“Martılar denize yakın ölür“
21 Mart 2010 21:17 / 2412 kez okundu!
Ağaçlarda sararan yaprakları okşayarak pencereden süzülen güneşin sıcaklığını duyunca bedeninde koltuğunu camın önüne çekti. Kendini güneşin sıcaklığına bırakıvermişti. Koltuğa yayıldı tembel bir kedi gibi. Kollarını başının üstünde havaya kaldırarak gerindi ve ve öylece miskin bir yorgunluğun kucağına bırakıverdi kendini.
Zaman ne çabuk akıp gidivermişti. Bütün zorluklara ve saldırılara karşı koyabilecek kadar güçlü zannediyorlardı kendilerini. Oysa işte şu pencere camının arkasına, güneşin sıcaklığına teslim olmuş bir kedi gibiydi.
Yalnız, hatta yapayalnızdı. Güneş içini ısıtıkça o, içinden çıkılmaz bir karanlığa dalıyordu tek başına.
Ne hayatlar gelip geçmişti yaşamından. Kimler için neler hissediyordu. Tek tek her bir yaşamdan sorumlu olmalı mıydı. Gerçekten de tek başına mı vermişti bütün kararlarını. Hep kollektif bir iradenin ürünü olmakla övünürken yenilmenin yarattığı panikle neden suçlu arıyordu herkes. Gerçekten de yanlışları olmuş muydu. Elbette olmuştu; kendine anlatabildiklerini başkalarına nasıl anlatabilecekti. Ya da gerçekten anlayabilecekler miydi onu. Off! Bu zaman ne kahredici bir karanlığa çekiyor beni diye düşündü.
Geriye dönüp baktığında yurt dışına çıkmak için güneşin esir aldığı bu odada daha ne kadar bekleyecekti. Ne uzun ve kahreden bir bekleyişti bu. O, bunları düşünüyorken yoldaşları vardı gözaltında. İşkence tezgahlarında direnenler, direnemeyenler. Teslim olmayanlar ya da ihanetin ateşiyle yananlar. Daracık odalarda işkence tezgahlarına sıkıştırılmış bir büyük kavganın teslim alamadığı esir yoldaşları vardı. Hayat direniyordu dışarıda, o ise sıkışıp kalmıştı bir odaya.
Neden? Nedendi bu yurt dışına çıkmalar? Hani kavga sonuna kadar değil miydi? Kim bizi çekip çıkarıyor?
Bu kaçışın anlamı ne? Neden kalıp da bir biçimde direnmiyoruz?
Kafasında dönüp dolaşan sorular sorular...
Benim ya da benim gibilerin kaçışı için miydi yaşanan onca acılar. Onlarca yıllık kesinleşmiş hükümleriyle içeride yatanlar, her ne olursa olsun memleketin bir dağ köyünde ya da gece kondu mahallelerinde büyük şehirlerin; işçi evlerinin bir odasına sıkıştırılmış yaşamlarıyla direnenlerin yüzüne nasıl bakardı bir daha.
Annem nasıl acaba? Nasıl da merak ediyordur şimdi beni. Bir yolunu bulup da haber versem. İyiyim desem. Ya da merak etme oğlun iyi dese birileri. Derdinden ölecek kadın. Nedir bu annelerimize çektirdiklerimiz. Gene kendimi kaptırıyorum işte. Bu kadar evlat acısının sorumlusu sanki bizlermişiz gibi. Bu güneş düşüncelerimi de miskinleştiriyor sanki düşündü. Gözleri pencerenin dört kenarına sıkışmış ağaçlara takıldı. Yapraklar bile nasıl direniyorlar gelen kışa. Hemen bırakıp terketmiyorlar dallarını. Birer birer savrulan sarı yapraklarda düşlere dalıyordu yeniden. Güneşin sıcaklığı onu içinden çıkılmaz bir karanlığa çekiyordu tek başına.
Kapının zili çaldığında sıçrayarak uyandı. Korkmuştu. Kimdi acaba gelen. Bu korku da nasıl esir alıyor insanı. Gözü kara, mert ve korkusuz bir devrimciydi. Cesaretiyle öne atıldığı zamanlarda cesaretinden etkilenen ne kadar çok insan vardı onunla birlikte kavganın içine atılan, kendini ateşe atan. Şimdi ne oluyordu da bir kapı zili yüreğini titretiyordu böyle. Gelen polis bile olsa başına gelecekleri biliyordu. Her şeye hazırdı oysa. İşkencelerde ölmeye bile hazırdı.
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin...
....
Ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakılacaksa
Ölüm hoş geldi
Safa geldi...”
Bir an kalakaldı.
Ölümü nasıl da kutsadıklarını düşündü.
Oysa yaşamı savunmalıydık, yaşamı savunmalıyız.
Yaşamı...
Zil bir kez daha çalınca yine bekledi.
Sonra iki kısa zil ve iki tıklama bekledi ve kapıya yöneldi. Gelen yabancı değildi.
