Bizler onlar ikileminin mutsuz cocukları ve barış sendromu

26 Nisan 2013 12:40 / 2341 kez okundu!

 


Eğitim sisteminin makbul vatandaş yetiştirme misyonu…

Her resmi ideolojinin devleti kendi norm ve değerlerine göre makbul vatandaşlardan oluşan, olduğunca homojen bir ulus yetiştirmeyi hedefler. Toplum mühendisliğinin ana hedefi budur. Bu hedefe ulaşmanın en etkin aracı ise eğitim sistemidir.

Eğitim sistemi devlete, geleceğin makbul vatandaşlarının tezahürü için, sosyalleşim süreclerine genç yaşta yön verebilme imkanını tanır. Resmi devlet ideolojisinin sosyalleşim süreçleriyle etkileşimi devlet kontrolünde oluşturulan, ideolojik öğretiyi empoze edebilen bir mekanizmayla gerçekleştirilir. İdeoloji ve eğitim bu bağlamda ulus devlet paradikmasının birbirini tamamlayan, geliştiren ve yeniden üreten iki öğesidir.

Türkiye Cumhuriyeti eğitim politikaları da, 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunundan 12 eylül cuntasının eğitim politikasına, 90’lı yılların güvenlik anlayışının daha da katılaştırdığı söylem bütünlüğünden, günümüzdeki arayış ve belirsizliğine kadar hep ulusal terbiyeden geçirilmiş milli nesiller yaratma hedefine odaklanmıştır.

30’lu yıllarda eğitim programları pozitivist yaklaşımın “ulusal kültür” anlayışına göre şekillendirilmiş, “Türk milletine, Türkiye Büyük Millet Meclisine ve Türkiye Devletine hürmet etmek ve ettirmek” le yükümlü, “kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik yurttaşlar yetiştirmeyi hedeflemiştir” (1930 CHP programından). Milliyetçilik, ulus devlet ideolojisinin siyasal, korporatist kültüralizm ise “talim ve terbiye” kurulları aracılığı ile denetlenen pedagojik temelini oluşturmuştur. Makbul vatandaş milliyetçi, millî kültür ile millet olma bilincine sahip vatandaş olmalıdır. Bu nedenle Türk ulus devleti ilk öğretimden üniversitelere kadar, milli eğitimin bütün aşamalarında, bilgi aktarımının yanı sıra ideolojik dilini, simgelerini ve sembollerini aşılamaya, kendi terminolojisini yaratmaya özen gösterecektir. İdeolojik dil, simgeler ve sembollerle donanmış vatandaş yeni yaratılan, azınlıklarından arındırılmış Türk toplumunun norm ve değerler sisteminin temelini oluşturacak ve bu sistemi meşrulaştırp, savunacaktır. Makbul vatandaşın kültürel gereksinimlerini karşılamak, bu kültürü süregen kılıp yeniden üretimini sağlayabilmek için “devlet sanatçıları”, “devlet bilim adamları” üreten, etnik çoğulculuğu reddeden “modern” bir Türk dili ve literatürü yaratılacak, tarih gerekli görülen noktalarda gereksinimlere göre uyarlanacaktır.

Bu radikal değişim ve yaratıcılık araştırmacı, sorgulayıcı analitik düşünmeyi engelleyen, ezberci, otoriter, zaman zaman totaliter bir merkeziyetçiliğin baskıcı yöntemleriyle mümkündü. Ancak böyle “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”, “laik, devrimci, halkçı, devletçi, milliyetçi ve cumhuriyetçi vatansever” makbul vatandaş yetiştirilebilir; formel ideolojik aygıtlarından medyaya, bütün toplumsal alanlarda etkin olabilen, kendini ulus devletin bekasına adayan egemen sınıf yaratılabilirdi. Varlığını kurgulanan normatif değerler ve normlara göre tanımlayan partilerden oluşan siyasal bir sistem oluşturulur ve belirli sürelerle bu partilerden birisine oy verme işlemine “demokrasi” denilebilirdi. Bu norm ve değerleri sorgulayan oluşumların dışlanmasını, gerekirse yok edilmesini sağlayan kanunlar sistemine de hukuk denebilirdi. Doğal olarak bu hukuk sisteminin yaratıcısına da “hukuk devleti” denilecekti. Yeni Anayasa Mahkemesinin önünde göğsündeki ayyıldızı gururla taşıyan, “açık” gözlerini ufka dikmiş “adalet” heykeli bu anlayışın günümüze kadar ulaşan simgesidir. Ne demek adaletin gözü kördür? Gözü kör olan Yunan’ın Themis’i, Romalı’nın Justitia’sıdır. Bizim adaletin gözü açık olmalıdır zira ulusa dağıtılacak adaletten kimin ne kadar hak talep edebileceği önceden belirlenmiştir. Adalet bunu tartmak durumundadır.

