'AK Ordu' mümkün mü? - Kürşad Oğuz'un röportajı

25 Ağustos 2010 13:59  

 

'AK Ordu' mümkün mü? - Kürşad Oğuz'un röportajı

KÜRŞAD OĞUZ / koguz@haberturk.com

Siyaset bilimi profesörü Ümit Cizre, Türkiye’de asker – sivil, ordu – hükümet ilişkileri denince ilk akla gelen uzmanlardan biri. “Muktedirlerin Siyaseti: Merkez Sağ - Ordu - İslamcılık” ve “AP - Ordu İlişkileri” kitaplarının yazarı olan Cizre, aynı zamanda cumhuriyet tarihinde bir ilke imza atarak 2005 yılında “Almanak Türkiye: Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim” başlıklı TESEV raporuna editörlük yapmış, bu almanakla kamuoyu ilk kez TSK’yla ilgili detaylı bilgilere ulaşmıştı. Hatta bu çalışma yayınlandığı dönemde Genelkurmay Başkanlığı tarafından tepkiyle karşılanmıştı.

Türkiye’nin asker – sivil ilişkilerinde keskin günler yaşadığı, YAŞ atamalarının krize dönüştüğü, TSK’nın İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin tartışmaya açıldığı, darbe girişimi iddialarının yargı sürecinin hızlandığı, referandumda TSK’yı da ilgilendiren önemli değişimlerin oylanacağı, ve son olarak CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun AK Parti’yle ilgili “TSK içinde yapılanmışlar” iddialarını gündeme getirdiği bir dönemde Ümit Cizre’nin kapısını çaldık.

Cizre’yle, cumhuriyet tarihinde asker – sivil ilişkilerinin dönüşümünden yola çıkarak gündemdeki konuları konuştuk: TSK ve siyasal İslam nasıl ve neden karşı karşıya geldi? AK Parti’nin kendine yakın bir ordu oluşturması mümkün mü? Hükümet ve ordu nerelerde yanlış yaptı? Son YAŞ’ın ve referandumda oylanacak maddelerin anlamı ne? Muhalefet doğru mu yapıyor?

İşte bu ve benzeri sorulara Prof. Cizre’nin verdiği cevaplar…

ORDU, BÜROKRATİK VESAYETİN PARÇASI MI?
İttihat ve Terakki kadrolarının kurduğu bir cumhuriyet, Tek Parti rejimi, Demokrat Parti ve Adnan Menderes yılları, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, Turgut Özal döneminde yaşanan kırılmalar, ordunun İslam’la “siyasi” ilişkileri ve AK Partili yıllar… Ordu - sivil, asker - sivil ilişkileri kuruluşundan bu yana nasıl değişti Türkiye'de?
Çok genel ve uzun bir süre bu ama şöyle yapabiliriz: O tarihsellik içerisinde değişmeyen, süreklilik arz eden bazı özellikleri ve değişimleri, gelenekten kopuşları düşünebiliriz. Genel olarak askerin vasilik rolünden bahsediliyor Türkiye’de. Bu bürokratik vasilik, cumhuriyetin temel angajmanlarından, en önemli umdelerinden biri; CHP’nin altı okunu kapsayan ve onun da üzerinde konumlanmış bir bürokratik gelenek haline gelmiş. Orduyu devletin göbeğine oturtmak gerekiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) rejimin kuruluşundan beri en kalıcı, en sürekli vasilik rolü, bürokratik konum ve geleneğinden kaynaklanan bir rol.

Devlet kurma geleneğinden kaynaklanan bir rol mü bu?
Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanan bir süreçte, askeriye dediğimiz sınıfın, bürokrasi içinde, devletin göbeğinde oluşundan kaynaklanıyor. Devletin ya da hükümetlerin denetimi altında değil, devletin ya da hükümetlerin bir parçası, kolu, uzantısı konumunda ordu. Rejimi kuran, rejimin umdelerini ve temel dayanaklarını tayin eden, tanımlayan bir kurum olarak temel meseleleri tayin eden, tanımlayan ve kendisi de denetlenemeyen, denetimi minimal düzeyde olan bir kurum.

Peki bu gelenekten kopuşlar nerede? Darbelerde mi mesela?
Evet, ordunun Türkiye’de siyasete hakimiyetinden ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratik özelliğinden bahsettikten sonra kopuş noktalarına gelmemiz lâzım. Darbeler, askeri vasilik rolünden kopuş değil, onu perçinleyen, bir kez daha deklare eden oluşumlar. En önemli kopuş gibi görünen şey belki de ordunun İslam’la ilişkilerinde görülüyor.

