Müslümanca yaşamak üzerine düşünmek... - Ayşe Sözen
11 Ağustos 2011 03:30
Hocamız Hayrettin Karaman’ın “Tahammül mü, hoş görmek mi” yazısı beni çok şaşırttı ve Müslümanca yaşama üzerine de düşündürdü
7Ağustos 2011 Pazar günü kendisini her zaman dikkat ve hürmetle takip ettiğim saygıdeğer Hocamız Hayrettin Karaman’ın yazısını okuduğumda karmakarışık duygulara kapıldım. “Tahammül mü hoş görmek mi?” başlığı ile yayımladığı yazısı, bir Müslümanın çokkültürlü, çok ahlaklı, çok dinli bir toplumda nasıl yaşayacağına ilişkin idi. Özetle, bir Müslümanın müdahil olamadığı bir düzende farklılıklar içerisinde yaşarken bunlara hoşgörü değil ancak tahammül gösterebileceğini, başkalarını kötü haller içerisinde gördüğünde onlardan “tebessümünü esirgeyeceğini” söyleyen bir yazı idi. Özel yaşantısında hiçbir ‘öteki’den tebessümünü esirgemeyeceğine en az adım kadar emin olduğum değerli Hocamın söyleminde bu sertliği seçmesi idi belki de beni şaşırtan. Belki de genel olarak Müslümanların ve dindarların bireysel yaşantılarında çok daha hoşgörülü, şiddetsiz ve gülen hayatlar yaşarken söylemlerindeki bu sertlik tercihi idi.
Şaşırtan pek çok boyutu olduğu gibi düşündüren boyutları da çok oldu yazının. Müslümanca yaşama üzerine düşündürdü. Müslümanca üretme üzerine. Müslümanca çalışma, Müslümanca yönetme, Müslümanca bakma, Müslümanca gülümseme üzerine... Gece televizyon kanallarını zaplarken ve zihnimde bu yazı tur atarken rastladığım Kanal 7’nin “Gönülden Sesler” yarışması pop star alaturka yarışmalarının “Müslümanca” bir versiyonu idi. İlahi söyleme yarışmasıydı, ses yarışmalarının bir taklidi ama kötü bir taklidi idi. İlkel bir stüdyoda, çirkin bir fonun önünde, kötü sesli yarışmacıların katılımı ile özensiz jürilerin görülerinden oluşuyordu yarışma. Müslümanca yaşam bunu mu üretmişti? Zevkin, estetiğin, güzel sesin yakılıp kül edildiği, manevi duygularımızı bir nebze olsun harekete geçiren nezih musikimizin arabesk versiyonlarını mı? Televizyonun tüketim kültürü içerisinde semalarımızı da tüketmekten öteye geçemeyen bir “İlahi Star Alaturkasını” mı?
Diğer bir kanalı zaplarken rastladığım Müslüman âlemine dair haberler; “Trablusta elektrikler yok, kırk derece sıcakta dolaplar çalışmıyor, Hama’da 20 kişi daha Esad kuvvetleri tarafından öldürüldü, Afganistan’da Usame’yi öldüren askerî birliklerin helikopteri düşürüldü, Somali açlık ve susuzluktan kırılıyor...” ve daha niceleri sanırım. “Müslümanca” veya “Müslümanlarca” yöneten ya da yönetilen toprakların hali idi söz konusu haberler. Veya “Müslümanca” yöneten topraklara komşu toprakların hali... Şimdi batı müdahalesini ve Batı tahribatını nereye koyuyorsun, bunlar Müslüman idareler değiller çığlıklarınızı duyuyorum. Kendi içimden bile yükseliyor aynı çığlıklar. Ama yirminci ve yirmi birinci yüzyıl Müslümanları ‘öteki’nin hayatına müdahale üzerine kurgulanmış bir yönetim anlayışı dışında ne geliştirebildiler? Devrim olduğunda bütün İslam aleminin hayallerini süsleyen İran modeli bilime, sanata, estetiğe ne kattı? (Devrim karşıtlarının özgürlük arayışı içerisinde ürettiği filmler, kitaplar ve diğer yapımlar haricinde). Batı’dan kopyalanmış nükleer teknolojilerini geliştirmek dışında “Müslümanca” yönetmek dünyaya ne kazandırdı?
