Atatürk zamanında dini bayramlar nasıl kutlanırdı?

09 Ekim 2014 22:28 / 1962 kez okundu!

 

 

Bugün Ortadoğu'da ve Türkiye'de yaşananlar, laikliğin (daha doğru bir terminoloji ile sekülerliğin) ne kadar önemli bir ilke, kavram olduğunu gösteriyor

 

İslam Devleti (İD) adlı terör hareketinin Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdiği bu günlerde ‘bayram kutlamak’ ayıp ama bayramların tarihi üzerine konuşmak ayıp olmasa gerek. Divan-ı Lügat’it Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud’a göre (ö.1105), ‘bayram’ kelimesi ‘Farsça ‘bezrem/bezram’ kelimesinden gelir. Bezrem, ‘yiyip içme, konuşup eğlenme meclisi’ anlamına gelen ‘bezm’ ile ‘hoş ve sevinçli’ anlamı taşıyan ‘ram’ kelimesinin birleşmesinden oluşur. Kelime zamanla bazı seslerini kaybederek ‘bayram’a dönüşmüştür. Arapçada ise bayram kelimesinin karşılığı ‘i(y)d’dir ki ‘tekrar dönmek’ anlamına gelen ‘ivd’ kökünden gelmektedir. İbnü’l-Arabi gibi lügatçiler ‘bayramın her yıl kutlanması’ ile ‘dönmek’ fiili arasında bir ilinti kurarlar. 

İDÜ’L-FITR VE İDÜ’L-ADHA 

İslam öncesinde Mekke ve Medineliler, İranlı Mecusilerden aldıkları iki bayramı kutlarlardı. Bunlardan birincisi ilkbaharın müjdecisi olan Nevruz, ikincisi ise sonbaharın müjdecisi olan Mihrican’dı. Rivayete göre Hicret’in (622) ikinci yılından itibaren Hazreti Muhammed bu bayramları şu iki bayramla değiştirdi: Oruçla geçirilen Ramazan ayını takip eden Şevval ayının ilk üç günü kutlanan Ramazan Bayramı ile Hicri yılın son ayı olan Zilhicce ayının 10. gününden itibaren dört gün kutlanan Kurban Bayramı. (Ancak ilginçtir, ‘id’ kelimesi Kuran’da sadece Maide 114’te geçer.) Bunlardan ilkine Arapçada ‘idü’l-fıtr’ denir çünkü bayramdan önce veya bayram süresince ‘sadaka-i fıtr’ (oruç bozma sadakası) verilmesi vaciptir. İkincisinin Arapça adı ise ‘idü’l-adha’dır (adha ‘kurbanlar’ demektir) çünkü bu bayramda adanan kurbanlar kesilir. (“Kurban bir İslam inancı mıdır” başlıklı yazımın linki şöyle: http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/kurban-bir-islam-inanci-midir/8772/

‘Ramazan Bayramı’ Türkler tarafından ‘Şeker Bayramı’ diye de adlandırılır ki, bu adlandırma bazılarının iddia ettiği gibi ‘modern zamanlardaki yozlaşma’ sonucu değildir. Hadislere göre Peygamberin Ramazan Bayramı namazına gitmeden önce bir hurma yemesinin bu bayramda ve genel olarak bayramlarda tatlı yeme alışkanlığının yaygınlaşmasında etkili olduğu sanılır. Nitekim Şemsettin Sami (ö.1904) tarafından hazırlanan Kamus-ı Türki’de ‘bayram’ kelimesinin karşısında şunlar yazar: “Bir dinde mübarek addolunan gün, şeker bayramı.”

                                                                  (Osmanlı dönemine ait kurban kartpostalı) 


Geçen aylarda, bir okurum, “CeHaPe Dönemi’nde camilerin ahıra çevrildiğini, bazılarının yıkıldığını, halkın dini vecibelerini yerine getirmesine engel olunduğunu” belirttikten sonra, “dini bayramlar bile bayram gibi kutlanmazdı” diye yazmıştı bana. Açıkçası bazı camilerin başına gelen kötü olaylar hakkında bir fikrim vardı (ki bu konuya bir başka hafta değineceğim) ama bayramlarla ilgili fikrim yoktu. Dolayısıyla kendisine “önümüzdeki bayramı bu konuya ayıracağım” sözü vermekle yetinmiştim. 

