'72 milletle barışık' Alevi - Kızılbaşlar

26 Mayıs 2014 12:29 / 1838 kez okundu!

 

 

Okmeydanı'nda iki Alevi vatandaşın öldürülmesi üzerine 'Alevilik' konusuna dönmekte yarar var. Bu hafta 'soy-Türkçü', ırkçı-Türkçü veya Turancı diye adlandırılan kesimlerin Aleviliğe bakışını anlatmaya çalışacağım.

Geçen günlerde ağırlıklı olarak Alevilerle meskûn Okmeydanı’nda 2 Alevi vatandaşın emniyet güçlerince öldürülmesi bu hafta, Alevilikle ilgili yazmaya yöneltti beni. 

Daha önce bu sayfalarda İttihatçıların ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi çalışmalarından söz etmiştim. (Radikal, 30 Haziran 2013) Bu sefer de, ‘soy-Türkçü’, ırkçı-Türkçü veya Turancı diye adlandırılan kesimlerin Aleviliğe ve Kızılbaşlığa bakışını anlatmaya çalışacağım. Yazıdaki alıntıları, kaynakçada belirttiğim Gönül Telek’in master tezinden derledim. 

Türk’e Şamanizm yakışır 
Turancı ideolojinin en ünlü ismi Nihal Atsız, Türklere en çok Şamanizmi yakıştırırdı. Ona göre Budizm ve Manihizm gibi dinler, Türkleri pısırıklığa, boyun eğmeye mahkûm ederdi. İslamiyet ise farklı etnik grupları ‘ümmet’ şemsiyesi altında birleştirmeyi önerdiği için “Türk milli kimliğine zararlı bir din” idi. Atsız’ın Aleviliğe bakışı ise çelişkili idi. Bir yandan Alevilik, Şamanizm’den öğeler taşıdığı için, Alevileri eski Türk ananelerini korumuş saf, bozulmamış Türkler olarak görüyordu. Öte yandan ise Aleviliğin “72 milletle barışık” olması onu rahatsız ediyordu. Yine de 1930’larda, Nihal Atsız’ın Aleviliğe yaklaşımı olumsuz değildi, en azından nötr idi. Bu olumlu fikirlerin oluşmasında, bir dönem Atsız’ın dergilerinde yazan saygın bilim adamı Abdülkadir Gölpınarlı’nın Alevilik ve Alevilikle ilişkili gördüğü Melamilik, Bayramilik, Bektaşilik ve Kalenderilik gibi Batıni tarikatlara dair araştırmalarının rolü büyüktü. 

Örnek Kızılbaş köyüne ziyaret 
Örneğin 15 Eylül 1931 tarihli Atsız Mecmua’da Kazım Nami (Duru) imzasıyla yayımlanan ‘Yurt Gezileri’ başlıklı yazıda, Nihal Atsız’ın “Türk köylüsüne örnek olacak bir Kızılbaş köyüne” yaptığı ziyaretle ilgili izlenimler şöyle aktarılıyordu: “Bu köylülerin eskiden beri âdetiymiş (…) Onların en mübarek saydıkları bugünde kız ve erkek bekârların ayrı bir hayatı ve bugüne mahsus bir eğlence ve saadet istiklali olurmuş. Fakat bunun içinde yabancıların ve kasabalıların olmaması lazımmış. Bütün köy kızları bir araya gelir toplanırlar, çalgı çalarlar ve hep birden oynarlarken o köyün delikanlıları da onların etrafında bir halka çevirirler ve yosma yavuklularını o günde seçerlermiş (…) Ve o gün onlara her günah sevapmış (…) Yalnız emelleri söndüren hamleler müstesna (…) şaraplar içilir, gönüller aşkın bütün taşkınlıklarını yaşarmış.” 
Görüldüğü gibi, yazıda Kızılbaşlara yönelik hiçbir aşağılama, kötülüme yok. Sadece açıklama var. 