TSK’NIN İSLAM’LA DANSI…
1980’lerden sonra mı yani?
Evet. Ama bu hakikaten bir dönüm noktasını oluşturuyor. Çok önemli. Hiç görülmemiş bir şey var orada. Bir dans başlıyor İslam’la. 1980’de TSK’nın, daha doğrusu darbeyi gerçekleştiren kadronun tasavvur ettiği Türkiye’de İslam’a bir rol biçildiğini görüyoruz. Bu önemli.

Ordu tarafından İslam’a biçilen bir rol mü var yani?
Darbeyi gerçekleştirenler tarafından.

Nasıl bir rol bu?
Aslında İslamcılık’a, siyasal İslamcılar’a veya İslam’ın toplumsal hayatta oynadığı role biçilen vasıf toplayıcı, toparlayıcı, tutucu olması. Toplumu bölen değil, toplumu birarada tutan bir rol biçiliyor İslam’a. Toplumsal rolünü bu şekilde ifade etmek mümkün. Siyaseten nasıl bir rol biçiliyor peki? Komünizme, bölücülüğe, kardeş kavgasına karşı bir rol. Kültürel hayatta nasıl bir rol biçiliyor? Uslu, Diyanet İşleri’nin tanımladığı İslam’a yakın bir İslam. Kültürel bakımdan da ılımlı bir İslam tanımı var. Yani kültürel, siyasal ve toplumsal yaşamda İslam’a toplayıcı, toparlayıcı, “kardeş kavgasını engelleyici” ve temiz, hijyenik uslu bir İslam rolü biçiliyor.

PLANLANAN NEYDİ, NE OLDU?
Peki bunun bir gün kontrol edilemeyeceği düşünülmemiş midir? Sonuçta ordu tarafından bakıldığında, o raddeye gelindi herhalde. Artık biçilen bu rollerin çok ötesinde bir siyasal İslam sözkonusu Türkiye’de. Ordu gibi, “her şeyi bildiği ve en ince ayrıntısına kadar planladığı, ileriyi gördüğü” söylenen bir kurumun bunu bu şekilde tahmin etmiş olması gerekmez miydi? Neden böyle olmadı?
Sorduğunuz soru cevabı da içeriyor aslında. Buradaki yanlışlık, bir silahlı kuvvetin bir ülkenin gelecekteki sosyal, siyasal ve kültürel yapılarını tayin eder, kurgular konumda olması. Mesele orada yatıyor. Elbette normal devletler bu tür bir yapılanmayı, dizaynı kaldırmıyor. Şöyle bir kanıya varmak yanlış. TSK, 1980 sonrasında, ülkenin okul kitaplarına varıncaya kadar uslu ve temiz bir İslamı sokmuştur doğru. Hatta 1986’da Turgut Özal döneminde bu daha da formelleştirilir, Özal da çıkardığı yasalarla buna yardımcı olur. Kalıcı bir etki tabii bu. Ama şu yanlışı yapmayalım: TSK’nın 80 sonrası İslam’la barışır gibi görünmesi ve onu Türkiye’nin toplumsal, siyasal ve kültürel hayatına yapıştırıcı bir tutkal olarak sokması ondan sonraki ivmeye, gelişmelere zemin hazırlamıştır düşüncesinde değilim ben. Yani buradaki amaç İslam’a geçit vermek, Türkiye’yi İslamileştirmek, Müslümanlaştırmak, İslam’a siyasette yer açmak, Refah Partisi gibi Milli Selamet Partisi’nin devamı partilere yer açmak değil. Buradaki amaç, TSK açısından son derece kabul edilebilir, kendi inandıkları laik bir İslam’ı, -tabii burada bir paradoks da var- 80 öncesi koşulları engelleyici bir araç olarak Türk siyasi hayatına sokmak. Ondan sonra siyasal İslam’ın yükselişi ise İran’la da ilgilidir, 1979’da yaratılan ivmeyle de ilgilidir, globalleşmeyle de ilgilidir, Türkiye’ye gelen serbest piyasanın yarattığı o savrulmayla da ilgilidir, sosyal refah devletinin yetersiz kalmasıyla da ilgilidir. Özellikle solun yok oluşuyla çok yakından ilgili bir yükseliştir siyasal İslam’ın yükselişi. Yani TSK’dan çok, ülkenin içine girdiği yeni mecra ile ilgilidir. İşte serbest piyasa, vahşi kapitalizm, çaresiz kalan bir sosyal refah devleti, herkes bir yere savruluyor… Artan muhafazakârlık ve dine sarılış, büyük ölçüde sığınma içgüdüsüyle de ilgili.

