‘Beka Meselesi' Tartışmalarına Sakin Bir Bakış
13 Mart 2019 11:19 / 3527 kez okundu!
Beka ve demokrasi ciddî ve derin mevzular. Bunların siyasette, özellikle de bir seçim sürecinde lâyık-ı veçhile tartışılmasını ummuyorum, beklemiyorum. Tartışmalar günlük ve yüzeysel. Bu yüzden, tabiri caizse, bu topa girmemeyi, bekleyip, seçimlerden sonra ortaya çıkacak siyasî tabloyu değerlendirmeyi düşünüyordum. Ancak, hem tartışmanın sert geçmesi hem de mevzuların önemli olması beni bazı fikirlerimi kamuyla paylaşmaya teşvik ediyor.
****
‘Beka Meselesi’ Tartışmalarına Sakin Bir Bakış
31 Mart seçimleri genel mahallî seçim sürecinde siyasette tartışma konusu olan –eğer en önemlisi değil ise- en önemli meselelerden biri ülkenin ve milletin bekasına ilişkin. Cumhur İttifakı (Cİ) bileşenleri Mart ay sonundaki seçimlerin ülkemiz için bir beka meselesi olduğunu söylüyor. Bu seçimlerden çıkacak sonucun beka mücadelesini etkileyeceğini, Cİ’nin kaybetmesi -yani Millet İttifakı’nın (Mİ) kazanması- hâlinde memleket için bir beka meselesi doğacağını veya zaten var olan beka mücadelesinde zora girileceğini iddia ediyor. Mİ ise tamamıyla ters bir noktada duruyor. Ülkenin bir beka meselesi olmadığını, varsa sadece iktidar ve Erdoğan için bir beka mücadelesi olduğunu üzerine basa basa söylüyor. İlâveten, 31 Mart seçimlerini demokrasinin kazanacağını, yani kendisinin kazanmasının demokrasinin kazanması anlamına geleceğini söylüyor. Tersinden bakıldığında Cİ’nin kazanmasının demokrasinin kaybetmesi anlamına geleceğini iddia etmiş oluyor.
Seçim sürecinde beka meselesi ilk defa gündeme getirilmiyor, tartışılmıyor. Daha önce de benzer durumlar yaşandı. Kısa bir sohbetimizde akademisyen Fuat Keyman’ın hatırlattığı üzere, daha önceki seçimlerde-referandumlarda muhalefet beka meselesini kullandı. Meselâ, anayasa referandumunda ülkenin hükümet sistemini değiştirmenin Cumhuriyet’in -hatta Türkiye’nin- yok edilmesi anlamına geleceğini öne sürdü. Bu sefer tersi oluyor ve iktidar beka meselesine sarılırken muhalefet beka meselesi tezine şiddetle karşı çıkıyor.
Beka ve demokrasi ciddî ve derin mevzular. Bunların siyasette, özellikle de bir seçim sürecinde lâyık-ı veçhile tartışılmasını ummuyorum, beklemiyorum. Tartışmalar günlük ve yüzeysel. Bu yüzden, tabiri caizse, bu topa girmemeyi, bekleyip, seçimlerden sonra ortaya çıkacak siyasî tabloyu değerlendirmeyi düşünüyordum. Ancak, hem tartışmanın sert geçmesi hem de mevzuların önemli olması beni bazı fikirlerimi kamuyla paylaşmaya teşvik ediyor.