Müslümanca yönetme anlayışımız farklılıklara müdahale ve ‘ötekinin yanlışlarını düzeltme’ üzerine, Müslümanca üretme anlayışımız tüketme üzerine, Müslümanca çalışma anlayışımız toplu konut inşaları üzerine, Müslümanca bakışımız “tebessümü esirgeme üzerine” kurulu ve kurgulu iken bu çağın Müslümanları dünyaya bir miras bırakamayacaktır. Oysa yüz yıl sonra nesiller 2011 yılında yaşayan Müslümanların komşusundan esirgediği tebessümü değil, Müslümanca yaşamanın yarattığı sevgi selini miras almalıdır. O nesiller birbirine tahammülsüzlüğü değil, dünyanın gidişatına yön veren veya yön değiştiren bir icadı, buluşu, felsefeyi miras almalıdır. Müslümanca bir mimariyi, Müslümanca bir musikiyi, Müslümanca bir edebiyatı miras alabilmelidir. Yönetmek ‘öteki’ ne müdahale etmek değil, kalıcı eserler bırakabilmektir. İslam’ı karalayan bütün zihniyetlere karşı medeniyetimizin büyüklüğünü anlatabilmek için sırtımızı yaslayabildiğimiz şeyler Endulüsün El-Hamra’sı, Mimar Sinan’ın Selimiyesi, Harezmi’nin cebir ilmi, Hazreti Mevlanın Mesnevisi ve pek çok diğerleridir.
Bütün bu kalıcı eserlere vurgu yapma ihtiyacım bunlardan ne kadar da mahrum olduğumuzdan duyduğum acıdandır. Yoksa toplumsal yaşamın kodlarına ilişkin yorum ve değerlendirmeleri önemsemeyen biri değilim. Bilakis siyaseti toplumsal yaşamın yönetimine formül arayışları olarak okuyan biriyim. Bu yüzden birlikte yaşamak üzerine yazılan, çizilen, söylenen her şey çok ilgimi çekiyor. Ancak özellikle bu toplumsal yaşamın gerekliliklerini din ile birlikte yorumlayan saygıdeğer hocalarımdan rica ediyorum, bize yaşanabilir bir İslam’dan bahsedin. Rasim Özdenören “Kimileri, İslam deyince bize çok uzak gelen, bu dünyada yaşanması imkanı bulunmayan bir ütopyadan söz açılıyormuş gibi bir izlenime kapılıyor: sanki İslam yaşamamız için indirilmiş bir din değil de, zihinsel bir spekülasyon... İslamı kavramak derken belki her şeyden önce onun yaşanabilir bir olay olduğunu, İslam’ın bir zihin fantezisi değil, bir hayat tarzı olduğunu anlamak gerekir” demişti eseri “Müslümanca düşünme üzerine denemelerde” (İz yayınları, 1997: 84-85).
Şimdi çağdaşlarımız ve biz bu kadar global bir dünyada, iletişimin ışık hızında olduğu, kültür ve değerlerin önlenemez geçişkenliğinde, farklılıklar ile birarada yaşamanın kaçınılmaz olduğu bir çağda tebessüm etmekten mahrum bırakılmanın ötesinde bir “Müslümanca yaşama önerisi bekliyoruz”. Müslümanları okumaya, düşünmeye, üretmeye teşvik eden yaşam modellerinden konuşalım istiyoruz.
Ve bırakalım da İlahi Hakikatin göz kamaştırıcı aydınlığı bütün alemleri ve yaşantıları kuşatsın...
Sürç-ü lisan etti isek affola...
Bilkent Üniv. Siyaset Bilimi Doktora Adayı
sozenayse@gmail.com
***
>> Hayrettin Karaman'ın “Tahammül mü, hoş görmek mi” yazısına bir başka yanıt:
Bektaşi fıkrasındaki sofudan al ibreti! - Ramazan Rasim