Zeytinburnu’nda emekli bir işçinin evinde kalıyordu. Evde yalnızdı. Evdekiler nereye gitmişlerdi, bir şey bilmiyordu. Bilmek de istemedi zaten hiç. Merak etme, bu ev ve civarı güvenlidir, burada bir kaç gün güven içinde olacaksın demişlerdi ona...
Kapıyı utanarak açtı. Korktuğu için utanmıştı ama utancını yalnız kendinle yaşadı. Gelen Adem’di.
Elinde bir çanta, içinde yiyecek bir şeyler ve bir zarfla gelmişti Adem. Zarfın içinde kendisi adına düzenlenmiş sahte bir pasaport vardı.
“Ne oldu, bir şey mi oldu?” diye sordu Adem.
“Yok bir şey, koltukta uyuyup kalmışım ondandır” diye sıkılarak geçiştirdi Murat.
Çay demleyip, birlikte bir şeyler atıştırdılar. Çayları tazeledi Adem. Sonra sarı zarfı açarak içinden pasaportu çıkarıp, gerekli bilgileri Murat’a aktarırken, Murat dalmıştı yeniden. Zor olacaktı memleketinden kopması. Bir yanı çekiyordu onu. Kalmalısın. Kavga devam ediyor. Sen de kavganın içinde olmalısın. İçeride ya da dışarıda ama başka ülkede değil diyordu içindeki ses.
“Tamam mı?” diye sordu Adem.
“Ne tamam mı” diye yanıtladı Murat. Dalıp gitmişti ve Adem’in anlattıklarını duymamıştı.
“Ne oldu?” diye sordu Adem.
“Hiç” dedi Murat. “Şu zarfa takıldım.”
“Mehmet anlatmıştı” diye başladı anlatmaya.
“Askıya aldıklarında polisin biri bir yandan Mehmet’ i sallıyor bir yandan da biz herşeyi biliyoruz. “Senin sekreterin bülbül gibi konuştu bu askıda. Sen niye direniyorsun” diye zarf atmış. Şimdi aklıma Mehmet’in bu anlattıkları geldi de; zarfları da kirlettik” diye düşündüm dedi.
Adem sinirlendi. “Bak Murat dışarıda armut toplar gibi adam topluyorlar. İşkencelerden geçiriyorlar. Asıyorlar. Evlerden okullardan fabrikalardan otobüslerle insanları bilinmez bir karanlığa götürüyorlar.
Zarfları da kirletmişiz. Onurumuzdan başka herşeyimiz kirlendi Murat, anlıyor musun. Herşeyimizi kirlettiler. Zarfları da kirletmişiz”. Sinirlenmişti Adem. Hadi topla kendini topla... diye söylenerek çayları tazeledi bir daha.
Sonra Adem bütün detayları bir kez daha tekrarladı. Kucaklaştılar ve ayrıldılar. Adem sessizce kapıyı kapatarak gitti.
Güneş batmış, sonbaharın kızıllığını bırakmıştı geceye. Murat derin yalnızlığına dalmıştı bir kez daha.
Gecenin laciverti güneşin kızıllığını kucaklayarak yıldızlara taşıyor diye düşündü. Bizim kucaklaşmalarımız ise ayırıyor bizleri dedi. Sadece yalnızlığı duymuştu mırıltılarını.
Sessizce kapıyı kapattı. Anahtarı iki kez çevirdi. Bahçe kapısının sağ tarafındaki büyük saksının içine kuru yaprakların arasına bıraktı anahtarı. Arkasına bakmadan sakin adımlarla tren istasyonuna doğru yürüdü. Kahvenin önünden geçmeden büfeye uğrayarak bir paket sigara ve bir gazete aldı.
İstasyon kapısındaki simitçiden çıtır bir simit aldı. İştahla ısırarak tren saatini beklemeye başladı.
....
“Komşu pasport be!”
Pasapotunu gösterdi.
“Kaç yıl var be komşu gurbettesin sen” diye sordu kondüktör.
“Sekiz” dedi Murat.
“Daha ne kadar be komşu...?” sorusunu bitirmemişti ki Murat;
“Allah bilir, allah bilir” diyerek kısa kesti.
Geride bıraktıkları çekiyordu Murat’ı. Kompartımanın penceresine yansıyan aksine bakıyordu. Camda kendisiyle konuşmaya başladı sessizce.
Nereye gidiyorsun? Diye soruyordu camdaki aksine,
Nereye gidiyorsun?
Gökyüzü alabildiğine maviydi bugün. Vapurun kıç tarafına oturmuştu. Üzerinden gülerek martılar geçiyordu. Martılar denizleri terketmezler hiç diye düşündü. Sonra şairini hatırlaymasa da mısraları aklındaydı hala;
“Martılar denize yakın ölür”
Çayından bir yudum aldı sıcacık. Derin bir nefes. Sonra boğazı kucakladı usulcacık...
Nereye mi gidiyorum?
Vazgeçemediklerime...
Ali Rıza Üleç
20.Mart.2010-Almanya