Okurun ‘CeHaPe Dönemi’ derken kastı, 1923 ila 1950 arası olsa gerek ama ulaşabildiğim kaynaklar 1929-1938 arasına ait olduğu için ben de ‘Atatürk zamanında dini bayramlar’ diye sınırladım yazımı. Bu konudaki bilgileri, Bursa Uludağ Üniversitesi’nde bu konuda yüksek lisans tezi hazırlamış olan Ali Şahin’in kaynakçada künyesini verdiğim tezinden derledim. Ali Şahin, dönemin yarı resmi gazetesi Cumhuriyet’in 1929-1941 yılları arasındaki nüshalarını tarayarak, Ramazanlara ve dini bayramlara dair tüm haber ve yazıların bir dökümünü yapmış. Elbette başka gazetelerde farklı içerikler bulunabilir ama Cumhuriyet, merkezin tutumunu öğrenmek için iyi bir kaynak. Yazıların imlasını günümüze uyarlayarak ve ağır Osmanlıca kelimeleri sadeleştirerek kendi değerlendirmemi yaptım. Ali Şahin’e huzurunuzda teşekkür ederim.


MESUT BAYRAMLAR İÇİN CUMHURİYET’E TEŞEKKÜR

Çok soğuk geçen Ramazan’dan sonra ılık bir günde başlayan Ramazan Bayramı’nın (gazetenin deyimiyle Şeker Bayramı’nın) ilk günü olan 13 Mart 1929 tarihli başyazıyla başlayalım: 

“Bayramınız Mübarek olsun! Bugün gene sulh-u sükûn içinde mesut bir bayram geçiriyoruz. Uzun seneler ızdırap, fecaat ve harp içinde geçen tatsız şeker bayramlarından sonra Cumhuriyet idaresinin bize temin ettiği bu mesut ve neşeli bayramlardır ki ancak bayram denilmeğe layıktır. İstibdat senelerinde ümitsiz ve karanlık bayramlarda nasıl bayram edebilirdik? Harp senelerinde, vatan ağlarken bayramlarda nasıl sevinebilirdik? Mütareke senelerinde düşman esareti altında gözyaşları içinde bayram etmek kabil miydi ki bayram edelim? Ancak simdi aziz Cumhuriyetimizin sayesinde hür, mesut ve hakiki bayramlar görüyoruz! Gazetemiz muhterem karilerine bayramlarını tebrik eder ve Türklüğün her gününün saadet ve sevinç dolu bir bayram olmasını temenni eder.” 

Koskoca bir tarihin üç dört cümleyle özetlendiği yazıda, dini bayramların doğal kitlesi olan ‘ümmetin yerini ‘Türk milleti’ almış, şükredilen Allah değil de ‘Cumhuriyet idaresi’ olmakla birlikte, bayramın kutlanmasıyla ilgili bir sıkıntı görülmüyor. 20 Mayıs’ta başlayan Kurban Bayramı da birinci sayfadan “Cumhuriyet karilerine mübarek Kurban bayramını tebrik eder ve daha mesut bayramlar idrak etmeleri” temennisi ile kutlanıyor. Bu sefer, bayramı kutlananlar ‘Türk milleti’ değil, sadece Cumhuriyet okurları (‘kari’ okur demektir) ve başyazar Yunus Nadi, “Bize böyle hür, müstakil mesut bayramlar gösteren sevgili Cumhuriyetimizi her gün daha çok sevelim, her gün ona şükredelim” diyor ama gazetedeki haberlerden anlaşıldığına göre, o yıl yerli ve yabancı temsilcilerin katılımıyla Ankara’da Çankaya Köşkü’nde, TBMM’de; İstanbul’da C.H.F Erenköy Ocağı’nda, Erenköy Halk Kütüphanesi’nde, Üsküdar Muallimler Birliği’nde, İstanbul Lisesi’nde, Sultanahmet’teki Türkistan Türk Gençler Birliği’nde toplu bayramlaşmalar yapılmıştı. Gazetenin o yıla has bir güzelliği de, Ramazan boyunca, her on liralık alışverişte bir liralık indirim sağlayan kuponlar hediye etmesiydi…

                                                       (Akşam gazetesi, 13 Mart 1929) 


HALKIN VE DEVLETLİLERİN BAYRAM TRAFİĞİ 


Ertesi yıl Ramazan Bayramı’ndan iki gün öncesine rastlayan 28 Şubat 1930 tarihli gazetedeki “Bayram tatili ve Ankara trenleri” başlıklı habere göre bayram tatili münasebetiyle Ankara’dan İstanbul’a gelen trenlerin yolcu sayısının artması trenlerde gecikmelere neden olmuştu. Yine bir başka habere göre, bayramın ikinci günü sabahleyin Kadıköy iskelesinden hareket edecek vapurla Yalova’da arzu edenler kaplıcalara da girebileceklerdi. Bir başka haberde ise Başbakan İsmet Paşa ile Meclis Başkanı Kazım (Özalp) Paşa’nın bayram programı veriliyordu: “İsmet Paşa’nın bayram tatilini Antalya ve havalisinde geçireceği anlaşılıyor. (…) Başvekil bu suretle bayram günlerini ayni zamanda memleketin bir kısmına ait önemli tetkiklerle dolu bir seyahatle geçirmiş olacaktır. Bu seyahatte İsmet Paşa Hazretlerinin ya gidiş, ya da dönüşte, Gazi Hazretleriyle buluşması ve bu buluşmanın Afyonkarahisar’da gerçekleşmesi ihtimal dahilindedir.”


