10/10/10 İklim Eylemine Neden Katılmalıyız?
09 Ekim 2010 00:52
Princeton Üniversitesi'nden, uluslararası hukuk profesörü, California Üniversitesi, Küresel ve Uluslararası Araştırmalar Bölümü'nde misafir öğretim üyeliği yapan ve son yıllarda iklim değişikliği alanında da sözünü söylemekten geri durmayan Richard Falk, Açık Gazete’de konuğumuzdu.
Richard Falk'la, küresel iklim değişikliği algısının 70’li yıllardan itibaren geçirdiği değişimden, küresel iklim değişikliğine karşı koymanın en başta politik bir tavır olduğunudan, iklim krizinin neden olduğu, ülkeler, toplumlar ve sınıflar arası uçurumlardan ve de ‘tüketicilik alıgısı’- iklim krizi bağlantısından ve tabii ki 10/10/10 tarihinde tüm dünyada 187 ülkede aynı anda yapılacak büyük iklim eyleminden ve iklim değişikliği ile mücadelede biz vatandaşlara düşen rolden sözettik.
Ömer Madra: Açık Gazete’de Richard Falk’la beraberiz; kendisi Princeton Üniversitesi’nde uluslararası hukuk dalında profesör ve aynı zamanda da California Üniversitesi’nde Küresel ve Uluslararası Araştırmalar Bölümü’nde misafir akademisyen olarak görev yapıyor.. Kendisi çok tanınmış, küresel ısınma alanında da olduğu gibi pek çok alanda çalışmaları olan bir kişi. İki sene önce de radyomuzda kendisiyle etraflıca konuşmuştuk. Şimdi ona öncelikle küresel ısınmayla ilgili bir kaç soru sormak istiyoruz. Hoşgeldiniz Prof. Falk, sizi burada görmekten memnunuz.
Richard Falk: Teşekkürler Ömer, tekrar burada olduğum için ben de memnunum.
ÖM: 71’de Richard Falk tarafından yazılmış ‘Tehlikedeki Gezegen’ diye çevirebileceğimiz kitabın son cümleleri şunlar: “Hareket etmemek için, hareketsiz kalmak için herhangi bir neden göremiyorum, çünkü hükümetin işini yapacağını gösteren herhangi birşey yok. Şimdi elimizden gelen herşeyi yapmalıyız” diye çevirebiliriz. “Gezegeni kurtarmak için gereken acil çalışma, bizim, vatandaşların bütün çabasını gerektiriyor ve şu anda gerektiriyor” diyor. Yıllar sonra bu sözle ilgili ne düşünüyorsunuz?
RF: Aslında bu sözler yazdığım zamana göre ne yazık ki artık daha da doğru sözler. Bence duruma 1970’lerin başında eğer müdahale edebilmiş olsaydık, böylesine ekolojik, küresel bir durumla karşı karşıya kalmış olmayacaktık. Gerçi yıllar öncesinden çok daha farklı bir vak'ayla karşı karşıyayız, ama yine yönetişim, kapasite, uluslararası kurumlar ve insanların anlamasıyla ilgili aynı eksikliği yaşamaya devam ediyoruz.
ÖM: İklim değişikliğine adalet perspektifinden baktığınızda ne görüyorsunuz? En büyük sorun nedir?
RF: En acil sorun küresel ısınma sebebiyle zaten tehlikede olan pek çok topluluğun, halkın daha da ciddi bir tehdit altında olması. Özellikle 26 Sahraaltı Afrika ülkesi orantısız bir sıcaklık ve kuraklıkla karşı karşıya, ayrıca su paylaşımı konusunda da doğal olarak ciddi sorunlar yaşıyorlar. Mesela Darfur etnik çatışması iklim değişikliğine kadar geri götürülebilir, su eksikliği sebebiyle. Çünkü daha önce orada yerleşik olarak tarım yapan topluluklarla, hayvan otlatarak ve hayvanlarını besleyerek yaşayan bedevi insanlar arasında bir sıkıntı yoktu, çünkü iki taraf için de yeterli su vardı. Suyun bitmesiyle birlikte şimdi soykırım gibi bir durumla karşı karşıya kalmış oluyoruz.