Nihal Atsız, ‘Anadolu Türklerinde Aile Teşkilatı’ adlı yazısında ise bir adım daha ileri gidiyor, Anadolu kadın-erkek ilişkilerini anlatılırken Türk ananelerini en iyi yaşatan toplum olarak Kızılbaş köyleri örnek gösteriyor “…Köylerde ise aile şekli Türk ailesinden biraz daha uzaklaşmıştır. Anadolu’nun Kızılbaş köylerinde kadınlar erkeklerden kaçmazlar. Fakat hariçten gelen erkeklerle görüşmekten dahi çekinirler. Sünni köylerde ise bu âdet biraz daha daralmıştır. Yani kadınlar kendi mahallelerindeki erkeklerden kaçmazlar. Kızılbaşlar eski Türk ananelerini daha iyi sakladıklarından daha serbest kalmışlardır…” 

Atsız ve çevresinin Aleviliği ‘Türklük-Şamanizm’ çerçevesinde kaldığı sürece kabul etmeye hazır olduğu anlaşılıyor. Ama Kürtlükle ilişkisi ve ‘harmanlayıcı’ yanları söz konusu olunca Aleviliğin, Nihal Atsız’ın görüş açısından çıktığı da biliniyor. Nitekim 1937-1938 Dersim katliamları sırasında Nihal Atsız’dan hiç ses çıkmamış. 

Rind-meşrep Bektaşiler 
Irkçı-Türkçülüğün bir diğer önemli lideri Reha Oğuz Türkkan, başka konularda olduğu gibi Alevilik (ve onun kentli kolu olan Bektaşilik) konusunda Atsız’dan farklı (olumsuz) düşünüyordu. Bunun nedenini gelin, Türkkan’ın çıkardığı Bozkurt dergisinin 25 Haziran 1942 tarihli sayısındaki Sami Karayel imzalı yazıdan öğrenelim (imlasına dokunmadım): “…Osmanlı Türklerinin devlet ve hükümetleri devşirmeler elinde birer oyuncak olmuştu. Şeyh Edebali’den başlayan ve Bektaşi Veli’ye dayanan zihniyet devşirmeye kapı açmıştır (…) Hele, Beyazidi Veli [II. Beyazıd] zamanında tasını tarağını toplayan, ırkları muhtelif dervişler Osmanlı ülkesini doldurdular (…) İş bu kadar da kalmadı. Bin Rum genç ile bir yeniçeri ocağı vücude getirildi. Bu nüve gitgide büyüdü, o kadar genişledi ki, devlet ve hükümet bu, üçüncü kuvvetin esiri oldu. İkinci Murad zamanında bu devşirmeler kâfi gelmiyormuş gibi bir de gurebayı yemin, gurebayı yesar namıyle oradan buradan gelenler bir küme teşkil ettiler. Yeniçeri ocağı başlı başına bir tarikti. Bunlar tamamiyle Bektaşi idiler. Bir nevi bid‘at da bunlara vaaz etmiş oluyordu...” 

Bozkurt’ta Kızılbaşlığa övgü 
Ancak yine ilginçtir, aynı derginin 22 Nisan 1943 tarihli sayısında, Doktor Tevfik Zaratol imzalı şöyle olumlu bir yazı da yayımlanabiliyordu: “…Kızılbaşlık yabancı ülkelere giren Türk kitlelerinin sağda soldan gelen tesirlere karşı bir aksülameli (yansıması), bir benliğini koruma muhafaza hareketidir (…) Kızılbaşlar Kızılbaş olmayandan kız almazlar, Kızılbaş olmayana kız vermezler. Bununla beraber Kızılbaş olan başka köyden evlenirler. Bu âdet sayesinde kan saflığını muhafaza edebilmişlerdir. Çok yerlerde tarifine rastgeldiğimiz Türk fizyonomi ve yapısına tamamile uymaktadır (…) Kızılbaşların kültür seviyeleri diğer köylerden daha yüksektir (…) Kızılbaşların aralarında tesettür yoktur. Kadın erkek tamamile müsavidir. Toplantılara hepsi iştirak ederler. Bu vaziyetleri civar köylerde birtakım haksız dedikodulara sebep olmuştur (…) Sır saklamak en mühim prensiptir. Kelleyi verir sırrı vermezler. Her Kızılbaş diğerini korur, harice karşı kötü bir şey yaptığını görse bile söylemez (…) Yukarıda yazılan bazı vasıfları, bu tecerrüdlerin (izolasyonun) benliklerini korumak istikametinde olduğunu göstermektedir. Onlar kanlarıyla kültür ve birçok adetleriyle mazilerini daha iyi muhafaza edebilmişlerdir…” 