BAYRAM ZİYARETİ YERİNE BAĞIŞ

Haberlerin dilinden anlaşıldığı kadarıyla rejimin bayramla ilgili bir sıkıntısı yoktu. Ancak 29 Şubat 1930 tarihli şu haber bazı geleneklerin nasıl ‘modernleştirildiğine’ (!) dair ilginç ayrıntılar vardı: 

“Bayram günlerinde birçok ziyaretlerden kurtulmak istemez misiniz? Bayram tebrikleri için idarehanemize (1) lira vererek isminizi kaydettiriniz. Bu isimler bayramın birinci günü neşredilecek. İsim sahipleri tebriklerini bu suretiyle yapacaklar ve ziyaretlerden muaf olacaklardır. Alınan (1) lira hediye tamamen Verem Mücadele Cemiyetine verilecektir.” 

Ardından da bazı bağışçıların adlarını veriyordu gazete: “Haydar Rıfat Bey (avukat), Nevvare Haydar Rıfat Hanımefendi (özel not: Annemin adı olan Nevvare’ye bir belgede ilk kez rastlıyorum), Abdülkadir Lütfi Bey (doktor), Semiramis Ekrem Hanımefendi (doktor), Abdurrahman Munip Bey (müderris)… (Bu bağış işinin çok tuttuğu anlaşılıyordu çünkü 1935 yılına kadar her yıl bu tür listeler yayımlanmıştı.) 


KURBAN DERİLERİ TAYYARE CEMİYETİ’NE 


Yine o yılların bir Kurban Bayramı klasiği olan Tayyare Cemiyeti (sonra Türk Hava Kurumu) çağrılarından bir örnek de dini kavramların ‘milliyetçi dile tercümesi’nin nasıl yapıldığına dair bir fikir verecektir: 

“Sayın Yurttaş: Kurban bayramınız kutlu olsun. Bayram günlerinde kestireceğiniz kurbanın iki katlı hayırlı olmasını dilerseniz, postunun iyi bir şekilde çıkarılmasına, deriler üstündeki yapağıların kırpılmamasına, bağırsakların zedelenmemesine bizzat nezaret edersiniz. Bu suretle harcayacağınız birkaç dakika çok sevdiğiniz yurdunuza büyük faydalar temin edecek, Türk Hava Kurumu binlerce lira kazacaktır. Bu güzel vatan topraklarında çoluğunuz, çocuğunuzla huzur içinde yasamak başlıca emelinizdir. Türk havalarının silahlanması güzel yurdumuzu tehlikelerden uzak tutarak huzur içinde yaşamamıza yol açacaktır. Canımızdan aziz bildiğiniz yurdunuza karşı yapılması gereken vazifeleri seve seve tereddütsüz yapacağınıza şüphe yoktur. Bayram sabahı kurban kesmek suretiyle sevap işlerken yukarıda dilediğimiz tarzda nezaretinizle yalnız Hava Kurumu değil aynı zamanda düşkünlere yardıma koşan, yaraları saran Hilal-i Ahmer’e (Kızılay’a), kimsesiz çocuklara şefkatle bakan Himaye-i Etfal’e (Çocuk Esirgeme Kurumu’na) da yardım elinizi uzatmış olacaksınız. Bu nezareti, bu itinayı sizin vatanseverliğinizden bekleriz. Dikkat! Derileri Tayyare Cemiyeti makbuzu karşılığında vermenizi rica ederiz.” 