Aslında bir anlamda aynı dönemde Afganistan’da yaşanan, yani Batı’nın Komünist Rus devletini İslamcı gruplarla engellenmeye çalışmasının, küçük bir örneği de Türkiye'de yaşandı ve sonucunda da farklı bir şey olmadı…
Niyet de o değildi. Ben o farkın da altını çizmek istiyorum. Bilinçli değildi. Dizayn da o biçimde yapılmadı. Tabii Türk - İslam sentezi de 80’li yıllarda buna yapışık ilerleyen bir mecra açtı. Yani bu düzenlemeyi Türk - İslam sentezcisi ekolle de bitiştirirsek, Türkiye’deki dinamikleri daha iyi anlarız. Tabii serbest piyasa ekonomisiyle, Türk - İslam senteziyle, İran rejiminin yarattığı etkilerle birleştirirsek Türk İslamcılığı’nın çıkışı bir miktar anlaşılabiliyor.

“28 ŞUBAT BAŞARISIZLIK ÖRNEĞİDİR”
Sonuçta ordu tarafından kontrol edilemez bir hale mi geldi bu İslamcı akım?
Ordu tarafından kontrol edilmesi gerekmiyor Türkiye’deki siyasi akımların. Öyle bir durum zaten yanlış bir varsayım.

Ben o mantıkla bakanlar açısından söylüyorum. En azından kendisini laikliğin koruyucusu olarak görüyor ordu. Hal böyleyken, bu amaca da ulaşamamış oluyor…
Tabii böyle bir anlam çıkarılabilir. Laikliği tahkim etmek için başlatılan bir serüvendir bu. Ama ordunun laikliği tahkim etmek için 28 Şubat’ı yapması gerekti. Bu bir başarısızlık örneğidir.

Bir taraftan bakıldığında, bahsettiğiniz süreçte yaşanan darbelerin ordunun gücünü perçinlediği düşünülebilir. Ama bu darbeler tam tersi bir şeye de yol açmadı mı? Üç darbe, muhtıralar, yani ordunun bu yönteme başvurması aslında bir güçsüzlük ifadesi değil mi?
Tahkim etmek için dedim zaten, tahkim etti demedim. Tahkim etmek için 28 Şubat macerasına girişilmesi, ardından gelen 27 Nisan e-muhtırası, sonra darbe planlarıyla sürdürebilen bir çalkantılı dönem var. Sular bir türlü durulmadığına, TSK da bu denli şiddete dayalı radikal darbe planları yapma tasavvurunu günümüze kadar sürdürdüğüne göre elbette büyük bir başarısızlıkla karşı karşıyayız.

TSK’DAKİ RADİKAL KARŞI KOYUŞUN NEDENİ…
Sanırım bugün Menderes ya da Özal dönemiyle kıyaslanamayacak kadar başka bir durum söz konusu asker – sivil ilişkilerinde. Siz, yaklaşık 1.5 yıl önce yaptığımız görüşmede, Ergenekon’a atfen “AK Parti iktidarda olduğu sürece darbe planları sürecek” demiştiniz. Son gelişmeler, YAŞ süreci ışığında tekrar düşünürsek, aynı fikirde misiniz? Ya da hakikaten bu konuda bir sivilleşme yaşayacak mı?
AK Parti ile TSK ilişkisi çok keskin, radikal virajlardan geçti ve AK Parti’nin niyetine bir türlü inanılmadı. Bu partinin demokratikleşme, AB ile bütünleşme, anayasa reformu gibi niyetlerine yüzde 50 inanılmadı ve takiyyeci sıfatı takıldı. Yüzde 50 de inanılsa bile tehlikeli bulundu. Bir kere AK Parti bunca senedir iş başında. Arada bir basında bu desteğin zayıfladığı söylense de ben buna inanmıyorum, arkasında hâlâ büyük bir toplum desteği var. Zaten sonuçları 12 Eylül’de göreceğiz. Arkasında hâlâ sağlam bir toplum desteğinin oluşu ve bunca senedir badiresiz bir biçimde -TSK’nın müdahalelerini ve darbe planlarını kastetmiyorum- yönetebilme kudretine sahip bir parti olarak iş başında oluşu aslında bu darbe planlarını körüklemiş görünüyor. Dolayısıyla takiyye meselesine, yani bu partinin İslamcı niyetlerine inanıldığı için darbe planları yapıldığı iddiasına inanmıyorum. Bu partiye karşı TSK’da baş gösteren düşmanca, radikal karşı koyuş bence büyük ölçüde partinin siyasi direnciyle ilgili, siyasette oynamakta olduğu rolle ilgili. Bu birinci tespit.

