Hasan Mutlucan
17 Ocak 2012 15:47 / 2590 kez okundu!
Hasan Mutlucan'ın ölüm haberini gazetelerde okuduğumda, alnındaki damgayla ölüp gitmiş bir kölenin ölmüş olduğu duygusundan kendimi çıkaramamıştım. Gün içinde de feysbukta, sayfa sayfa aktarılan egemen medya dilinin saldırgan buluşçuluğuyla karşılaştım.
Olup bitenler sadece bir 12 Eylül trajedisi değil… 12 Eylülü de aşan bir şey… Eğer, ülkedeki tartışmalarda, zaman zaman, kendimi daha uzak bulduğum görüş ve arkadaşlara yakın hissediyorsam bu yüzdendir; evet, hem bu ülkenin hem de her birimizin kişisel tarihi içerisinde 12 Eylül çok şey ifade eder ama her şeyi ifade etmez...
Hasan Mutlucan'ın trajedisinin nedeni sadece 12 Eylül değildir çünkü. Bu her şeyden çok, eylem, tutum ve seçimlerimizin olası tüm sonuçlarının sadece bizim tarafından anlamlandırılmamış olduğunu; kendi kaderimiz hakkında tasavvurlarımızın mutlak ve belirleyici olmadığını da gösteren bir durumdur… Üstelik sorun bireyden sanatçıya doğru açılınca Hasan Mutlucan özelinde daha da vahim sonuçlar oluşturuyor. Çünkü sanat/sanatçı seçim ve duruşunuz, sonuçta yorumun soğuk ve insansız ikliminde kendinize karşıt bir seyir izleyebiliyor; ve size kalan, bu yoruma itiraz bile edememe hali… Sizi sonsuza kadar suskunluğa davet eden, suskunlukla karşılayan bir dünya…
Süreci bir bütün olarak hayal edince, Hasan Mutlucan'ın öyküsünde, bu öykünün Hasan Mutlucan'a dönük yüzünde, 12 Eylülcü generallerde bile bir masumiyet bulmak mümkün. Yani, 12 Eylül sabahı, TRT radyo ve ekranlarından yansıyan seçim, titiz bir darbeci seçimi mi yoksa işgüzar birinin birden aklına gelmiş olan bir seçim mi, işin bu kısmına dair bir bilgim yok; ama "kahramanlık türküleri falan olsun!" tarzındaki harcıalem, üstünkörü bir isteğin, arşivlerde karşılaşılan Hasan Mutlucan ile son bulduğunu hayal etmek, daha gerçekçi geliyor… İşte bu yüzden diyorum, 12 Eylül darbecilerinin Hasan Mutlucan'ı özellikle seçmiş olduklarını pek sanmıyorum; 'ortaya karışık kahramanlık türküsü olsun'un sofrasına çökülmüş olunduğunu daha mümkün olarak görüyorum…
Ama darbenin üzerinden otuz yıl geçtikten sonra, bir kişinin, bir türkücünün ölümünü "Darbenin türkücüsü öldü!" nidalarıyla karşılayan medyacı kalem erbabı için yukarıdaki "olsa olsa/hadi hadi" masumiyeti atfetmek, namümkün! Onlar tarafından her zaman piyasaya sürülebilecek, sizin kişisel yaşantınıza kanırtarak sokulabilecek faşizmlerinde daha incelikli, daha taammüden ve daha soğukkanlılıkla işlenen bir cinayetin izleri duruyor çünkü… Evet, darbecilerin yalapşap kaba kuvveti sizi bir Mayk Hammer hikayesine sürüklerken, medyacı kalem erbabı, inceliği ve sinsiliğiyle sizi en son sözü arseniğin söylediği Agatha Cristie hikayesinin gövdesine boşaltıyor…
Öte yandan, hayatının olağan akışı, Hasan Mutlucan'ın türküleriyle başlayan bir sabahta hayatı sonsuza değin değişmiş olan binlerce insanın kendi kişisel öyküleri ve serüvenleri içerisinde, Hasan Mutlucan'ın varlığını da 'ilk unutulacaklar/her daim hatırlanacaklar' dolabına kaldırmış olmaları anlaşılabilir bir şey… Bu insanlardan hayatlarının akışı içerisinde Hasan Mutlucan'a dönük olarak bir incelik, bir zarafet beklemek çok da akıllıca değil; ama bir türkücünün ölümünü, içlerinde "bir dönemin sonu" nidaları büyüterek gizli yada açık bir sevinç içerisine girmeleri üzerine de düşünmek zorundayız...
Çünkü medyacı kalem erbabının içindeki güç tutkusunu, iktidar sarhoşluğunu besleyen, büyüten en çok da işte bizlerdeki kişisel öfke ve sevinç duyguları… Çünkü onlar, ölen bir türkücünün ardından güya tarafsız, güya demokrat, güya gasteci olarak "darbenin türkücüsü öldü!" diye başlık atarken, bizlerin bu haberi okurken sevindiğimizi hayal ediyorlar ve bu hayallerine bizler cevap verdikçe, Olimpos köyündeki tanrılar gibi bizleri izleyerek neşelenip, eğleniyorlar…
Biz bu ölümü de hatıralarımızın içinde özellikle saklayalım… Ve en çok, faşizmin en çok kendimizde, kendi içimizde bulunduğunu; dünyadaki tüm faşistlerin de işte tam da buraya, kendi içimizdeki faşizme yerleşebildikleri için faşizmin her zaman var ve her zaman varolmaya hazır bulunduğunu unutmayalım..