Bu alıntının başında “ne ilginçtir ki” dedim ama aslında çok da ilginç değil galiba. Çünkü başka yazılardan da anlaşıldığı kadarıyla Bektaşilik, ‘ordu’yu (dolayısıyla devleti) bozan bir tarikat olarak bu çevrelerin antipatisini kazanmıştı. Kızılbaşlık ise, Türklüğün Orta Asyalılığını (yani saflığını) temsil ettiği için daha sempatik görünüyordu. 

Bozkurt’tan Üç Hilal’e 
İkinci Dünya Savaşı’nın Almanlar aleyhine sonlanacağını anlayan hükümetin, SSCB’ye mavi boncuk kabilinden 1944’te başlattığı Turancılar Davası’ndan sonra (bu davayı 10 Şubat 2013 tarihli Radikal yazımda ayrıntılarıyla anlatmıştım) ırkçı-Türkçülüğün güç kaybetmesinden sonra bu kesimler, Sünni İslam’la barışık bir siyaset izlemeye başladılar. Türk-İslam Sentezi denilen bu ideolojinin ilk partisi, Osman Bölükbaşı’nın kurduğu Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) oldu. Bu parti ile Remzi Oğuz Arık’ın kurduğu Türkiye Köylü Partisi’nin (TKP) 1958 yılında birleşmesinden Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi doğdu. 

CKMP’nin MHP’ye dönüştüğü, 1969 yılındaki Adana Kongresi’nde sadece partinin adı değil, söylemi de amblemi de değişti. Amblem olarak Bozkurt yerine Üç Hilal’in seçilmesinin ne anlama geldiğini, Ülkü Ocakları’nın 3 Ocak 1977 tarihinde tüm şubelerine gönderdiği tamimden anlamak mümkün sanırım: “İnsan sevgisini temel esas, Türklük şuur ve gururu, İslam iman, ahlak ve faziletini temel prensip edinen Türk milliyetçiliğinin güzide mensupları şunu hiç unutmamalıdır: Nasıl beden, ruhsuz ceset olursa, İslamiyetsiz bir Türklük de ceset olur. Türk’e, Türklüğe ruh veren, Yüce Dinimiz İslamiyettir. Bütün Ülkücü gençler Türklüğün bekası için İslamı en inceliklerine kadar hazmetmelidirler. İçki, kumar, ahlaksızlık gibi dinimizce yasaklanmış, cemiyetin kötü hastalıkları olan bu kötü alışkanlıklar, Ülkücüler tarafından benimsenmemelidir (…) Yaşayışımızın her alanında İslamın emirlerine harfiyen uymak Ülkücülüğümüzün gereğidir. Ayrıca her türlü menfaatçiliğin, ihtirasın kaynağı olan, içimizdeki nefsi yenebilmek, yani dinimizin BÜYÜK CİHAD dediği mücadeleyi yapabilmek için de İslamı çok iyi bilmek, anlamak ve yaşamak zorundayız. Bu da yarınlarda Türk Devletinin idaresine talip olan Hz Ömer (R.A) adaletini gerçekleştirecek olan Ülkücü Kadro’nun bugünkü mensupları için şarttır.” 

Elbette bu bildirideki sofu Sünni söylemle yetinilmedi, bu tarihten itibaren ‘komünist mezhepçi’, ‘komünist Alevi’ sloganları dillerden düşmedi. MHP’nin sürekli gündemde tuttuğu ‘üç ana tehlike’ komünizm, mezhepçilik ve bölgecilik idi. Bunlardan mezhepçilik elbette Sünnilik değil Alevilik; bölgecilik ise elbette Ankaracılık, İstanbulculuk vb. değil ‘Doğuculuk’ (yani Kürtçülük) idi. 