Önce şunu belirterek başlayayım. 31 Mart seçimlerini kimin kazanacağına bağlı olarak bir beka ve demokrasi tartışması yürütmek büyük ölçüde temelsiz. Zira bu seçimlerin klasik anlamda bir kazananı olmayacak. İki sebep var bunun için. İlki mahallî seçimler ile genel seçimlerin sonuçlarının farklı olması. Neredeyse bir genel seçim havasına büründürülmesine rağmen bu seçim ile merkezî iktidar değişmeyecek, mahallî iktidar birimlerinde kazananlar ve kaybedenler olacak. Hemen her iddialı parti bazı yerleri kazanacak ve bazı yerleri kaybedecek; dolayısıyla hiç kimse ‘ben kazandım’ deme-diyebilme durumunda olmayacak. Muhtemelen her parti bir şekilde kazandığını iddia edecek. İkincisi, seçim ittifaklarının sebep olacağı oy kaymaları, oy gelmeleri ve gitmeleri yüzünden partilerin oy oranları hakkında kesin bir hükme varılamayacak. Bu yüzden de kaybeden ve kazanan tartışması havada kalacak. Ancak Ankara, İzmir, İstanbul, Bursa gibi büyük şehirler üzerinden yapılacak tartışmalar bir anlam taşıyacak.
Okuyucu, madem seçimlerde tam olarak kazanan veya kaybeden olmayacağı söyleniyor, o hâlde yazı burada bitecektir diye düşünebilir. Hayır, öyle olmayacak. Girişte de belirttiğim üzere, bu beka ve demokrasinin kazanması veya kaybetmesi meselesini biraz daha ayrıntılı olarak ele almak istiyorum.
Beka her ülkenin teorik olarak karşı karşıya olduğu ve fiilen yüzleşmek zorunda kalabileceği bir problem. Tarihe bakınca en istikrarlı ülkelerde en sakin görünen zamanlarda çok büyük problemlerin ortaya çıkabildiği ve en sarsılmaz görünen siyasî entitelerin dahi derinden sarsılabildiği hatta tarihe karışabildiği görülüyor. Bu gerçek tam manasıyla kuşatıcı.
Teorik olarak düşünelim, tarihî tecrübelerden de yararlanalım. Bir ülke ne zaman, hangi durumlarda beka problemleriyle karşılaşabilir? Bu durumları iki gruba ayırmak mümkün: İnsan eliyle yaratılanlar ve dünyanın başımıza sardığı problemler. İnsan eliyle olanlar işgal, savaş, yanlış ekonomi politikası yüzünden doğan kıtlıklar, iç ihtilâflar ve dış müdahaleler yüzünden bölünme ve iç savaş gibi şeyler olabilir. Dünyanın başımıza sarabileceği problemler ise deprem, sel, kuraklık gibi afetlerdir. Bunların hepsi bir siyasî entiteyi yıkılmaya, dağılmaya, parçalanmaya sürükleyebilir. Bu tehlikeler potansiyel olarak daima mevcuttur ve toplumların bunları tamamen hayatlarından çıkarma gücü ve ihtimâli yoktur.
Dünyanın patronu, jandarması, daha doğrusu efendisi havasındaki ABD’ye bakalım. ABD güçlü ama kuvvetli iç gerilimleri olan bir ülke. Nitekim benzerine az rastlanır vahşetlere sahne ve sebep olan bir iç savaş yaşamış. Toplumda iç içe değil yan yana veya karşı karşıya yaşayan geniş kesimler var. Bu yüzden ABD içten gelişen, dıştan –hatta bir ölçüde içten- fark edilmeyen dinamiklerle aniden kendisini şiddetli bir iç çatışma içinde bulabilir. Bu, onun varlığını tehlikeye sokar. Ama aynı ABD meselâ bir dış işgal tehlikesiyle muhtemelen karşılaşmaz. Çünkü ABD şimdiye kadar ortaya çıkmış büyük dünya güçleri arasında coğrafyası ve gelişme derecesi ile en korunaklı olanı.
Dolayısıyla hiçbir devlet, ülke, yerim ve yapım sarsılmaz derecede sağlam, top atılsa bile bana bir şey olmaz diyemez. Nitekim diyemiyor da ve vahim olaylar vuku bulduğunda hemen her ülkede gelecekle, toplumsal ve territoryal (topraksal) bütünlükle ilgili tartışmalar başlıyor. ABD için yapılan analizler başka ülkeler için de yapılabilir. Şüphesiz, her ülkenin potansiyel ve fiilî beka problemlerinde ortak noktalar yanında farklı noktalar da olabilir. Bazı ülkeler için daha büyük bir tehlike olan bir durum başka bir ülke için çok daha küçük bir tehlike teşkil edebilir.