“AK PARTİ DEMOKRASİ HAVARİSİ OLMAK ZORUNDA KALDI”
İkincisi ne?
İkincisi şu: TSK’nın iktidarının büyük ölçüde iç güvenlikten kaynaklandığını biliyoruz. Yani iç tehditlere dayanan bir iç güvenlik anlayışı hâlâ yürürlükte olduğu için TSK hâlâ güçlü. Kürt meselesi, İslamcılık, irtica bu güvenlik anlayışının en önemli dayanakları. Bu noktada ben bir kurgu da görmüyor değilim. AK Parti’yi bir irtica odağı olarak kapatmaya kadar gidelim diyorsunuz. Bu parti irtica odağı olarak gösterilerek aslında askeri bürokrasinin Türkiye’yi himaye etme, kollama, vasi işlevi meşrulaştırılıyor bir bakıma. Orada bir oyun oynandığını düşünüyorum. Psikolojik, algılayışa dayalı bir oyun… İrtica odağı olarak gösterilen bir siyasi partinin, bir iktidarın aslında kendi iktidarlarının sürmesi için bir araç olarak kullanıldığını düşünüyorum. Dolayısıyla AK Parti sürekli olarak itildi, veto edildi, sürekli olarak hor görüldü ve sürekli olarak AK Parti iktidarına karşı konuldu. Bunun en en önemli sonucu olarak AK Parti bir demokrasi mücadelesi içine itildi. Bu parti büyük ölçüde istemeden, demokrasi havarisi olmak zorunda kaldı. Bu da ilginç bir sonuçtur Türkiye için, bilmiyorum başka ülkelerde bunun bir benzeri var mı? Yani asker - siyasetçi arasında hor, kaba bir ilişkinin bir siyasi partiyi sırf hayatta kalabilmek için demokrasi savunucusu haline getirmesi çok ilginçtir.

AK Parti de bundan iyi mi faydalandı?
Tabii doğru zamanda, doğru yerdeydi ve doğru işi yaptı. Avrupa Birliği onun ayakta kalabilmesi için bir vesile oldu. İç tehditler vasıtasıyla, korkularla ve güvensizlikle beslenen bir ortamdan ve maceradan bir demokrasi havarisi siyasi parti çıktı. Bu parti demokrasiyi ne kadar içselleştirmiştir, ne kadarını araç olarak kullanmaktadır, sorusunu parti zaman içerisinde zikzaklar çizerek cevaplıyor.

“AK PARTİ HÂLÂ ÜRKEK”
Bu zikzaklara örnek verebilir misiniz?
TCK’nın 301. maddesiyle ilgili Cemil Çiçek’in direnişi ve Ermeni Konferansı’nın toplanması sırasında verdiği beyanlar “bu parti demokratikleşmeyi içselleştirmemiş” dedirtti bize. Basına gösterilen toleranssızlık da çok kötü örnekler. Fakat adeta “kesintisiz darbe” planlarının ayyuka çıkmasıyla aynı partinin giriştiği, darbe planlamakla suçlanan ordu mensuplarını yargılama süreci bence son derece olumlu. Sorunuza dönecek olursak, zorla itildiği bir mecrada bir sivilleşme hamlesine geçme işaretleri veriyor AK Parti ama hâlâ ürkek bir biçimde veriyor. Peki bu parti asker-sivil ilişkilerini demokratikleştirebilir mi? Sivil iradenin ağırlığını koyabilir mi? Türkiye yeni bir sivilleşme aşamasına geçebilir mi? Buna cevabım, “evet işaretler var, her ne kadar orada da büyük hatalar yapılıyor olsa da yargılama sürecini başlatması olumludur” olacak. Ancak hâlâ bir ürkekliğin olduğunu da söylemek mümkün. Belki referandumdan çıkacak sonuç sevindirici olursa, Türkiye’nin asker-sivil ilişkileri daha iyi rayına oturur. Daha doğrusu sivil iktidar o iradeyi gösterir.