Ali İhsan Özeren
17.01.2012; Sarıgöl
---
Hasan Mutlucan’ın çalınmış kültürel-duygusal kimliği... - Telesiyej/Taraf (10.01.2012)
O zamanlar kimsenin aklına ona sormak gelmemiş tabii, “Darbelerin ardından radyolarda, televizyonlarda türkülerinizin çalınması konusunda ne düşünüyorsunuz,” diye. (Böyle bir soru kimin aklına, nasıl gelebilirdi ki zaten o zamanlar, medya darbeleri alkışlarken!)
Herkes onun sesini darbelerle özdeşleştirdi.
Rumeli kahramanlık türküleri söyleyen bu türkücü, türkülerini darbeler için söyleyip, kaydettirmemişti ya.. ama bunu kimse düşünmedi.
Hasan Mutlucan darbelerin sesi oldu böylece.
Ve bundan hep acı çektiğini öğrendik, ölümünden sonra. Oysa her fırsatta solcu olduğunu söylemiş etrafına ve darbelere karşı olduğunu; Roll Dergisi’nin Kasım 2006’da yayımlanan 112. sayısında da şöyle demiş: “Hep çaldılar bu türküleri o günlerde. Ben o adamı da (Kenan Evren) hiç sevmedim. Zararı oldu bize. Dincileri de getirdi (...) Hâlbuki ben sağ görüşlü değilim ki. Kahramanlık türkülerini söyledim diye faşist mi oldum? ‘TRT diye bir kurumu tanımıyorum’ diye beyanatlarda bulundum. ‘Halkıma beni yanlış empoze ettiniz’ dedim. Kapanın elinde kalıyorsun, bu memleket böyle işte.”
Ama Hasan Mutlucan’ın bu söyledikleri, darbeler sonrasında çalınan türküleri kadar yaygınlaşmadı nedense.
İnsanın kültürel ve duygusal kimliği, nüfus kâğıdındaki kimliğinden çok daha önemlidir aslında.
Çünkü insanın ulusal belgeli kimliği bir biçimde çalınabilir. Ama kültürel-duygusal kimliğini çalmak, insanın ruhunu çalmakla eşdeğerdir bana göre.
Geçenlerde kaybettiğimiz Türk halk müziği sanatçısı Hasan Mutlucan’ın başına böyle bir talihsizlik gelmişti ne yazık ki.
Darbeler, Hasan Mutlucan’ın kültürel-duygusal kimliğini çalmıştı ve işin kötüsü bundan kimsenin haberi olmamıştı!
Hasan Mutlucan’dan çalınan kültürel-duygusal kimlik yerine ona başka bir kültürel-duygusal kimlik nakli gerçekleştirmişler; türküleriyle halkın sesi olan Hasan Mutlucan, artık darbenin sesi olmuştu.
Oysa halkın sesi olmakla, militarizmin sesi olmak arasında dağlar kadar fark vardır tabiatıyla. Solcu olmakla, faşist olmak arasındaki fark kadar: “Hâlbuki ben sağ görüşlü değilim ki. Kahramanlık türkülerini söyledim diye faşist mi oldum?” demiş Hasan Mutlucan, son röportajında acı içinde.
Ve ne yazık ki Hasan Mutlucan, malum nedenlerden dolayı, çalınan kimliğini tekrar geri almak için hukuki yolları kullanamamıştır.
Hasan Mutlucan’ın kültürel-duygusal kimliğini çalmak, aslında ideolojik bir hırsızlıktır bana göre. Halkını kucaklayan solcu bir sanatçının sesini kendisinden izin istemeden radyo ve televizyonlarda yayınlamak, en basit tabirle bu sesi kullanmaktır. Hem de ona militarist bir kimlik yüklemektir aynı zamanda.
Hasan Mutlucan’ın cenazesinde bulunan dostu Mustafa Alabora, onun çok iyi bir türkücü ve tiyatrocu olduğunu belirterek: “Kendisinin en büyük sıkıntısı 12 Eylül’de onun şarkılarının çalınmasıyla ilgiliydi. Çünkü bu, kendisinin iradesinin dışında yapılan bir şeydi. Kendisi asla darbeci görüşlere sahip bir adam değildi. Ruhu şad olsun” demiş.
Bana göre bu çok tuhaf ve acı bir hikâye.
İnsanın bir sabah uyanması ve kendi sesiyle birlikte, neredeyse kendi sesinden darbeyi öğrenmesi –üstelik kendi iradesi ve siyasi görüşleri dışında bir durum iken bu–, tanımlanamayacak, ifade edilemeyecek kadar trajik, belki de Şekspiryen bir travma.
Ve hâlâ öyle anılmak...
Milliyet gazetesi 29 aralık günkü nüshasında “Darbelerin simgesi öldü” başlığıyla verdi Hasan Mutlucan’ın ölüm haberini.
Hürriyet gazetesi de, sanatçının ölüm haberini aynı tarihli nüshasında, “Darbe türkücüsü hayatını kaybetti” başlığıyla verdi.
Radikal gazetesi ise, “Darbelerin türkücüsü hayatını kaybetti” başlığını kullandı.
Hasan Mutlucan’ın onuru çiğnenmiş.
Bunu çok geç öğrendik.
Hiçbirimizin aklına sormak gelmediği için, “Sizin bu duruma onayınız var mı?” demediğimiz için, bir bakıma hepimiz sorumluyuz onun çektiği acılardan.
Bir de ailesi ve çoluğu çocuğu var tabii, belki torunları da.
Hiç mi düşünmez medya, bu başlıklardan onların tedirgin olabileceğini.
Medyanın Hasan Mutlucan’a ve ailesine bir özür borcu var bence.