Bu çerçevede Türkiye’nin durumunu da analiz edebiliriz. Teorik olarak Türkiye için de bir beka meselesi var. Örneğin Türkiye işgal edilmek istenebilir. Türkiye içerden ve/veya dışardan parçalanmak istenebilir. FETÖ örneğinde olduğu gibi devlete el koymak ve toplumu boyunduruğu altına almak isteyen çete yapıları ortaya çıkabilir. Bunların hepsi potansiyel beka tehlikeleridir. Bu tehlikelerin tohumlarının asla mevcut olmadığı söylenemez. Bunu söyleyebilmek için tarih bilmemek, Türkiye’yi tanımamak ve etrafımızda ve dünyada olan bitenleri gözlemleme gücünden mahrum olmak gerekir. Buna karşılık, Türkiye’de bu potansiyel beka tehditlerinden hiçbirinin ağırlaşmış bir problem olarak bugün mevcut olduğu veya 1 Nisan günü ortaya çıkacağı da iddia edilemez. Böyle bir beka meselesi ortaya çıkmış olsaydı bu muhtemelen çok geniş bir mutabakatla toplumun algıladığı ve karşı çıktığı bir tehlike olurdu.
Tabiattan gelebilecek tehditler de Türkiye için bir beka sorunu doğurabilir. Büyük depremler en çok korkmamız gereken şey. Ama yıllar süren bir kuraklık da ağır sonuçlar yaratır. Bu yüzden, Türkiye’de hem devletin hem toplumun bu sorunları bir beka meselesi olarak görmesi ve tedbirli olması şart.
Bugün bütün boyutlarıyla ortaya ve karşımıza çıkmış beka sorunlarının olduğunu iddia etmek ne kadar yanlış ve anlamsız ise Türkiye’de beka sorunu yaratabilecek hiçbir problem bulunmadığını iddia etmek de o kadar yanlıştır. Muhalefet bu hatayı yapıyor. Meselâ Türkiye için bir bakıma bir beka meselesi olarak FETÖ ile mücadelenin önemini ve vazgeçilmezliğini hiç dile getirmemesi bir beka sorununun doğmasına katkıda bulunabilecek bir tavırdır. Demokrasiyi gayri meşru güçlere karşı korumak muhalefetin de görevidir. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun sık sık ‘20 Temmuz darbesi’ saçma iddiasında bulunması 15 Temmuz darbesine bir tür dolaylı destek vermek anlamına geliyor. Keza ahlâksız ve ilkesiz bir süper gücün Güney sınırlarımızda bir terör örgütü ile sıkı fıkı olması, bir terör örgütünü düzenli bir orduya çevirmek ve taşeronu olarak kullanmak istemesi de Türkiye için bir beka sorunu yaratabilme potansiyeline sahiptir.
Muhalefetin kendisinin kazanması ile demokrasinin kazanması arasında bir bağ kurması da tuhaf. Muhalefet kazanırsa demokrasi kazanmayacak, demokrasi sayesinde muhalefet kazanmış olacaktır. Muhalefetin kazanma umudu bekleyebilmesi ve kazanma şıkkının da bulunduğu bir seçimlere girebilmesi zaten ülkede demokrasinin ana usul kuralının ve kurumunun işlemekte olduğunu gösterir. Bu yüzden, muhalefetin abartılı ve rakiplerini demokrasi minderi dışına atma söylemlerden uzak durması gerekir.
Bu memlekette zaten düşük olan düşünce üretme ve tartışma seviyesi, maalesef, seçim zamanlarında iyice dibe vuruyor.
Atilla YAYLA
gazeteyeniyuzyil.com
12.03.2019
Son Güncelleme Tarihi: 13 Mart 2019 16:19