Af yolunu açmaktır, bundan sonra doğru olan... - Hasan Cemal
06 Ağustos 2013 00:30
Diyebilirim ki, 45 yıllık mesleğim ‘asker sorunu’yla iç içe geçti. Başlangıçta askeri darbe yapmaya teşvik etmiştim. Cuntacıydım. Sonra tam tersini yapmaya çalıştım. Kısacası asker-siyaset ilişkisini hep yakın markajda tutmaya çalışan bir gazeteci oldum.
AK Parti hükümetiyle birlikte askeri vesayet geriletildi, yer yer çözüldü. Kolay olmadı bu süreç. 2003 ve 2004 döneminde Sarıkız’lar, Ayışık’ları, Balyoz'lar, Ergenekon’lar şaka değildi. Asker sorunu 27 Nisan Muhtırası’yla da, AK Parti’yi ‘kapatma davası’yla da devam etti.
Ergenekon davasını önemsedim, ancak yargı sürecinde hata üstüne hata yapıldı. Mahkeme kararlarıyla adalet duygusu yara almıştır. Tüm çabaları askeri siyasetin içine çekmek olan bazı kişileri demokrasi kahramanı yapabilecek bir tabloyla karşı karşıyayız. Bundan sonra doğru olan ‘af yolu’nu açmaktır.
Gazeteciliğe ilk adımlarımı 1969 yılında asker-siyaset-demokrasi üçgeninde atmaya başladım. Gazeteciden çok, askeri darbeyi kışkırtan gizli bir hareketin fedaisi gibiydim.
Ya da ‘cuntacı’ydım.
Hedefimize gelince şöyle özetlenebilirdi:
Zamanın Demirel hükümetini darbeyle devirmek, parlamentonun kapısına kilit vurup Türkiye’de ‘devrim yolu’nu açmak...
Yeraltında bunun için ‘asker-sivil işbirliği’yle her türlü darbe tezgâhı kurulmuş, asker müdahalesine zemin hazırlanmış, bunun için hem sağda solda bombalar patlatılmış, hem de darbeci asker için anayasa taslakları yazılmıştı.
Ama olmadı, yapamadık.
12 Mart’ta (1971) asker, bir ‘muhtıra’yla daha iki yıl önce yüzde 50’nin üzerinde oyla seçilmiş Başbakan Demirel’i iktidardan devirdi, ama bizim ‘9 Mart Cuntası’nı da hapse attı.
Bizim cunta Madanoğlu Davası'nda yargılandı, sonunda da beraat etti. Darbe tezgâhlarında şu ya da bu şekilde rolü olanların birçoğu da, ne ilginçtir, demokrasi kahramanı olarak hayata, basındaki yerlerine geri döndüler.
Mesleğim asker sorunuyla iç içe geçti
Uzun lafın kısası, ben gazeteciliğe bu ülkenin ‘asker sorunu’na tanık olarak adım attım. Ve diyebilirim ki, 45 yıllık mesleğim ‘asker sorunu’yla iç içe geçti.
Başlangıçta askeri siyasete sokmaya, darbe yapmaya teşvik etmiştim. Sonra tam tersini yapmaya çalıştım. Bu amaçla iki de kitap yazdım.
1999’da çıkan ilki, cuntacılık yıllarını anlatan Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adını taşır. Türkiye’nin Asker Sorunu isimli ikinci kitabım da 2010’da yayımlandı.
Kısacası, bu ülkede asker-siyaset ilişkisini hep yakın markajda tutmaya çalışan bir gazeteci oldum. Türkiye'de birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletinin yerli yerine oturması için de, gerçek istikrarın kapımızı çalması için de askerin siyaset dışı tutulması gerektiğine inandım.
Vesayetin geriletilmesi hiç de kolay olmadı
Temel ilke çok açıktır:
Demokrasilerde asker, seçilmiş siyasal otoriteye tabidir.
Bu açıdan, 2003’ten itibaren AK Parti hükümetiyle birlikte - son Yüksek Askeri Şûra kararları dâhil - önemli adımlar atıldı. Askeri vesayet geriletildi, yer yer çözüldü. Batı demokrasilerindeki olağan yerine oturmaya başladı asker...
Hiç de kolay olmadı bu süreç.
28 Şubat post-modern darbesinden sonra askerin içinde cuntalaşmalar hız kesmedi. Özellikle 2003 ve 2004 döneminde Sarıkız’lar, Ayışık’ları, Ergenekon’lar, Balyoz’lar şaka değildi. Ciddi sivil uzantıları da olan darbe tezgâhları kurulmuştu kapalı kapılar arkasında.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek Günlükleri ile Cumhuriyet’teyken yıllarca birlikte çalıştığım Mustafa Balbay’ın günlüklerini okumak, perde arkasında nelerin olup bittiği konusunda kolayca fikir verebilir.
Türkiye’nin asker sorunu, 2007 yılında 27 Nisan Muhtırası’yla da, 2008’de AK Parti’yi ‘kapatma davası’yla da devam etti.
Bütün bu nedenlerle, yani asker-siyaset bağının demokrasi adına koparılması için Ergenekon’u, Balyoz’u önemsedim. Bugün de önemsemeye devam ediyorum.
Adalet duygusu yara aldı
Önemsediğim için de, bazı uyarılarımı arada bir eksik etmedim. Hatta bir seferinde, “Eğer dikkat edilmezse, 12 Mart döneminin 9 Mart'çıları gibi, Ergenekon ve Balyoz’dan da demokrasi kahramanları çıkabilir” diye yazdım.