                                                           (Akşam gazetesi, 2 Mart 1930) 

KURBAN GELENEĞİNE SAYGI 


9 Mart 1930 tarihli yazısında Yunus Nadi’nin kurban geleneğine dair değerlendirmeleri ise müminlerin yüreğine su serpecek, post modern insanını yerinden hoplatacak nitelikte: 

“Biz bayram ediyoruz, peki. Fakat kalplerimizin huzur ve sefası namına kestiğimiz ve gözlerimizin önünde akan kanlardan bir nevi haz duyduğumuz hayvanlara layık görülen bu akıbet nedir? Bunu biz icat etmedik, böyle bulduk. Zaten kesilen kurbanlar, yalnız bu bayramlar vesilesiyle boğazlanan hayvanlar değillerdir. İnsanlar onların her gün yüz binlercesini kesip yemekle meşguldürler. Zaten tabiatın tüm unsurları bir diğerini yemekle hayatlarını devam ettirdikleri için işin esasında ne vahşet namına, ne de medeniyet hesabına hiçbir fevkaladelik de yoktur. Yalnız bayramlarda kesilen ve adlarına kurban denilen hayvanların boğazlanmasına bir nevi kutsiyet izafe olunmuştur, o kadar…” 

Yunus Nadi yazısının devamında İslamiyet’in kurban inancına da meşruiyet sağlamayı ihmal etmemiş: 

“İslam peygamberi insanlara vermeğe vekil kılındığı dini tesise çalışırken Araplar arasında hem Mekke’de hac için toplanır, hem de kurbanlar kesilirdi. Muhammed Aleyhisselam, Arapları kendi bayrağı arasında toplarken onların atadan kalma bu adetlerini hemen hemen aynen devam ettirmekten başka bir şey yapmamıştır denilebilir. Aslında bu adet insanların ilk his devirlerine çıkacak kadar eskidir. Hatta Allah’ına adadığı oğlu İsmail’i kesecek iken gökten onun yerine cennetlik bir koç kesmek iznini alan İbrahim Aleyhisselam’dan da eskidir. (…) Bizzat İsa peygamber bile bir kurban değil mi? Bununla beraber bu bayram gününde az çok ciddiye çalmak hevesinde böyle düşüncelere ne lüzum var? Beşerin hala ve kimbilir daha ne zamana kadar dünyaya ilk gelen çocuk halinde bulunduğunu bilmekliğimiz yeterlidir…” 


LAİKLİK DİNSİZLİK DEĞİLDİR! 

Ancak ertesi yıl Yunus Nadi bu kadar rahat değil. Anlaşılan kimi çevreler, rejimin dini konulardaki politikalarını beğenmemekte, kimi çevreler ise rejimin dini konulardaki müsamahasından rahatsızlık duymaktaydı. Nitekim Ramazan Bayramı’nın birinci gününe rastlayan 19 Şubat 1931 tarihli başyazısında Yunus Nadi, Cumhuriyet rejiminin dini bayramlara bakışını uzunca bir yazı ile özetlemiş. Yazısının başında Ramazan ayında her akşam 21 pare topla iftar yapılmasından, bayram sabahı yine 21 pare top atılmasından, bayram boyunca da günde beş vakit top atımıyla bayramın hatırlatılacağından söz ettikten sonra şöyle demiş: 

“Yalnız birazını saydığımız bütün bu işlerin Cumhuriyet rejimi içinde de aynen böyle cereyan etmekte olmasına dikkatinizi çekmeliyim. Hani şu laik olduğu için haksız yere dine karşı olduğu farz edilen Cumhuriyet rejimi içinde. Demek ki laik Cumhuriyet dine aleyhtar değilmiş?... Tabii değil. Cumhuriyetin şiarı dine aleyhtar olmak değil, aksine müsamahakâr olmaktır. Bu rejimde vatandaşlar vicdani inanışlarında ve düşüncelerinde en geniş hürriyete sahip olacaklardır. Her hangi bir inanış ve düşünce yanı başındakinin inanış ve düşüncelerine sözlü ya da fiili bir saldırıda bulunmayacaktır. İşte Türk Anayasası’nın kamu hukukuna hakim olan ruh budur. Laik kelimesini hepimizin çok iyi anlamağa ihtiyacımız vardır. Halktan insanlar gibi, aydınlarımız da bu konuda istisna değil. Geçen hafta Meclisin tatili münasebetiyle aydın geçinen bir zat iki dudak bükümü arasında sanki durumda bir çelişki olduğunu ima eder gibi gülerek, bana: ‘Hem Cumhuriyet, hem bayram tatili, tuhaf şey!’ demişti. Bunda hiçbir tuhaflık yoktur. (…) Laik Cumhuriyet demek, din bahsinde tam ve gelişmiş bir tarafsızlık takip eden bir idare tarzı demektir. Din, duygu ve düşünceleri olan insanların vicdani inanışları demektir. Devletin manevi şahsiyeti bu türlü duygu ve düşüncelerle ilgilenmez. Devlet, her hangi bir dinin yayılmasına, engellenmesine ya da yok edilmesine kalkışamaz. Onun içindir ki bizde “devletin dini, İslam dinidir” sözü Anayasa’dan çıkarılmıştır. Esasında devletin dini olamaz. Din, hisseden ve düşünen halkın vicdani ve fikri düşünceleri ve inanışlarıdır. Bu düşünce ve inanışlara saygı duyulur ve devlet onların her gün müdahale ve saldırıdan uzak şekilde selametle kendini ifade etmesini güvence altına alır. (…) Devlet halkın geleneklerine saygıyı öyle bir dereceye vardırmıştır ki onlara iftarlarında, sahurlarında ve bayramlarında top bile atıveriyor. Belki o bu kadar elzem bir şey değildir. O bile yapılıyor. (…) Bunları yapmakla Cumhuriyet devletlinin laikliğine asla halel gelmez. (…) Bu hakikatleri tekrar ve teyit ettikten sonra halkın bayram günlerini büyük neşeler içinde geçirmelerini temenni edebiliriz.”