Milliyetçi etnik bütünlük konsepti uzun süre başarılı olabildi. Fakat insan doğasının en güçlü mekanizması, kendisine dayatılan doğrularla kendi algılama kapasitesinin somut gerçekleri arasında oluşan çelişkileri kavrayabilme yeteneği karşısında ikna gücünü kaybetmeye başladı. Toplumda makbul olamamış kesimler, düşüncelerine ve kimliklerine özgürlük ve saygı talep etmeye, resmi ideolojinin karşısına gayri milli ideolojilerle dikilmeye başlamışlardı. Ulus devlet ağır baskı, sansür, cinayetler, tutuklamalar ve idamlara kadar uzanan bir takım ‘önlemlerle’ ideolojinin doğruları ve algılanan gerçekler arasındaki çelişkiyi bertaraf etmeye çalışsa da, 12 eylül darbesine kadar istediği sonuca ulaşamayacak, üniversitelerde, liselerde hatta ortaokullarda bile hür fikri ciddiye alanların çoğalmasını, gayri milli ideolojilerin güçlenerek yeniden harekete geçmesini önleyemiyecekti.

Milliyetçi kimliğin zihin kalıpları…

12 eylül darbecileri, 1982 Anayaslarıyla fikri, irfanı ve vicdanı tekrar hür kılmak için makbul olmayan vatandaşlarına en ağır darbeyi vurdular. Milli eğitim sistemini daha katı, totaliter bir pedagojik temele oturtmayı başardılar. Yüksek eğitimi merkeziyetçi, hiyerarşik ve aşırı kuralcı bir “talim ve terbiye” kurumu olan Yüksek Öğretim Kurumu’nun denetimine soktular. Onlarca makbulleşememiş öğretim görevlisi işinden atılarak, meslek yasağı getirilerek susturuldu. Üniversiteler yönetimden akademik çalışmalara, öğretim görevlilerinin atamalarına kadar, akla gelebilecek her alanda YÖK’ün denetimine sokuldu. Akademik özgürlük yok edildi, özgür bilim yerini güdümlü bilime bıraktı.