Buna verilebilecek ikinci cevap ise, kapitalist üretim şekilleri sonucunda ortaya çıkan bu çılgın tüketim durumu ve hayat tarzı. Pek çok, gerekli olmadığı halde üretilen mallara ve tüketicilik üzerine kurulu ekonominin herkes için iyi olmadığını görmek gerekiyor. Orta ve üst sınıflar için iyi, ancak toplumun bütününe baktığımız zaman, toplumun bütününün beslenebildiği bir durum değil bu. Hindistan’da ciddi anlamda gördüm; bir ekonomik büyüme var, ama bir ekonomik gelişmeden bahsetmek mümkün değil. Hintlilerin çoğu için veya bütünü için iyiye doğru bir ekonomik değişiklik olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Orta sınıf ve benzer hayat şekilleri oluşmuş durumda, ancak yoksulluk da bir o kadar daha derinleşmiş geçmişe göre. Bunları görmek gerekiyor. Benim ülkem olan ABD bu durumda en büyük saldırgan, çünkü ekonomik aktivitesinin çoğu ve ekonomisinin tamamı neredeyse tüketicilik ve tüketim toplumunun üzerine dayanıyor. Başkan birinci Bush –yani bizim söyleşimizde ‘Baba Bush’- Rio Zirvesi’nde 92 yılında şunu söylemişti: “Amerikan hayat tarzı tartışılabilir bir konu değildir, tartışmanın ötesinde pazarlığa da açık değil. Yani uluslararası toplumda bunun tartışması yapılamaz, görüşmelerde yer alamaz.” Bu tabii politik bir gerçeklik, ama öte yandan bütün olanlarla ilgili gerçekten ahlaki ve politik herhangi bir niyet olmadığını da gösteren bir söz. Yani daha az lüks yaşamaktan bahsediyoruz sadece, 3 yerine 1 arabadan, ya da kişi başına enerji tüketiminin daha az olmasından ki Amerikan hayat tarzının karakteristiklerinden birini oluşturuyor; ama bunların hiçbirisi çok kolay olabilecekmiş gibi görünmüyor. Amerikan hayat tarzı uluslararası pazarlık konusu olana kadar da bu iş düzelemez, yani bunu pazarlık konusu haline getirebiliriz.
ÖM: James Hansen “kuşaklararası adalet” diye bir kavramdan bahsediyor. Bu konuda bir yorum yapar mısınız?
RF: Hansen ve diğer iklim uzmanları iklim değişikliğinin gelecek kuşaklar için ciddi bir tehdit olduğunu onaylıyorlar ve ne kadar beklersek sera gazlarının o kadar artacağını, bu durumda çözümün daha pahalı ve belirsiz bir hale geleceğini ve zararlı etkilerle başa çıkmanın çok daha zor olacağını da söylüyorlar. Gaia Teorisi’nin teorisyeni Lovelock, “Geri dönüş olabilecek bir noktayı çoktan geçmiş durumdayız ve bunun dönüşü yok” diyor. İnsan aktiviteleriyle doğa arasındaki denge yüz bin yıldır olmadığı kadar bozulmuş durumda ve bunun nasıl dengelenebileceğini bilmiyorum. Size bir de 70’lerde olmayan bir durumdan bahsetmek istiyorum. Şimdi iklim uzmanlarının söyledikleri ciddi anlamda dinleniyor, bunların hepsi kulak kabartılan konular. O zamanlarsa başka birşey oluyordu, çünkü bilimde, bilim insanları arasında bir konsensus yoktu, bir konsensus olmadığı için de politik bir doğrultuya doğru gitmiyordu iş. Şimdi ise politik bir yola doğru da giren bilim insanları arasında, politik-bilimsel bir konsensustan bahsetmek mümkün. Ancak bunun ardından hemen iklim şüphecileri türediler. Bunlar büyük oranda petrol şirketlerinin parasıyla ortaya çıkan insanlar ve büyük ihtimalle tıpkı sigaranın zararlı olmadığına dair halkla ilişkiler çalışması yapan şirketlerin tarzında bir işle karşı karşıyayız. Halbuki burada şöyle de bir fark var, sigara bireysel bir tehlikeydi, iklim değişikliğiyse tüm dünyayı tehdit ediyor, hayat ve sağlığı ciddi anlamda tehdit ediyor, hem insanlar için hem de hayvanlar için, bitkiler için, yani bütün dünya için.
ÖM: James Hansen Storms of My Grandchildren (Torunlarımın Fırtınaları) başlığını taşıyan, 2009’da çıkan son kitabında, meselenin artık bilim açısından çok net hal aldığını, gezegenin olağanüstü zengin hayatıyla beraber yok olmasının eli kulağında olduğunu, çöküşe doğru gittiğini ve politikacıların hiçbir şey yapmadığını, durakssdıklarını ve geri durduklarını, dolayısıyla meselenin sonunda bize kalmış olduğunu söylüyor. “Çocuklarınızı ve torunlarınızı bu meselede siz korumak zorundasınız ve işinizin de zor olacağını söylemek zorundayım. Çünkü özel çıkarlar demokrat sistemimizi de çökerttiler ve bu lobilerle vs.” diyor. Ama demokratik sistemden asla vazgeçmemeliyiz ve tam tersine “herkese eşit adalet ilkesi üzerinden” kovalamalıyız. Son ve en iyi umudumuzun da sivil direniş olabileceğini söylüyor ve 350.org’dan www.350.org bahsediyor.