İlginçtir, 1966’da Alevilerin kurduğu Türkiye Birlik Partisi (TBP), 1981’de MGK tarafından kapatılıncaya kadarki dönemde başarılı olamadı. Alevi oyları bu yıllarda daha çok CHP (özellikle Bülent Ecevit döneminde) ve Türkiye İşçi Partisi’nde (TİP) toplandı. 

Ülkücülerle derin devletin 12 Eylül 1980 darbesini meşrulaştırmak için, 1978-1980 arasında Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Malatya, Sivas, Çorum ve Kahramanmaraş’ta kotardığı katliamları ise 17.02.2013 tarihli Radikal yazımda anlatmıştım, merak edenler o yazıya bakabilirler. 

1995 Gazi Olayları/katliamları 
1980 sonrası, darbecilerin Türk-İslam Sentezi’ne verdiği destek kurumsallaştı. Alevilerin yaşlı kuşakları, sosyal demokrat partilere de DYP, ANAP, Refah ve MHP gibi sağ partilere de yöneldiler ama gençler arasında sol hareketlere yakınlaşma ivme kazandı. Örneğin Sünni ve Alevi, Türk ve Kürtlerin yan yana yaşadığı Pazarcık’ta (Kahramanmaraş) Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu gibi Maocu örgütler faaliyet gösteriyordu. İstanbul’da, Sivas, Elazığ ve Tunceli’den göçen Kızılbaş Kürtlerin yoğunlaştığı Okmeydanı (Şişli) mahallesi ile Sivas, Tunceli ve Tokat’tan göçenlerin yoğunlaştığı Güzeltepe (Eyüp), Gazi (Gaziosmanpaşa/Sultanbeyli), Sarıgazi (Ümraniye) ve Gülsuyu (Maltepe) mahallelerinde ise TİKKO, DEV-SOL, TDKP gibi Marksist-Leninist örgütler kök salmaya çalışıyordu. (PKK ile Aleviler arasında ilişkiler o yıllarda güçlü değildi.) Özellikle Gazi Mahallesi’nin halkı, 1987’de temiz su talebiyle, zamları protesto için veya kentteki çeşitli grevleri destekleme gibi nedenlerle defalarca sokaklara inmiş, meydanları doldurmuştu. 

Elbette çoktan, ‘derin’ olsun ‘sığ’ olsun devletin tüm unsurları dikkatlerini bu mahallere çevirmişlerdi. Sivil polisler, ajan-provokatörler Alevi mahallelerinde cirit atıyorlardı. Ülkücüler ‘Güzelleştirme Derneği’ adı altında mahalleye girmeye çalışıyorlardı. Sünni tarikatlar ise, az sayıdaki Sünni halk arasında örgütleniyorlardı. Ve 1995 yılında bu çalışmaların (!) acı hasadı yapıldı. 

12 Mart 1995 Pazar akşamı, Galatasaray-Gaziantep maçı sırasında, televizyonlar ‘Son Dakika’ başlığıyla Gazi Mahallesi’nde Alevilere ait dört kahvenin ve bir pastanenin silahlı kişilerce tarandığını, Halil Kaya adlı yaşlı bir Alevi’nin öldüğünü, 20-25 kişinin yaralandığını görüntülü olarak aktarmaya başladılar. 

Haberin duyulmasıyla, sadece mahallede, sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’deki Alevi-Kızılbaş toplumu ayağa kalktı. Bazıları 1980’de yaşanan ‘arazi mafyası’ gerilimini hatırlarken, çoğunluk “1980 öncesindeki türden veya 1993’teki Sivas katliamı türünden Alevi katliamları yeniden mi başlayacak?” endişesine kapılmıştı. Gidebilenler mahalleye akın ettiler. Gazi Cemevi’nin önünde mahşeri bir kalabalık toplandı. Topluluktan ayrılan bir grup karakola doğru yürüyüşe geçti. Kalabalık Çevik Kuvvet’in barikatına gelince, polis panzerle kalabalığa su sıkmaya, gençler de panzerlere taş atmaya başladılar. Birden polisin tarafından silah sesleri gelmeye başladı… 