Ulus devletin yeni sahipleri ideolojilerinin, simgelerinin, sembollerinin ve terminolojilerinin yeniden empoze edilmesini sağlayacak yöntemleri dayattılar. Kılık kıyafetten saç sakal traşının biçimine, İstiklal marşının nasıl okunup bayrak törenlerinin nasıl yapılacağından, milli bayramların nasıl kutlanacağına kadar uzanan bir dizi konuyu çıkardıkları yönetmeliklerle en ince detayına kadar belirlediler. Uygulatmaya başladılar. "Hakiki mürşit ilimdir" söyleminin “mürşitleri” olarak yoğun bir “Atatürkçülük” kampanyası başlattılar. Bu bizzat Atatürk’ün düşünceleriyle çelişebilen, görüşlerinin sansürlenebildiği, muazzam bir “Kemalizm” seferberliği olacaktı. Yurdun dört bir köşesi, totaliter rejimlerin sanat anlayışına uygun, pek çoğu sanatsal estetikten yoksun, orantısız, basit “ulu önder” heykelleriyle, bütün okullar büstleriyle donatıldı. Tüm eğitim kurumlarında görsel sanat, müzik, beden eğitimi derslerinin bile Atatürk İlke ve İnkılaplarına göre düzenlenmesi istendi. Darbeciler sırtlarını 1970’lerde Aydınlar Ocağı’nın faşizan ırkçı öğretisi Türk-İslam sentezi’ne dayayarak, Kemalizm anlayışlarına islamiyeti yerleştirmeye çalıştılar. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu kıldılar. Sosyal bilgilerin tüm dersleri yeni “milli” bir içerikle ezberletilmeye başlandı. Pedagojik formasyonun temelini öznel milliyetçilik kanseptleri oluşturuyordu artık. Eğitim sistemi milliyetçi ideolojinin aygıtı konumuna indirgenmişti. Artık “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür, vatansever” makbul vatandaştan öte bir kimlik yetiştiriliyordu. Hümanizmden uzaklaştırılmış, kendisi için düşünülmesine alıştırılmış, dogmalarla donatılmış, demokrasi ve hukuk nosyonu zayıf, Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı inancı pekiştirilmiş, bütün sosyal ve ekonomik sorunların nedenini dış mihraklar ve odaklarda arayan, ne mutlu Türküm diyene derken bile kendisini tuhaf bir mağduriyet hissinden kurtaramayan, önyargılı bir kimlikti yetiştirilen. Otoriteyi benimsemiş, ezberci, eleştiri ve itiraz kabul etmeyen ideolojik bir tavır işleniyordu genlere. Etnik kültürel, dinsel, cinsel farklılıkları ötekileştiren, uzlaşma, anlaşma yerine, taviz veremeyen çatışmacı kültürü benimseyen, empati kuramayan, bizler onlar ikileminin düşünüş kalıplarında yetişen ve kendi üstünlüğüne inanan milliyetçi bir kimlik. E. Aydın Demokrasinin Dayanılmaz Ağırlığı isimli çalışmasında Ulus devletin toplum mühendisliği sonucunu şöyle özetlemiştir: “ hak ve özgürlüklerini bilmeyen, bilse de savunamayan, acılarını birbirinin farklılıklarına saldırarak dindirmeye çalışan, mutsuzluğunu dine sığınarak veya milli böbürlenmelerle aşmaya çalışan, yaşadığı çağa ve dışındaki dünyaya yabancılaşmış garip bir topluluğa dönüştürülmüş durumdayız” Bu saptamaya protokol, otorite ve simge fetişizminin popülerliğini de ilave edebiliriz. Bu garip toplumun söz sahibi bireylerinin söylemleri, değişik siyasal yaklaşımların temsilcileri olmalarına rağmen aynı zihin kalıplarında yoğrulduklarını göstermektedir.

AK parti bünyesinde ANAP geleneğinin temsilcisi Cemil Çiçeğin, Ermeni konferansı düzenleyenlere “bizi arkadan hançerliyorlar” demesi; Kürt halkının oylarıyla seçilenleri “Bunlar Iğdır’ı da aldılar. Ermenistan sınırına dayandılar” ithamı; “Nijerya’daki Nijeryalılara Türkçe öğrettik, Hakkâri’deki Hakkârililere Türkçe öğretemedik” yakınması ve dahiane bir ilişkiyle “ bir kısım teröristlerin sünnetsiz” oluşundan PKK terörünün içine Ermeni sorununu yerleştirmesi; CHP’li Arıtman’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül’ün kökeninde Ermeni dölü araması ve İstanbul milletvekili Birgen Keleş’in “Mayınlı arazileri bölge halkına vermeyin eninde sonunda PKK’nın eline geçer” iddiası; dağda öldürülen PKK’lılar için “öldüler” diyen TRT’ye “gebertildiler” densin diye çıkışan AKP Erzurum Vekili Muhyettin Aksak’ın kızgınlığı, aynı zihin kalıplarının düşünsel ürünüdür.

"Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Genel Başkanı Türkan Saylan’ı, "Biz Türkler hep akın etmişiz; yakıp yıkmışız, başkalarının yaptıklarını yakıp yıkmışız. Şimdi kendi yaptıklarımızı yıkıyoruz. Nedir bu alışkanlık. Biz yakıp yıkmak için var değiliz” eleştirisini Türkleri barbarlıkla suçladı. Türklüğe hakaret etti diyerek Cumhuriyetin savcılarına ihbar edenler, Cumhuriyet mitinglerini örgütleyenler listesinin başlarında olmasına rağmen onu “ne şeriat ne darbe” şerhini düştüğü için İzmir mitinginde kürsüye çıkarmayanlar, ayni zihin kalıplarında yoğrulmuş garip toplumun şizofrenik üyeleridir.