RF: Hansen’ın söylediklerine genel olarak katılıyorum, ama asıl olan kitlesel hareket nasıl olmalı? Yani bunun için tek bir taktikten ve tüm uluslar için işe yarayabilecek bir taktikten bahsetmemiz mümkün olamaz. İklim değişikliği sorununa küresel bir cevap verilmeli, bu bir kaç ülkenin cevap verebileceği, ya da bir kaç ülkenin çabasıyla olabilecek birşey değil. Tabii ki yararı olur bir kaç ülkenin de hareketinin, ama küresel boyutta birşeyler yapabilmeli, küresel boyutta bir dayanışma üretmeliyiz. Çünkü politikacılarımızı ittirmemiz gerekiyor, bunun önemli birşey olduğunu kitlesel hareketlerle göstermemiz gerekiyor. Onlar 3-5 yılda bir olan seçimlerin ve ulusal çıkarlar perspektifinin dışına çıkabilmeliler bizim bu baskımız sayesinde. Eğer sadece direnişten bahsetmeye başlarsak bazılarımızın hoşuna gidecektir, bazılarımız bundan tam bu sebeple ürküp çekinecektir, medyaysa içerik yerine direnişin bizatihi kendisine odaklanmayı tercih edebilir. Bu yüzden eğitim de çok önemli bu konuda. Durumu şu anda yaşayanülkelerin anlatması, ne olduğunu söylemesi çok önemli. İklim şüphecilerine dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü büyük paralarla yapılıyor bu işler ve zaten sorunlu olan bir durumun daha da karmaşıklaşmasına yol açıyor. Sanki bu bir çeşit ortaklaşa alınmış bir ölüm talebi gibi birşey. Kapitalist tüketim toplumunun bizi yok etmesine izin vermemeliyiz.
ÖM: Biraz Bill Mc Kibben ve 350’den bahsedelim. “Ne yapılabiliriz ve sivil muhalefeti ve halk hareketini nasıl organize ediyoruz konusunda 350.org hem efektif hem de sorumlu işler yapıyor,” diyor Hansen. Gençlerin örgütlenmesiyle ilgili çok önemli işler yaptı 350.org. Pazar günü de 10/10/10 eylemi var 350.org’un organize ettiği. Biz de İstanbul’da bir eylem yapıyor olacağız. Tam da yürüyüş denemez aslında, 20 tane akordeon ve flüt çalan çocuk olacak, maskeler, kuklalar filan var. Böyle bir iş yapacağız. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
RF: Tabii ki Mc Kibben’ı destekliyorum. Sadece eğitim değil, mesajı güçlendiren bir şey yapıyor, ayrıca politik mesajı da var, politik mesajını da destekliyorum. Sera gazları düşürülmeli. 350 hareketi milyonda 350 parçacığa (ppm) gönderme yapıyor. Yani atmosferde karbondioksit oranı milyonda 350 parçacığı aştığı anda, 2 derecelik ısınmayı da önleyemiyoruz; bu bilimsel bir gerçek. Halbuki şimdi 390 ppm civarındayız, 392’deyiz. Bir yandansa gittikçe yükselen hayat standartları, gittikçe artan bir nüfus, popülist politikalar derken, gerçekten istesek bile birşey yapmayı birşey yapabilmemiz çok kolay değil. O yüzden bunu görmek gerekiyor, ancak böyle işlerle örgütleniyoruz, bu tip işlerin sayesinde var olabiliyoruz. Amerika’da mesela iklim değişikliği diye bir konudan medyada çok fazla bahsedildiğini görebilmek mümkün değil, onun yerine medyanın ilgisi daha fazla “tea party” (çay partisi) denilen yıkıcı sağ örgütlenmeyle ilgili, daha fazla bunları görebiliyorsunuz. Saygın medya kuruluşlarında ciddi destek görüyorlar ve görünürlük sağlıyorlar. “Kim var arkalarında?” derseniz, bu “çay partisi” ekibinin arkasında yine sağ kanat milyarderler var. Aynı 1990’larda Washington’da ‘think tank’lar yoluyla neo muhafazakârların, ‘neocon’ların gelişi gibi bir süreci yaşıyoruz.
Tüm bunların dışındaysa politik bir fenomenden bahsediyoruz aslında. Bu kadar yüksek görünürlüğü olan ve kuvvetli bir eylemliliği nasıl örgütleyeceğiz? Onu bilemiyorum, ama beklenmedik şeyler için inancım var. Aslında politikacıların eninde sonunda gerekli hareketleri yapabilmek için cesaret bulacağına inanıyorum, ancak o şimdi olan birşey değil. Şimdi bizim için çalışma zamanı, hareket etme zamanı.
ÖM: Çok teşekkürler buraya geldiğiniz için ve umarız sizi de 10 Ekim’de İstanbul’daki eylemde görürüz.
RF: Beni konuk olarak aldığınız için teşekkür ediyorum, kesinlikle beni göreceksiniz oradaki eylemde, görüşeceğiz.
5 Ekim 2010 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.