Nazım geri gelir mi, haber versinler!
03 Haziran 2009 12:46
Dün Ahmed Arif, bugün sen. 46 yılda neler geldi geçti, neler değişti usta! Usul usul okşadığın vapular, çoktan silinip gitti ama şiirlerin 21. yüzyılın aşklarına, kavgalarına, türlü tasalarına renk, ses, heves oluyor hâlâ.
Memleketin duruyor burada, sen yoksun, Nazım!
nilufer.turkoglu@gazeteport.com.tr
Nazım üzerine şimdiye kadar öylesine çok şey yazılıp çizildi ki, herkesten bambaşka şeyler söylemek, bambaşka şeyler karalamak, yazdıkların ve yazacakların üzerine ahkam kesmek, ancak onunla geçirilen bir arkadaşlık, küçük bir anı, karşılaşma, en olmadı tek günlük bile olsa mapus'daşlıktan doğan ilhamla gelip konabilir kalemin ucuna. Ya da kimsenin bilmediği, gizlide kalmış, üstü gölgelenmiş bir aşk! Heyhat!
Yok eğer iyi bir Nazım okuyucusuysan, çocukluğundan beri babanın raflara dizdiği Nazım şiirlerini, yüreğin sızlayarak okuyabiliyor, anlayabiliyorsan, Nazım üzerine tam da ölüm yıldönümünde küçük de olsa bir şeyler yazmak için çabalama niyetin de aslında fena fikir değildir, hatta onu yazma hevesin seni daha da ümitlendirir. Tıpkı onun dediği gibi, 'Umutsuz yaşanmıyor' ne de olsa...
Nazım Hikmet'in ölümünün 46. yılında, onu ilk tanıyışım geliyor aklıma. Yazlıktayız. Didim. Birkaç sitenin dizi dizi olduğu ve her bir siteden arkadaş topladığım ve ardından 'grup' olmayı pek sevdiğim yıllar. Geceler bağlama ve gitar sesleriyle tınlıyor, dalgalar, hış hış sesleriyle çocukluk aşklarını daha da perçinliyor. Benden yaşları biraz daha büyük arkadaşların söylediği Nazım şiirlerinden dillere dolanmış şarkılar. Eşlik ediyorum ama kulak dolgunluğuyla. Eşlik ediyorum, 'Karlı kayın ormanında, yürüyorum geceleyin, efkarlıyım, efkarlıyım, elini ver, nerde elin".
Ergenliğe henüz geçtiğim o günlerde, marş gibi her akşam söylenen şarkıların çoğu Nazım'dan. Bir de sabahları denize gitme saatlerinde, yine bizden büyük birkaç arkadaşın ellerinden düşürmediği Nazım Hikmet'in şiirleriyle dolup taşan kitaplar. Piraye'ye Mektuplar, Sevdalı Bulut'lar, Yeşil Elma'lar, ve daha bir sürü, bir sürü... Nazım ehemmiyeti, Nazım duyarlılığı had safhada!
O yaştaki bir çocuk, Nazım'la depolanan bir yazın etkisiyle tüm kışı şiirle yatıp kalkarak geçirmesin de kim geçirsin? Sonra fark ediyorum ki, evdeki şiir kitaplarının en başında da Nazım'lar dizi dizi, boy boy. Hele bir de kalın bir kitap var ki, açıp açmamakta kararsız kalıyorum. Destan diyor, uzun dizeler, sonsuzluğa gidiyor sanki... Kuvayi Milliye Destanı'nın sizi içine alan büyüsünü yıllar sonra Genco Erkal'dan, yıllar sonra Devlet Tiyatroları'nda da oynanan aynı adlı oyundan yakalıyorum. Rüştü Asyalı, Çetin Tekindor, Baykal Saran, kimler kimler... Hangi usta yok ki , Nazım'ın kaleminden seslenmeyen?
Nazım üzerine yazılan kuşkusuz en güzel kitaplardan arkadaşı Valâ Nureddin'in yazdığı 'Bu dünyadan Nazım Geçti', soluksuz bir Nazım dünyasının kapılarını aralarken, aşık olmaya çeyrek kala yine şiirlerine göz gezdirmek, alışkanlığımın bir parçası oluyor artık.
Sonra? Sonra artık bitti deyip kapattığım şehirden bir başkasına geçtiğimde, Nazım'ın İstanbul'unu kendi şehrim olarak belleyip onun eşyalarıyla burun buruna geldiğimde gözyaşlarıma hakim olamamak, şaşırtıcı gelmiyor bana.
Nazım'ın sevdiği son kadın eşi Vera'yla Moskova'da ölümün bir süre önce geçirdiği zamanda giydikleri, giymedikleri, daktilosu, şapkası, notlarının yer aldığı Yapı Kredi Kültür Merkezi'ndeki sergi, kimi Nazımseverler için doyurucu olmasa da, üzerimde koskoca bir Nazım yaşanmışlığıyla çıktığımı hatırlıyorum o kapıdan daha dün gibi...
Çocukluğundan beri peşinden koştuğum şaire ait olanlar, insanı nedensizce korkunç bir kedere ve hiç azalmayacak gibi görünen hüzne sevk ediyor. Onun yaşamıyor olduğu bir ülkede yaşıyor olmak belki de tüm bunlara neden, suçluluk duygusu!
Yasaklanmış, unutturulmaya çalışılmış ülkesinin adamı Nazım Hikmet'in şimdi iade-i itibarı yapılıyormuş, umurumda mı? Kimin itibarını kime iade ediyorlar, anlamak mümkün değil. O benim çocukluğumun, aşklarımın, özgürlüğümün şairi. Nazım, bir daha geri gelir mi? Bana ondan haber versinler!
***
BİR AYRILIŞ HİKAYESİ
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...
Nazım Hikmet Ran
(15 Ocak 1902 - 3 Haziran 1963)
***
(KÜLTÜR SANAT/GAZETEPORT)