Çünkü yargı sürecinde hata üstüne hata yapılmaya başlanmıştı. Ergenekon ve Balyoz’da meselenin özünü perdeleyen bu hukuki yanlışlar bir yandan adalet duygusunu zedeleyip kamu vicdanını fena halde rahatsız ederken, aynı zamanda davayla ilgili ‘itibarsızlaştırma mekanizması’nın dişlilerini her geçen gün yağlamıştı.
Uzayıp giden, kendi başına cezaya dönüşen tutukluluk süreleri ve iddianamelerde dikkati çeken aşırılıklar, bir yandan haklı ve meşru tepkileri doğururken, aynı zamanda bir sivil toplum hareketinin ya da hareketlerinin de oluşumuna yol açtı.
Hukukçu değilim.
Ayrıntıya giremem.
Ama bu uzun girişten sonra acaba Ergenekon davası kararları hakkında ne düşünüyorsun, diye sorarsanız kısa yanıtım şudur:
Türkiye’de hukuk devletine giden yol daha çok uzun...
Şunu da ekleyebilirim:
Adalet duygusu yara almıştır.
Bu kararlarla adaletin yerini bulduğunu sanmıyorum. Toplum vicdanı bu kararlardan dolayı rahatsızdır, daha da rahatsız olacaktır.
Şu da söylenebilir:
Tüm çabaları yıllar yılı askeri siyasetin içine çekmek ve içinde tutmak olan bazı sanık kişileri zamanla demokrasi kahramanı haline getirebilecek bir tabloyla karşı karşıyayız.
Ne yapmalı?
Evet, ne yapmalı?..
Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde asker olsun, sivil olsun aklı başında herkesin özellikle hapishane yıllarında bir vicdan muhasebesi yaptıklarına inanmak istiyorum.
Demokrasilerde askerin siyaset dışı tutulmasından başka çare olmadığının, ‘kışlaya dönüp bakma alışkanlığı’nın demokrasi adına çok kötü bir alışkanlık olduğunun, demokrasilerde hesaplaşmanın ‘seçim sandığı’ndan geçtiğinin artık anlaşıldığını düşünmek istiyorum.
Ben kendim böylesine ‘iç hesaplaşmalar’dan, ‘maziyle yüzleşmeler’den geçmiş eski bir cuntacı olduğum için böyle düşünüyorum belki de...
Sorumu yineliyorum:
Ne yapmalı?
Kısaca:
Bundan sonra doğru olan, Ergenekon ve Balyoz davalarında ‘af yolu’nu aramak ve açmaktır.
Ergenekon'da keşkeler
Ve yazımı, dünkü Radikal gazetesinde çıkan Orhan Kemal Cengiz’in güzel yazısını köşeme alarak noktalıyorum.
“Keşke, ‘mahkeme basmaya’ gitmenin de, mahkemeye sanık yakınlarının girişini bile engelleyecek kadar anormal tedbirler almanın da, demokrasilerde yeri olamayacağı konusunda bütün toplum olarak bir mutabakata varabilseydik.
Keşke, Ergenekon davasında yargılanan darbe girişimlerini lanetlemek ama aynı zamanda bu davalarda sanık haklarına tam riayet edilmesini talep etmekte birleşebilseydik.
Keşke, bu davalarda yargılanan darbe ve suikast planlarının ciddiyetini de, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden burs alanların terör örgütleriyle bağlantısının araştırılması gibi saçmalıkları da aynı anda görebilseydik.
Keşke, bu davalardaki çelişkilere dikkat çektiğimiz kadar, bazı sanıkların bu davadakinden çok daha büyük olan Susurluk, faili meçhuller, JİTEM vb. gibi suç ve bağlantılarının da araştırılması için aynı iştah ve şevkle yazıp çizebilseydik.
Keşke, Ergenekon davasından sonra derin devlet kaynaklı cinayet ve tehditlerin bıçakla kesilir gibi sona erdiğini de, Hanefi Avcı’nın aldığı cezanın vicdanları kanattığını da görebilseydik.
Keşke, bu davada bazı sanıkların, onlara ait olduğunu askeri mahkemelerin teyit ettiği delilleri bile inkâr ettiğini de, ‘gizli tanık’ uygulamasının bazı örneklerinin ciddi suiistimal niteliğinde olduğunu da kabul edebilseydik.
Keşke, askerlerin seçilmiş hükümetin altını oymaya çalışmasının çok ciddi bir suç olduğunu da, sanıkların mahkemeye kadar getirdikleri tanıklarının dinlenmemesinin çok ağır bir hak ihlali olduğunu da kabul edebilseydik.
Keşke, bu davaların askeri vesayetin sona ermesindeki rolünü alkışlamayı da (Balyoz davasındaki gibi), adları sadece bazı görev emirlerinde geçen bazı sanıkların çok ağır cezalar almalarını kınamayı da başarabilseydik.
Keşke, davayı sadece kusurlarından ibaretmiş gibi göstererek değersizleştirmeye çalışanları da, önüne gelene ‘Ergenekoncu’ yaftası vurarak davayı sulandıranları da aynı anda görmeyi başarabilseydik.
Keşke, askerlerin isteği üzerine ‘genç subaylar rahatsız’ diye manşet atılmasındaki çirkinliği görebilmemiz, bugün iktidarın medya üzerindeki anti-demokratik kontrolüne karşı çıkmamıza da yol açabilseydi.
Keşke, Ergenekon davası öyle bir zihin dönüşümü yaratsaydı ki artık hiç kimse iktidarı eleştiriyor diye karakter suikastına uğramasaydı.
Keşke, Ergenekon davalarından, devletin şeffaf olmasının, iktidar kullananların hesap vermesinin ne kadar önemli olduğuna dair dersler çıkarabilseydik.
Keşke...”
T24
Son Güncelleme Tarihi: 06 Ağustos 2013 00:59