telli defterini ve kalbini sırtlamış yollara, bulutlara düşen Seyman'sa, kökten sürme göçmen de kadın... Kapakta etekliği ve dünyaya dipçik gibi kök saldığı bacaklarıyla, hayattan ona sunulduğu kadar, yani yarımıyla yer alan kadın. İki göçmen buluşuyor, biri yürekten dem vuruyor, hayattan ve emekten, diğeri lafı kapıp sayfaya konduruyor, kalemiyle kuyu kazıyor, bu ne güzel ikili, ne hoş şarkı, emeğin şarkısını yazmış Yaşar Seyman, özene bezene...

Ya o emeklerin esas kızı, kadınlar?

Her biri dünyanın bir cenahına, bir kuytusuna, bir hududu ardına saçılmış buğday danesi kadınlar? Kitabı bitirip ah ettiğinizde, ortalık harman yeri...

Hoş, buğday biçilirken orak kadının elinde, sapı kısa, eğilip emek emek biçiyor kadın, geride ağlayan bebe, ateşteki tencere de onun eline bakıyor, sonrasında, yani iş ömrün harmanına geldiğinde, tırpan, hani o sapı uzun biçme şeysi, ezrailin elinde, kadından yana savursam şunu dercesine...

Kadınlar tırpanlanmasın, kadınlar uygarlık ve yaşamak harmanında orağı elinde tutsun, dilediğince tarladan ürün biçsin, demek anafikri üstüne söylenmiş bu kitap.

Her ne kadar, gazete köşe yazısı olmuş, kimileyin sendikal çalışmaların yorum yahut söyleşi yazısıyla zenginleşmiş ise de halk hikayesi söyleyicileri gibi anlatmayı öne almış Seyman, kişiliğinin canlı, kıvrak söyleyişi, içindeki yaşamak tadı ve dünyayı algılayışının yedi rengiyle, bu yüzden de tadına doyulmaz bir anlatı çıkmış ortaya.

66 kısa yazı var kitapta, üstünden uçtuğu ülkeler kentlerine bazen gül, bazen ekmek, bazen baston bırakası gelir Seyman'ın, her kentin gereksindiği farklıdır, yoksul yüzlü kentler hep mutsuz kılar. Kimi kentleri oyunları özetler, Fado'nun başkenti Portekiz, Fado'ya benzer ona göre, ülkenin isyan, coşku, hüznünü yansıttığı için.

Yollara koyulurken, emeğin ve kadının söyleyicisi, savunucusu olmaya soyunurken, niyeti bir taş, bir bakış bir sözle durgun suları, durgun yaşamları dalgalandırmaktır, kendi deyişiyle.

Konuk olduğu ülkelerin kadınlarının seçme seçilme haklarını kazandığı zamanı önemseyip, en başa bunu yazar.

Kimi halk deyişleri, anlatıyı güzelleştirir, varsıllaştırır: 'Yaşadıkça yaşlanmazsınız, yaşamadıkça yaşlanırsınız' misali (Portekiz atasözü, S.19)

Amerika, yemekleri kötü, insanı çok yiyenler ülkesi. Her şey şiddet üzre kurulmuş. San Fransisco'lu sendikacı Delanay, üst kuruluşları AFL-CIO'DAN, disiplinli ve saklı gizli çalışması yüzünden AFL-CIA olarak sözeder. 'Bunlar militan sendikal kadroları güçlü oldukları her ülkede, erittiler. Diğerleri zaten devletle anlaştı. Şimdi sendikaların kötü şanını yıkıp örgüt leyeceğiz diye canımız çıkıor. Bill Clinton'u seviyorum, oy verdim, ama, biliyorum o da beni üzecek. Bizim ABD ekonomisi artık 'number one' falan değil, 'number six' belki.' diye kendini budayıp indirecek kerte açıksözlüdür.

Bir yazarın dediği gibi, 'gökdelenleri gökyüzüne uzanan merdivenler' şehri New York, Seyman'a kalırsa büyücüdür. Oradan vurup geçeriz Çin denen deryaya, herşey vardır, yüz yılın tüm görkemli, önemli şeyleri, olmayan tek şey, artık Mao'dur.

Fransa'ya karşı Cezayir kurtuluş savaşı önderlerinden Ben Bella'nın 984 yılında yapılan söyleşideki 'matematiği aşka koyabilir misiniz?' sorusuna Seyman bugünden yanıt verir,' aşkı matematiğe koyabiliriz, aşk doğanın denkleminde çözümü olan bir ilişkidir' diyerek...

Ne aşkın ne kadının siyasette ve haz paylaşımında, emek bölüşümünde yerinin, çözümünün olduğuna inanırım ben oysa...

Nehirlere tutkundur yazar, ancak Thames akar, o Zap'a bakar, hangi ülkenin hangi bilindik nehri nece aksa da onun ve oralı göçmenimizin gördüğü kendi yurdundan aşina olduğu su'dur, onun adıyla çağırır, onu görür... Bu da göçmen kalbin hicran lekesidir bi bakıma.

'Ren'e bakmaktan güzeldi, seni seyretmek' özel notunu kalbinde saklasa da, dünyada şiddet yüzünden ölen kadın sayısının hastalıktan ölenlerden çok olduğunun canını acıttığını yazar, ben bunu, o özel notu alma şansı hiç olmayacak kadınlarımızın hayf'ı olarak okurum, canım buna acır.