Bu ürkekliğin kaynağı ne sizce?
Ürkekliğin kaynağı tarih. Bu ilişki gerek 2002’den önceye giden tarihselliği, gerekse 2002’den bu yana uzanan zaman dilimi açısından olumsuz. Kapatmaya kadar giden, e-muhtıraya muhatap olunan ve partinin cumhurbaşkanı adayının seçilmemesi için TSK tarafından her türlü mücadelenin verildiği, seçilen cumhurbaşkanıyla konuşulmadığı, yan yana oturulmadığı, hakir görmenin sürdürüldüğü bir süreç. Bunun bir geçmişi de var, darbe geleneği var bu ülkenin, merkez sağ-sol, tüm partilerin nasibini aldığı bir müdahale geleneği bu. Ürkekliğin nedeni bu tarih.

“ASKERİN BAKIŞININ DEĞİŞMESİ KOLAY DEĞİL”
Sonuçta asker - sivil ilişkilerinin bir dengeye oturacağına inanıyor musunuz?
Türkiye’de asker - sivil ilişkileri bir dengeyi bulacak, sivil irade galip gelecek. Ama çok uzun vadede olacak bu. Kısa vadede, bu ilişkilerin düzelmesini ve ordunun kendisine çeki düzen verip, Batı ülkelerinde gördüğümüz, yalnızca dış savunmadan sorumlu, iç politika konusunda fermuarlı bir ordu haline gelmesini beklemiyorum açıkçası. Bu durum sürecek. Peki niye sürecek? Çünkü askerin AK Parti’ye, siyasete veya irticaya bakışı iç güvenlik üzerinden, iç tehditler aracıyla oluyor. Bunun kaynağı da doktrinasyonları ve eğitimleri. Dolayısıyla ben gerçekçi davranıyorum ve AK Parti’ye, irticaya, Kürt meselesine, demokratik haklara, kimlik taleplerine, insan hak ve özgürlüklerine bakış açılarının akşamdan sabaha, önümüzdeki üç-dört-beş yıl içinde değişeceğine inanmıyorum. Ama benim için ana aktör sivil iktidarlardır.

Yani esas bu dengeyi sağlayacak olan hükümetlerdir…
Onlardır. Bunun mümkün olduğu kadar altını çizmekte yarar var. Sivil iradenin bir yerden başlaması, darbe teşebbüsünde bulunanların yargılanması bin bir zahmeti içeren ve hata dolu bir süreç belki ama bir yerden bunun başlaması gerekiyordu. Zaten ordu üst kademesinin de bu yargılanma süreci konusunda çok büyük bir itirazlarının olmaması, “olmaz yargılanamaz” diyememeleri, bu sürecin doğru olduğunu gösteriyor ama iş burada bitmiyor. Bizim görevimiz de bu noktada işte. Bunun ötesine geçmeli. Hükümet bu işi sadece yargıya havale edip bir kenara çekilemez. Son YAŞ toplantısı da hükümetin proaktif bir tavır almasının başlangıcını oluşturması açısından önem taşıyor. İç tehdidin tanımlanmasına, artık meclislerin, hükümetlerin hatta sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, strateji kuruluşlarının bir biçimde dahil olması gerekiyor. Bu meseleye el atılacak. Güvenlik meselesinin sivil katılım olmadan, sadece askeri bürokrasinin kurum ve kuruluşlarında ve platformlarında tartışılarak karar verilir bir mesele olmadığı genel kabul görüyor. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin, ki önemli bir belge, gizli kapaklı internette veya kütüphanelerde, yazılı veya sanal âlemde bulunamayan bir belge olmaktan çıkarılması, bu belgenin açık seçik usullerle -gizli anayasa vasfını taşıyor ya- hükümetin ve meclisin katılımıyla yazılması ve topluma açılması, bu noktada gizliliğin de demokratikleştirilmesi gerekir. Boşlukları tespit eden bir komisyon kurarak hükümetin artık bu işleri üstlenmesi gerekir.

