Akıl tutulması, saptırma, çarpıtma... - Cengiz Çandar
15 Şubat 2012 15:14
Durumun saçmalığının farkında mısınız? Böyle bir devlet olur mu? Hukuk devleti böyle mi olur?
Yazılarımızda ‘akıl tutulması’ görülüyor. Tuhaf sorular soruyorlar: “MİT mensupları suç işlemişlerse, görevlerini kötüye kullanmışlarsa, onlardan hesap sorulmayacak mı? Burası hukuk devleti olacaksa böyle olması gerekmiyor mu?”
Bu soruları ortaya atarak, geçen hafta, -hafta sonu görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle görevinden alınan- özel yetkili savcının başlattığı soruşturmanın meşruluğunu savunur haline geliyorlar.
Bazılarımızın ‘akıl tutulması’, aynı çerçevede görevlerinden alınmış olan İstanbul Emniyeti’nin (eski) İstihbarat ve Terörle Mücadele şube müdürlerinin savunulmasına işi götürüyor.
Konuyu saptırmanın anlamı yok. Kıyamet, ‘görevlerini kötüye kullandığı’ ve ‘KCK içinde suça bulaştıkları’ iddia edilen MİT mensuplarının ‘hukukun gereği olarak’ hesap vermeleri için savcılık tarafından çağrılmaları nedeniyle kopmadı.
Kıyamet, savcının –görevini kötüye kullanarak- ‘şüpheli’ sıfatıyla –altını kalın çizgilerle çizelim; bilgilerine başvurulmak üzere değil ‘şüpheli’ sıfatıyla MİT Müsteşarı’nı, bir önceki MİT Müsteşarı’nı ve ‘Oslo süreci’yle ilgili olarak iki MİT görevlisini çağırması ve soruşturma başlatmak istemesiyle koptu.
Yani, soruşturma konusu olan ‘Oslo süreci’dir.
Oslo’da yapılan nedir? ‘Devlet’ yönünden bakıldığında amaçlanan nedir?
PKK ile görüşmek. Amaç, PKK’nın silahlı mücadelesini sona erdirmek.
Buna, polisin hazırladığı fezlekeyle soruşturma açarsanız, Başbakan’ın ‘siyasi sorumluluğu’nu üstlendiği ‘Oslo süreci’ni yani siyaseti kovuşturmaya başlamış olursunuz.
Bu da, polis-yargı ekseninin, bizzat siyaset yapmaya başlamış olduğu anlamına gelir.
Hele, MİT Müsteşarı’nı ve selefiyle yardımcısını ‘şüpheli’ sıfatıyla çağırmanız demek, devletin gizli istihbarat örgütü şeflerinin ‘tutuklanması ihtimali’ni ifade eder.
Ya Hakan Fidan tutuklansaydı?
2012 yılının şubat ayında bu ne anlama gelir?
Suriye konusunda Türkiye’nin muhtemel rolünün BM Güvenlik Konseyi’nde konunun tıkanması sonrası gündeme geldiği, İran-İsrail ilişkilerinin yeni bir gerginliğe girdiği, Irak’ta durumun her zamankinden daha belirsizleştiği bir sırada, devletin gizli istihbarat örgütü yönetimini dağıtmak ve hapse tıkmaya kalkışmak anlamına gelir.
Niyetiniz ne olursa olsun, bundan başka bir anlama gelmez.
Şöyle bir düşünün; şayet Hakan Fidan, Beşiktaş Adliyesi’ne ‘şüpheli’ sıfatıyla gitmiş olsa ve Savcı Sadrettin Sarıkaya, ifadesinden tatmin olmayıp ‘kuvvetli suç şüphesi’ iddiasıyla kendisini özel yetkili mahkemeye sevk etse, mahkeme de savcının mütalaasına katılsa, şu anda Hakan Fidan Silivri’de olacaktı.
Ne vakit?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Washington’da ABD yetkilileriyle Suriye’yi masaya yatırdığı ve aynı konuda Arap Birliği ile yoğun temasta olduğu bir sırada.