Yakası ay yıldızdan oluşan bir elbise dizayn eden genç kıza, bayrağa hakeretten dava açanlarla, Bodrum Jandarma Komutanlığının Mandıra Tepesi'ne çektiği, Yunanistan'ın İstanköy, Kilimli ve Kalalimnos adalarından da görülebilen 54 metrekarelik dev bayrakla övünenler; dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a kendi kanlarıyla yaptıkları Türk bayrağını hediye eden lise öğrencilerinin ruhsal durumunu sorgulamaktansa, Büyükanıt’ın bayrağı nemli gözlerle “Biz böyle büyük bir milletiz” diyerek basına takdim etmesini kıvançla manşet yapanlar, aynı zihin kalıplarının mantığını yansıtmaktadırlar.

Asker millet olduğumuzu, dolayısıyla darbenin genlerimize işlediğini söyleyip militarizmi aklamaya çalışan profesörle, “Güçlü ordu güçlü Türkiye” klişesini “bu vatan, ordusu gelişmeden gelişemez.” buyuran profesör, TSK’nın istihbarat zaafından bahsedenlere, içindeki çeteleri, cuntacıları eleştirenlere “bunların Türk kanı taşıdıklarına inanmıyorum” diyen Genel Kurmay Başkanı, bu kalıpların biçimlendirdiği kimliğin somut örnekleridir.

Erciş’in kurtuluş gününde temizlik işçilerine üzeri haçlarla doldurulmuş tulumlar giydirip, elde tüfek Ermeni kovalatan, çocukların önünde Ermeni boğazlayan ‘çağdaş’ orta oyununu protokolden selamlayanlar ve Van depreminden sonra “şimdi ağlama sırası onlarda” diyebilecek kadar densizleşen sipikeri, dostlar alışverişte görsün edasıyla eleştirenler, ‘Kürt’ konvoyunu taşlayanları vatansever ilan edip alkış tutanlar aynı zihin kalıplarında yetişmiş, nefreti olağanlaştıran bizler onlar ikileminin mahkumlarıdır.

Rahip Santoro’yu, Malatya’da üç Protestan’ı, Rahip Padovese’yi, öldüren, Rahip Brunissen’i Samsun’da, Rahip Francini’yi İzmir’de yaralayanlar, Hrant Dink’in ölüm vermanını verenler, katilini milli kahraman ilan edercesine eline bayrak tutuşturanlar ve onları göstermelik cezalarla aklayanlar aynı zihin kalıplarında yetişen, bizler onlar ikileminin “Türklük” tarafında olanlardır.

“Bayrağımın dalgalandığı, kendime Türk diyebileceğim, milletimi Türk milleti olarak anabileceğim bir toprağa giderim”, “Valla gerekirse, silahımı alıp dağa çıkarım” diyenin, “Öcalan'ın paltosunu değil, gönderine asmadığınız bayrağın direğine inşallah sizleri asacağız" diyen; “Bu devleti pazardan almadık. Kanla aldık, canla aldık. Bu millet yüce Allah'ın iltifatına mazhar olmuş, Cenabı Hakk'ın korumasında olan değerli bir millettir ve Türk milletidir" diyenle, “Âkil adam aklını kiraya vermeyen adam demektir. Âkil adam, siyasi otoritenin emrine girmeyen adam demektir. Kapalı kapılar ardında Türkiye’nin çıkarlarını kimse pazarlayamaz. Buna asla izin vermeyeceğiz” diyenler aynı zihin kalıplarının yetiştirdiği üniter kanaatın önderleridir.

Mersin’de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını günün anlamına uygun bir neşeyle kutlamak yerine minik öğrencilerine “Egemenlik Yürüyüşü” yaptıran, “Vatan sana canım feda”, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları attırarak Atatürk’ün izinde olduğunu zanneden öğretmen ve veliler aynı zihin kalıplarının tornasında şekillenmişlerdir.