Asker - sivil ilişkilerini siviller aleyhine düzenleyen boşluklardan bahsediyorsunuz…
Evet. Asker aslında tehdidin doğasını, vasıflarını tanımlar. Sivil irade de onun gerçekliğini, cevap verip vermeme gereğini tespit eder. Ondan sonra da ortaklaşa bir çalışma yaparlar. Ben burada tüm sorumluluğun sivil kurumların, meclisin eline geçmesini değil, asker ve sivilin sorumlulukları paylaşmasını öneriyorum. Güvenlik ve tehditler siyasallaştırılmalı, belgeye dökülmeli, ardından da şeffaflaştırılmalı. Siyasallaştırılmalı derken, meclis ve çeşitli kurum ve kuruluşların müzakeresiyle oluşturulmalı. Elbette asker çok önemli bir rol oynayacak burada ama şu önemli: Siviller tarafından siyasallaştırılmalı, belgelendirilmeli ve topluma akmalı, şeffaflaştırılmalı…

“TÜRKİYE DOĞRU YOLDA”
Önceki söyleşimizde, AK Parti iktidarının sivil-asker ilişkilerini düzenleme, düzeltme AB ülkeleriyle aynı ayara oturtma yolunda attığı her adımın aslında gecikmiş bir adım olduğunu; geçmişte kaçırılmış çok fırsat olduğunu söylemiştiniz. Peki anayasa değişikliği paketine bakarsak, YAŞ kararlarına yargı, genelkurmay başkanlarına yüce divan yolunun açılması söz konusu. Bu değişiklikleri samimi buluyor musunuz, bahsettiğimiz sivilleşme yolunda önemli adımlar mı bunlar? Bir buçuk sene öncesine göre, hükümet daha mı doğru yapıyor?
Bir buçuk sene öncesine göre, Türkiye daha doğrusunu yapıyor. TSK’nın İç Hizmet Kanunu’ndaki 35. madde masada. CHP konuyu gündeme getirdi, toplum tartışıyor. Darbe planlarının sorumluları bir yığın olumsuzluğa rağmen TC tarihinde ilk kez sivil mahkemelerde yargılanıyor. Bu çok önemli bir açılım. Emasya Protokolü ortadan kaldırıldı, yeni bir anayasasız yaşanamayacağı bilinci toplumda açıkça ortaya çıktı. Birçok mesele tartışılıyor; çoğu çözümlenmiş değil kafalarda ama Türkiye doğru yolda. Bu anayasa değişiklikleri son derece yetersiz ama doğru adımlar. Asker - sivil ilişkilerine dair radikal şeyler içermese bile doğru adımlar. Temelinde yargıyla uğraşan bir anayasa değişikliği paketi bu aslında. Çünkü yüksek yargının, bu hükümetin birçok tasarrufunu engellediğini biliyoruz. Bunu ortadan kaldırmaya yönelik bu değişiklikler. Amacın bu olduğu açıkça ortada.

“ANAYASA PAKETİ TÜRK – KÜRT MESELESİ İÇİNDE ÖNEMLİ”
Bahsettiğimiz sıkıntılar sürecinde, yüksek yargının orduyla birlikte hareket ettiğini düşünüyor musunuz?
Elbette, bunu düşünmeyen mi kaldı? Çok açık ortada bu. Konuşmamın başında da sözünü ettim. Şu anda Türkiye’de, sadece askeri değil, sivil bürokrasiyi de, yüksek yargıyı da içine alan bir bürokratik vesayetin tahkim edilmesi durumuyla karşı karşıyayız. Bu yüzden bu anayasa paketini destekliyorum. Yeterli olmasa da, bütün bunlar bir araya geldiğinde elbette yeni bir Türkiye için bir başlangıçtır. Bu anayasa paketini Türk - Kürt meselesi için de önemli bir adım olarak görüyorum. Çünkü Kürt toplumunun bir Türkiye projesi içerisinde kendine yer edinmesinden, bir bütünleşmeden söz ediyorsak, ne tür bir Türkiye ile birlikte olacaklar sorusunun da cevabını bir miktar veriyor bu anayasa paketi. Biz daha demokratik bir Türkiye’nin kapısını açarak ancak, hepimizin haklarını, özgürlüklerini bir miktar genişleterek Kürtleri bu Türkiye projesine dahil edebiliriz. O açıdan da sembolik önemi olduğunu düşünüyorum.

Anayasa değişikliği bu konuda da bir rahatlama yaşatacak yani...
Psikolojik olarak bir rahatlama yaşatacak. Anayasal düzenini reforme eden bir Türkiye ile entegrasyon düşünülecek. Belki barış sürecine de, silahların susmasına da bir miktar destek verecektir.