Peki, tam da böyle bir zaman diliminde CIA’in başı ile İngiliz dış istihbarat örgütü MI-6’nın başı, ‘müttefik’ Türkiye’nin dış istihbarat örgütünün başı ile üçlü bir toplantı yapmak için girişimde bulunsalar, ne diyecektiniz?
“Bu toplantıyı yapamayız. Bizim MİT Müsteşarı Silivri’de hapis. Başbakan’ın talimatıyla Oslo’da PKK yetkilileriyle uygunsuz görüşmeler yapmış. Yargılanacak!”
Bunu mu diyecektiniz? Başka bir cevap verebilir miydiniz?
Veya İran ya da Suriye istihbarat örgütlerinin başları, el altından MİT Müsteşarı ile temas kurmak isteseler ne diyecektiniz?
“Biz hukuk devleti olduğumuz için bizim MİT Müsteşarı gizli bir görüşmeden ötürü içeri atıldı.”
Durumun saçmalığının farkında mısınız? Böyle bir devlet olur mu? Hukuk devleti böyle mi olur? Hukuk devletinde polis-yargı ikilisi siyasetten özerkleşip, siyasetin üzerine çıkabilirler mi?
Tam da bu nedenlerden ötürü, polis-yargı ikilisinin hamlesine, hükümetin keskin tedbirlerle, İstanbul Emniyeti’nden görevden almalar, savcıya soruşturmadan el çektirme ve yeni yasal düzenlemelerle tepki vermesinden doğal ne olabilir?
Bu tepkilerin ve karşı önlemlerin niteliği ve hukukiliğine ilişkin tartışmaya kalkmak ve bunları ana muhalefet lideri gibi ‘aptalca’ diye nitelemek, ancak sanki ‘Alice Harikalar Diyarında’ gibi Türkiye’de yaşamakta olanlara ait bir lüks olabilir. Ya da çarpıtma, hedef şaşırtma, gerçek durumu saptırma.
Kandil’den değerlendirme
Ankara ve İstanbul’da yaşayanların göremediği ya da görmek istemediğini ta Kandil’de Murat Karayılan nasıl görüyor? Karayılan, dün yaptığı açıklamada şunları söyledi:
“Dikkat edelim, Oslo’da diyalog süreci 2008 yılında başladı. Hemen peşi sıra nisan ayında KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetine karşı bir yönelim başlatıldı. Yani eğer bugün diyalogların başarısızlığından bahsedilecekse bunun en başat nedeni bu KCK operasyonlarının sürece bir hançer gibi sokulmuş olmasıdır. Günümüzde diyalog sürecini durdurmakla yetinmeyip diyaloğu geliştirenlerin de bu operasyonların kapsamına alınması çok ilginçtir. Demek ki bu kesim yani diyalog sürecine karşı olan bu kesim devlet ve hükümet içerisinde kendisine o kadar güveniyor ve o kadar zemin bulmuş ki diyaloğu geliştiren ekibi de yargılamak istemektedir... Bunun hem devlet kesimleri içerisindeki kesimlerin çatışma boyutu var hem de uluslararası boyutu vardır. Bu boyutları bulunan derin bir müdahaledir. Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesine karşı 2009 operasyonlarıyla birlikte bir süreç başlatılmış ve bu süreç bugün artık bu diyalog kapısını tümüyle kapatmaya ve topyekûn savaş sürecini tek çıkar yol olarak bırakmaya evrilmiştir.”
Peki bu son gelişmelerin ‘uluslararası boyutu’nda dış istihbarat örgütlerinin rolü var mı? Ne de olsa hedef tahtasına oturtulan Türkiye’nin gizli dış istihbarat örgütü.
Bilemeyiz. Yoktur da diyemeyiz. Manzaraya bakılınca, akıllara bu ihtimalin gelmesi de engellenemez.
Olan-bitene bir gözlemci polis-yargı eksenini kastederek, şu hükmü verdi: “Bu kez baltayı taşa vurdular. Balta eğrildi. Zarar gördü. Ama taş da zarar gördü.”
‘Taş’ın restorasyonu mümkün. Baltayı ise birilerinin elinden alıp gömmek gerek. Bir de bazılarının ‘akıl tutulması’nı tedavi etmek...
Radikal