Kısacık gezi hikayeleri şeklinde anlatılan şehirlerin adları da hoş, sözgelimi 'Herkesin bir Paris'i var'. Bu bölümde kadınların seçme seçilme hakkını aldıkları 945 yılının bizde çok partili yaşama geçildiği yıl oluşu kaydı düşülürken, bu bilginin şerhi bana şöyle düştü, 'Fransız kadının özgüven, güzellik, özgürlük ve aşkta attığı çentiğe bizim ülke kadınları neden Fransız kalmak zorunda bırakıldı?'

Zaha Hadid'e sıkça döner, Seyman, evrenin yüzakı usta mimarın hikayesini önemser, yineler, iyi de eder. Orada da göçmenlik sızısı, vurgusu vardır, bu kör yazgıyı dünyaya biçim vererek ödeşir, Zaha Hadid... Göçmenden görkem çıkartanlardandır o...

Bana ilginç, güzel gelen göçmen insanlarımızın dillerinin gittikleri ülkede çözülmesi... Okuma yazmasız ilk göçmen kuşak bile, orada şarkıyla, sanatla, sokakla eli yazmaya dili okumaya, adımları dansa düşmüş, sonraki kuşaklar oranın yerel yönetimine girecek, hayatın vazgeçilmezi olacak kerte donanımlı, bilgili olmuş. Derin bir suskunluktan, uluslararası bir kimlik kazanmaya evrilmek, göçmen olmanın bereketi olsa gerek...

Bremen'li, tutma adı Gandi olan Bedriye Çepişçi, ki, 'bir örgütün kadını yoksa, yarını da yoktur' der, Seyman da der ki, 'bir şehir adını bir aşk türküsüne veriyorsa o şehrin insanlarını önemsemeli', Yozgat sürmelisinden yola çıkarak, 1964 yılında Berlin'i ikiye bölen duvarın ortasındaki boş arsayı çevirip, gecekondusunu dikip tarlasını ekerek isyan türküsü söyleyen, hatta konduya elektrik su çekeceği sözünü veren Hristiyan Demokratları destekleyen Osman Kalın'ın hikayesi pek hoş, neçe kurgulasak bu kadar sahicisini yazamayacağımız kerte hoş...

Tıpkı, aşkı fısıldayan kent Heidelberg'e bizim göçmenlerin "Haydar'ın Dağı" dediği gibi...

Kelamından olur malum kişinin kendi miktarı, deyişini aktarmakla pek iyi etmiş Seyman, kelamsız kıldıklarımız, göçe mecbur ettiklerimize iyi ki öyle etmişiz diyesi geliyor insanın, kitabı bitirdikten sonra, çünkü başka bir destanın esas kişileri olmuşlar... Kalsalardı ne olacaktı? İsveç'te yaşayan bir göçmen kadının dediğini hatırlayalım, Munzur'a 15 km ötede bir köyün halkı, kitaplarını Munzur çayına atar, o çarkı kırılası 12 Eylül günleridir vakit, Munzur kitap akar...

Sırf bu tümce için okuyun bu kitabı, elbet tümü bir güzel, imrenilesi, bilinesi bi destan.

Kanada yazısında Kızılderili duası aktarır yazar, 'Bana kuvvet ver, kardeşlerimle kavga için değil, en büyük düşman olan kendi nefsimi terbiye için' diye biten bir duadır bu. Seyman'ın hep söyleyegeldiği, 'çalışan kadın iki işverenli, iki mesaili, dört vardiyalı, ev, iş, çocuk, iş, ağır bir işçidir, bu yüzden yorgun ve mutsuz', tanımı belki şöyle bitebilirdi diye düşünmeden edemiyor insan, bu yüzden bütün yorgunluklar ve dünyayı fark edemeyişler, emeğinin sağdıç emeği edildiği ona düşer...

Peki bu çark nasıl tersine döner?

Yeni yüz yılda nasıl bir demokrasinin egemen olacağı netleşirse... Demokrasinin yaşamakla kalınmayıp kalıcı ve katılımcı olan özüne dikkat çekilir, içinde yer alınır, uğrunda savaşılırsa, düşünceler geliştirilip, yeni yüz yılın zaferi kadının da içinde olacak şekilde kutlanırsa, örgütlü olmaya özen gösterilirse, yeni yüz yılın kişisi düşünüp konuşan, örgütüyle güçlenen olursa... Doğanın bile demokrasiye gereksinim olduğu unutulmazsa... Riskleri alt edebilmenin yolunun örgütlü yapıların birbiriyle kurumsal ilişki içinde olması sağlanırsa, ortak söylem ve çağdaş iletişim anlayışı geliştirilirse, hoşgörü, güven, sevgi ile sorunlar aşılırsa, yeni yüzyılla korkmadan buluşulur, risk almaktan korkmayarak... Dünya yurdumuzdur, demeyi göze alarak, bunun için bedel alarak, kendimiz olabilmenin, mutlu olabilmenin bedelini de göze alarak...

Göçmen Kalem'i okuyun, aklınıza kalbinize batırın o kalemin ucunu, sızlasın, sızı iyidir, diriltir, sordurur, yanıt ister...


Ayşe KİLİMCİ

29.08.2012



 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.