İlah Seçme Hakkı Teolojik Değil Siyasî ve Hukukî Bir Meseledir!

03 Aralık 2018 20:14 / 2128 kez okundu!

 

 

İlah seçme özgürlüğü hakkındaki yazım çok yankı yaptı. Övgüler yanında tepkilerle de karşılaştı. En çok gösterilen tepki, Allah’ın elçiler (peygamberler) ve kitaplar (kutsal metinler) aracılığıyla hakikati insanlara bildirdiği ve bu hakikate iman ve itaat etmeyenlerin, Allah’ın emirlerine uymayanların bu dünyada yaptıklarının (yani “yanlış” tanrı inançlarının ve bu inancın yansımalarının) hesabını öbür dünyada verecekleriydi.

 

****

 

İlah Seçme Hakkı Teolojik Değil Siyasî ve Hukukî Bir Meseledir!

 

İlah seçme özgürlüğü hakkındaki yazım çok yankı yaptı. Övgüler yanında tepkilerle de karşılaştı. En çok gösterilen tepki, Allah’ın elçiler (peygamberler) ve kitaplar (kutsal metinler) aracılığıyla hakikati insanlara bildirdiği ve bu hakikate iman ve itaat etmeyenlerin, Allah’ın emirlerine uymayanların bu dünyada yaptıklarının (yani “yanlış” tanrı inançlarının ve bu inancın yansımalarının) hesabını öbür dünyada verecekleriydi.

Bu tepkiye şaşırmadım. Ancak, tepkinin benim yazımla bir alâkası olduğunu düşünmüyorum. Gerek o yazıda gerekse benzer başka yazılarımda hangi Tanrı inancının/dinin doğru hangisinin yanlış olduğu tartışmasına girmedim. O konu bu yazıların ilgi alanı dışında. İsteyenler elbette bu tür tartışmamalara girebilir ama benim işaret ettiğim konuların bu tartışmayla uzaktan yakından teması yok.

Ben meseleyi siyasî ve hukukî düzlemde ele almaktayım. Cevabını aradığım soru şu: Açık-geniş toplumda dinî inançlarda, tanrı anlayışlarında ve tasavvurlarında kaçınılmaz ve önlenemez bir çokluk ve çeşitlilik olacağına göre, farklı hakikatlerin peşinden giden insanları bir arada ve barış içinde nasıl tutacağız? Bu soruya “doğru olana inanmalarını sağlayarak” cevabını verirsek ve bunu kamusal bir gereğe çevirirsek savaşa, baskıya, tahakküme, zulme, oluk oluk kan akmasına  davetiye çıkartmış oluruz.

Burada kamusallaştırılması istenen doğrunun neye dayandığı, kutsal kitabının olup olmadığı, tarihsel bir geçmişinin bulunup bulunmadığı önemsiz. Her doğru elbette kendisi için bir dayanak bulacaktır. Bir doğru grubu kendi doğrusunu zorla başka doğrulara egemen kılma hakkına sahip olduğuna inanıyorsa başka doğru grupları da aynı inanca ulaşmak için dayanak bulmakta gecikmeyecektir. İster kitaplı bir dine dayanan doğru olsun, isterse ilme, tabiata, sırf beşerî bir figüre dayandırılan doğrular olsun, zoru gerekli ve meşru gören her yaklaşım felaket yaratacaktır. Felaketin kaçınılmaz olduğunu anlamak için Hristiyanlığın özellikle Avrupa’daki reformasyon sonrası tarihine bakmak yeterlidir.

Çok karmaşık görünen sorunun çözümü aslında gayet basit: Siyasî ve hukukî düzenin bir hakikat iddiasına dayanmaması. Böyle bir toplum özgürlükçü bir toplum olacaktır ve bu toplumda farklı inanç ve hakikat grupları maksimum barış ve güvenlik içinde yaşayacaktır. Farklılıkların varlığı sorun kaynağı olmaktan çıkacak ve herkes için bir avantaja dönüşecektir.

Bunun gerçekleşmesi için yapılması gereken şey çerçeve değerlerde ve usul kurallarında anlaşmaktan ibarettir. Çerçeve değerler herkesin eşit olarak sahip olduğu ve kimseye bir şey empoze etmeyen değerlerdir. Bireysel özgürlük böyle bir değerdir. Özgürlüğü bir değer olarak ve herkes için tanımak özgürlüğünü kullanacak bireylere “şuna inan, buna inanama” demek değildir. Onu neye inanıp neye inanmayacağında serbest bırakmaktır. Usul kuralları ise alınması gereken sınırlı ortak kararların alınmasıyla ve insanlar arsında patlayan ihtilâfların bir kişi veya kesimi negatif veya pozitif ayrımcılığa tabi tutmayan, kim için ne sonuç vereceği önceden bilinmeyen kuralar işletilerek çözüme bağlanmasıyla alâkalıdır.

Böyle bir toplumda değer ve amaç çoğulluğu yaşar. Birbirine zıt, hatta düşman değer ve amaç skalaları aynı anda var olabilir. Bu toplumda barış sağlanabilir ve bu toplum insanları daha yüksek refah seviyelerine taşıyabilir. Bu tür toplumlar hakkında daha önce de çizildi. İbn Haldun’da bunun Ümran’a, Adam Smith’te Büyük Toplum’a, Karl Popper’da Açık Toplum’a ve Hayek’te Geniş Toplum’a tekabül ettiğini söyleyebiliriz.

Bir kere daha vurgulamak isterim: Özgürlükçü bir toplum doğru din veya pozitif içerikli değerler üzerine kurulamaz. Dinler ve değerler bakımından çoğulluğa izin veren çerçeve değerlerin egemen olduğu bir zemin üzerinde doğabilir. İnsanların tanrılarını seçme hakkına sahip olup olmayacağı, bu yüzden, doğrunun  tespit ve tesis edilmesini kapsayan teolojik bir mesele değil, tanımayı ve eşitliği öne almayı gerektiren siyasî ve hukukî bir meseledir.

 

Atilla YAYLA

gazeteyeniyuzyil.com

29.11.2018

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.