“AK ORDU” MÜMKÜN MÜ?
Bütün bu süreçten TSK nasıl etkilenecek?
Darbe meseleleri nedeniyle TSK’nın bir miktar sarsıldığını, itibar kaybına uğradığını düşünüyorum. Bir miktar büyünün bozulduğunu düşünmek için de sebep var. Yani TSK’ya duyulan saygı biraz yitirildi. Heron olayı mesela… Bir irtifa kaybı olduğu ortada. Şimdi, ordu ile sürekli bir ittifak içinde olan radikal Kemalist çevrelerin bir parça mahcubiyet duyduklarını ve bu ittifakın birazcık çatladığını düşünmek için sebep var. Dolayısıyla yeni bir başlangıç için, yani sivil-asker ilişkilerinde hükümetin yeni bir başlangıç oluşturması için bence mükemmel bir fırsat doğdu.

Bu konuda şöyle bir endişe var. Özellikle son YAŞ'taki atamalardan sonra AK Parti’nin “kendi ordusunu yaratacağı” iddia edildi. Zira bazı komutanların ataması reddedilince, AK Parti’ye yakın komutanların önünün açıldığı söylendi. En son CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “YAŞ sürecinde yargı kullanılarak TSK’nın dizayn edildiğini, AK Parti’nin yargı içinde yapılandığını” söyledi. Böyle bir şey mümkün mü? AK Parti’nin “kendi ordusunu”, kendi komuta kademesini yaratması mümkün mü?
Böyle bir şey mümkün değil. Ama böyle bir izlenimin, böyle bir şaiyanın, düşüncenin ortaya çıkmasının arkasında yatan neden çok açık. Daha önce de ifade ettim. 2002’den bu yana sürekli olarak horlanan, köşeye sıkıştırılan, hakarete uğrayan, itilen bir seçilmiş sivil iktidarla karşı karşıyayız. Bu tür bir konjonktürde, bu kadar köşeye sıkıştırılmış bir iktidarın yandaş komutan atama yoluna gitmesi teorik olarak mümkündür. Ancak fiiliyatta AK Parti bunu yapıyor diyemiyorum çünkü “yandaş komutan” atayabilmesi için ya AK Parti’ye sempati duyan ya da AK Parti’ye olmasa bile demokratik sivil denetime ve iradeye saygısı olan komutanların olması gerekir. Ben ikisinin de biraz güç olduğunu düşünüyorum. İkinci ihtimale “Hilmi Özkök” örneğini verirseniz, Özkök’ün demokratik eğiliminin hem kendi dönemindeki komutanlarca hem de kendisinden sonra gelen genelkurmay başkanlarınca paylaşılmamasının da çok anlamlı olduğunu, yani ne AK Parti’ye sıcak bakan ne de bağımsız-demokrat nitelikli bir düşünce akımının orduda yeşeremediği cevabını veririm. Dolayısıyla AK Parti’nin kendi ordusunu istese bile nasıl yaratacağı büyük bir sorun.

İkisi de olmaz yani...
İki ihtimal de çok zayıf. “Kendi ordusunu kurma” iddiası son zamanlarda sivil emniyet teşkilatına ve bir derecede de orduya sızdığı düşünülen Gülen’ci hareketi ifade etmek anlamında kullanıldıysa bu iki hareketin birbiriyle dirsek teması ve yakınlığı olmasına rağmen önemli noktalarda ayrıştığını ve tamamen örtüşmediğini düşünmeliyiz.

Bu noktada, Başbakan Erdoğan’la dönemin genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt arasında gerçekleşen Dolmabahçe görüşmesi ne anlam ifade ediyor?
Bu kadar radikal bir şekilde sertleşmiş sivil ve bürokratik uçların olduğu bir ülkede bu tür buluşmaları bir emniyet süpabı olarak görmek gerekir. Bu tür uzlaşmaların, tavizlerin yapılamadığı bir ortamda patlamaların ne kadar şiddetli olacağını bir düşünün. Dolayısıyla, evet bu buluşmada belki bir ilkesizlik, “çok da etik olmayan” bir teklif var, ama olması da iyi olmuş. Hiç olmazsa patlama noktasına gelen sertliği yumuşatan bir buluşma veya buluşmalar serisi olmuş. Çünkü buluşmanın da tek olduğuna inanmak için bir neden yok. Herhalde temas noktaları var karşılıklı iki tarafın.