Polisin yaylım ateşi sonucu iki kişi ölmüş, 20 kadar kişi yaralanmıştı. Elbette bundan sonra ok yaydan çıktı. Halk polise taş atarken, polis halka (her zamanki gibi) silahla karşılık veriyordu. Sloganlara haykırışlar, haykırışlara çığlıklar karıştı, sokaklara, caddelere kanlar aktı… Bu seferki bilanço çok daha ağırdı. 17 kişi ölmüş, aralarında polis, asker ve gazetecilerin de olduğu 117 kişi yaralanmıştı. Hükümet mahallede sıkıyönetim ilan etti. 

Ümraniye’deki öldürmeler 
Olaylar yatışmış görünüyordu ki, 15 Mart 1995 günü Gazi olaylarını protesto etmek için Ümraniye esnafı kepenk kapattı, sloganlarla bir grup yürüyüşe geçti. Yürüyüş kolu Örnek Mahallesi’ne geldiğinde polisle karşılaştı. Yürüyüş kolundan biri (görgü tanıkları, yürüyüş boyunca tanımadıkları bu kişinin herkesten ateşli olduğunu, yürüyüş kolunu kışkırtıcı sloganlar attığını söyleyeceklerdi) kalabalığa doğru ateş açtı, ardından burada da olaylar çığırından çıktı. Yürüyüşçüler polise taş atarken, polis gruba ateşle karşılık verdi. O günün bilançosu da 5 ölü, 30 kadar yaralı oldu. 

O sırada Pakistan’a gitmek üzere havaalanında olan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Türkiye’de mezhep kavgası olmayacaktır, buna müsaade etmeyeceğiz” derken, Başbakan DYP lideri Tansu Çiller olaylardan PKK’yı sorumlu tutuyordu. SHP’li Devlet Bakanı Azimet Köylüoğlu’nun iddiası ise epey fantastik idi: CNN televizyonunda Rusya’dan çekilen CIA ajanlarının Türkiye’de görevlendirildiğini duymuştu! Dolayısıyla olayların arkasında ABD vardı! 

Katliamlar sırasında Gazi’de ve Ümraniye’de olanlar, daha sonra gazetecilere, kalabalığı kızıştıran, silahla sağa sola ateş eden sivil giyimli, tanımadıkları tiplerin varlığından söz edeceklerdi. O günlerde Cumhuriyet muhabiri olan Ahmet Şık da bunlardan bazılarını fotoğraflamıştı. Elbette, 12 Mart günü kahvehaneleri tarayarak olayları başlatanlar hiçbir zaman ortaya çıkmadı, yargılamalarda, Gazi halkı suçlu çıkarıldı. Ölenler (24 kişi) öldüğüyle, yaralananlar (halka göre 500 kadardı) yaralandığı ve sakatlandığıyla kaldı... Alevilerin sorunları o günden beri çözülmedi. Gazi Mahallesi başta olmak üzere Alevi mahalleleri ise devletin kara listesinden hiç çıkmadı. Bu günlerde Okmeydanı’nda yaşananlar, nedense bana bu acı olayları hatırlattı ve içimi endişe ile doldurdu… 

Genç arkadaşlar, benim gibi eksi kuşaktan olanların uyarılarından hiç hoşlanmıyorlar, ama ben yine de ideolojik olarak bana 180 derece ters olan Mehmet Akif Ersoy’un şu çok anlamlı bulduğum dizeleriyle bitireceğim yazımı: “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!/Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” 

Özet Kaynakça: Gönül Telek, “Soytürkçülerden Milliyetçi Muhafazakârlığa Türkiye’de Milliyetçi Siyasetlerin Aleviliğe Bakışı (1930-1980)” İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde kabul edilmiş master tezi, 2012; H. Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, Berfin Yayınları, 2012; İbrahim Bahadır, “Aleviliğe milliyetçi yaklaşımlar ve Aleviler üzerindeki etkileri”, Birikim, S. 188, Aralık 2004, s. 46-64.

 

Ayşe HÜR

Radikal, 25.05.2014

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.