Zaman geleceğe odaklanma zamanı…

Daha nice, sayfalar dolusu örnek verebiliriz. Manisa Selendi’den sürülen, Salihli’de, linç edilmek istenen, devlet tarafından ‘kaderlerine’ terk edilen Romanlar’dan; Balıkesir’i Kürt istilasından kurtarma sözü veren, “Türkiye Türklerindir Balıkesir Balıkesirlilerindir” sloganıyla oy toplayan ‘bayan’ politikacıdan ve “Türkiye’de ırkçılık olmaz, ırkçılık batı icadıdır” diyebilen niteliksiz beyinlerden bahsedebiliriz. Bizler onlar ikileminin yarattığı şiddet ve linç kültüründen örnekler verebiliriz. Ancak zaman geleceğe odaklanma zamanı. Çünkü bu kalıplaşmış zihin dünyalarının garantisi Cumhuriyet 90 yaşında artık. Gelişiyor, evrenselleşiyor. Resmi ideolojinin norm ve değerlerine göre yapılandırılan üniter ulus devlet paradikmasına sığmıyor artık bu Cumhuriyet. Homojen ulus inşası ve toplum mühendisliğiyle dayatılmaya çalışılan milliyetçi, etnik bütünlük konseptinin ezberleri bozuluyor. 12 eylül yarım yamalak ta olsa yargılanıyor. Küreselleşme ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin desteği ile küçülen bir dünyada, kültürler arası etkileşim artıyor. İnsanların kültürel özellikleri de değişiyor. Yeni grup kültürleri oluşuyor. Daha önce bahsedilen, kendisine dayatılan doğrularla kendi algılama kapasitesinin somut gerçekleri arasında oluşan çelişkileri kavrayabilme yeteneği dediğimiz mekanizmanın çarkları daha hızlı dönüyor artık.

Ulus devletin makbul vatandaşları ve ötekiler arasındaki dengeler değişiyor. Çünkü makbul vatandaş değişiyor, saf değiştiriyor. Makbul olmanın ancak ötekileri de kapsayan insancıl değerlerle bütünleşerek anlam kazandığını kavrıyor. Çoğalıyor, güçleniyor.

Devletimizin bölünmez bütünlüğünü tektip homojen toplumun, üniter devleti de egemenliğin garantisi olarak görenlerin buluştuğu meydanlarda geniş boşluklar oluşuyor artık. Bizler onlar ikileminin “ahmak halkına” güvenmeyen mutsuz ‘ulusal/milliyetçi’ kesimleri, sosyal medyanın yalıtımlı bizler ortamında buluşuyorlar. Terörün sona ermesini, akan kanın durmasını isteyenlere küfür etmeyi meziyet, barış sürecinin ana aktörlerine hakaret etmeyi vatanseverlik kabul ettikleri patetik dünyalarında barış sendromlarına çözüm arıyorlar. Bırakın dokunmayalım dünyalarına çünkü onlar demokrasi pastasının ekşi vişneleri. Biz, ülkücü bir tiyatro sanatçısının “barışın ve kardeşliğin söylendiği, konuşulduğu bir ortamda” ölüm tacirliği yapan yöneticilerine “susun yahu, susun” haykırışının tadını çıkaralım…

Fazıl Say notu:

Fazıl say’ın mahkumiyeti bize hukuk bağımsızlığının önemini hatırlatmalı. Hukukun eski sahipleri, büyüklerinin manevi şahsiyetlerine gösterilen saygısızlığa, büyüklerini onurlandırmanın kendilerini şereflendirdiği bilinciyle ceza yağdırırken, şimdi o yasaların adaletsizliğine ateş püskürmeleri tatsız bir şaka gibi. Orhan Pamuk, Elif Şafak ve daha niceleri devlet hukukunun gazabına uğrarken fikir özgürlüğünü suskunluklarıyla savununanlar, Fazıl Say örneği ile hukuk bağımsızlığının fikir özgürlüğüne hayat verdiğini anlamışlardır.


Aydın YENAL

26.04.2013

Son Güncelleme Tarihi: 28 Nisan 2013 01:06

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.