Peki son YAŞ sürecinde yaşananlar sizce bir devrim mi?
Tabii, çok önemli. Neil Armstrong’un dediği gibi “bizim için küçük ama insanlık için büyük bir adım…” Aynı durum. Yerleşik Batı demokrasilerinde sürekli rastlanan bir durum bu ama bizde çok büyük bir adım. Bu YAŞ toplantısı bir dengenin değiştiğini göstermesi bakımından dönüm noktası. Askeri ve müttefiki olan sivil bürokrasinin vesayetinin, sivil siyaseti gölgeleyen müdahalelerinin, ruhunun, mevzuatının, teamüllerinin delindiği bir noktadır bu. Dolayısıyla çok önemsiyorum.

REFERANDUMDA NE OLUR?
Diyelim, referandumda hayır çıktı. Bu takdirde Türkiye bu değişiklikleri AB’ye uyum yasaları çerçevesinde daha sonra yapmak zorunda kalmayacak mı?
Tümüyle katılıyorum. Hayır çıktığı takdirde, başbakanın bir zamanlar söylediği gibi Ankara kriterleri devreye girmeli. Ancak bu ülkede giremiyor. Çünkü anayasanın vadettiği çoğunluğu bulsa bile, Anayasa Mahkemesi’nden dönüyor. Bürokratik vesayet nedeniyle Ankara kriterleri devreye giriyor. Ben hayır oyu çıkacağını düşünmüyorum açıkçası. AK Parti’nin kendi seçmen kitlesinin hayır oyu vermesi için hiçbir neden yok. Az bir farkla çıkar belki ama, yüzde 50’den yüzde 60’a kadar yolu var. Hatta onu aşabilir bile diye düşünüyorum.

Başbakan referandumu 12 Eylül ve 27 Mayıs’la hesaplaşma olarak görüyor. Sizce öyle mi?
İlk bakışta doğru. İçerdiği maddeler bakımından bu iki darbe rejimiyle hesaplaşır görünen bir anayasa reformu paketi. Fakat daha detaylı, analitik bakacak olursak hesaplaşmayı birincil amaç olarak görmekten çok normalleşmeye ve hükümeti pratikte rahatlatmaya yönelik bir paket bu. Türkiye üzerinde askeri ve sivil bürokratik vesayetin bir ölçüde hafifletilmesine, işin içine seçilmiş iradeyi de katmaya dayanan bir anayasa paketi söz konusu. Evet bu hem bir hesaplaşma hem de normalleşme paketi ama başta da söylediğim gibi, yetersiz. Anayasa paketi bu haliyle kalırsa, birazcık sevinip sonra tekrar ağlamaya başlamaktan korkuyorum. Hükümet reformları hızlandırmalı.

“CHP BU SÜREÇTE DESTEK OLMALIYDI”
Peki bu süreçte muhalefetin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Korkunç! Bunu, muhalefet etmiş olmak için muhalefet etmeye bağlıyorum. Bu da bir teamül Türk siyasetinde. Birkaç tırnak içinde “sosyal demokrat” demem gereken bir partinin rejimin temel meselelerine olumlu anlamda el atan, hak ve özgürlükleri bir miktar genişleten bu tür yapılara geçit vermemesi ve bunları aslında sivil vesayet olarak nitelendirmesi çok korkunç. Kaldı ki bu temel meseleler -örneğin Kürt meselesi- kapıya gelip sıkıştırmış durumda Türkiye’yi. Bu meselede CHP’nin hükümete bir an evvel el verip yeni bir “insan güvenliği” anlayışını hem Türkiye’de hem o bölgede yükseltmesi gerekir. Kürt meselesinde CHP ve AK Parti ittifakının bir an önce gerçekleşmesini dileyenlerdenim, bu Türkiye için şart. Ütopik de olsa. Böyle bir şeyin olması için tabii öncelikle anayasa reformuna destek olmaları gerekiyordu. Çünkü bu, yeni bir Türkiye ve umutlu bir geleceğin kapısını açıyor. Böyle bir Türkiye ile bütünleşmek isteyecektir Kürtler.

BDP’nin yaklaşımı için ne diyorsunuz?
BDP’nin tavrında desteklenecek bir yan yok. Onlar da muhalefet etmiş olmak için muhalefet etmekteler. Bu tür politikalar aslında artık çağın dışında kaldı, ama hâlâ Türkiye’de geçerliliğini koruyor. BDP de o da sertlikten büyük ölçüde beslenen bir parti. Her ne kadar içindeki bazı kadroların daha entelektüel, yumuşak, seçkinci bir bakış açısı varmış gibi görünse de sertlik açısından BDP de bence diğer oluşumların hiç dışında değil.


Habertürk

Son Güncelleme Tarihi: 25 Ağustos 2010 14:50

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0