TÜRKÇE EZANLI İLK BAYRAM 

Yunus Nadi’nin bu açıklamalarına genel olarak itiraz etmek mümkün mü? Ancak, ertesi yıl Ramazan ayında (o günün terminolojisiyle söylersek) ‘Güzellik Kıraliçası Seçimleri’nin yapılmasının mutaassıp çevreleri rahatsız ettiğini tahmin edebiliriz. Nitekim rejim ‘güzelleri’ yarışmaya çağırmış ancak muhtemelen Ramazan dolayısıyla yeterli başvuru olmamıştır.

22 Ocak 1932 tarihli gazetede ise bugünün moda tabiriyle ‘gündeme bomba gibi düşen’ şu haber okunur:

“Dini bir inkılap: Türkçe Kur’an. Yarın Yeraltı Camii’nde mevlit ve Kur’an okunacak. Kuran’ın Türkçeye çeşitli ve çok dikkatli tercümeleri yapılmış olduğu malumdur. Din kitabı Türkler arasında dahi kendi öz dillerinde yazılmış ve basılmış bulunuyor. Eskiden bazı Kuran kitaplarının kenarlarında Türkçe tercümeleri de yazılı idi. Şimdiki durum bütün metnin yalnız Türkçe tercüme olarak basımı ve yayımlanmasından ibarettir (…) Gelişmiş milletlerin tümü bu yoldan yürümüşler, bu aşamalardan geçmişlerdir. Örneğin İncil’in tercüme olmadığı hiçbir dil yoktur. (…) Din kitabınızın Türkçeye tercüme edilmemiş olması ve ibadetlerin öz dilimizle yapılmaması cehalet ve taassup devirlerinin manasız ve hatta zararlı bir sapkınlığı idi. Gazi İnkılapları, millete bu yolda dahi nurlu bir yol açmıştır.” 

Bu ‘inkılabın’ etkisiyle Şeker ve Kurban bayramlarına kadarki dönem, bazıları için mutlu, bazıları için mutsuz bir heyecan içinde geçmişe benziyor. Gazetelerde İstanbul’un önemli camilerinde, dönemin önemli hafızları tarafından ezanın, kametin, hutbenin ve Kuran’ın Türkçe okunduğuna dair haberler boy gösterdikten sonra nihayet Kadir gecesinde Ayasofya’da da Türkçe Kuran okunur. Bu okuma telsiz telefonlarla dışarıya aktarılır. Gazeteye göre, içerde 40 bin kişi, dışarıda 30 bin kişi vardır. On binlerin gözyaşlarına Türkçe tekbirler karışır, ‘amin!’ sadaları asumana yükselir… (Ezanın Türkçeleştirilmesi ve bir yıl sonra yaşanan Bursa Olayı’na dair yazım: http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/bursa-olayi-ve-ataturk-un-bursa-nutku/9916/ )

GAZİ’NİN DİNLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ 


Burada bir parantez açacağım: Mayıs 1932-Mart 1933 tarihleri arasında ABD’nin Ankara Büyükelçisi olarak görev yapan Charles H. Sherrill, Mustafa Kemal’le yaptığı görüşmelerin bazı bölümlerini 1934 yılında yayımlanan A Year’s Embbassy to Mustafa Kemal adlı kitapta toplamıştı. Sherrrill kitabının 199-203. sayfalarında şöyle anlatmıştı Ayasofya’daki o ‘meşhur’ Kadir gecesini ve Mustafa Kemal’in dine karşı tutumunu: 

“Gazi ile bu kez Ankara’da üç saat süren bir mülakatım oldu. Kısa müddet önce meydana gelen Bursa hadisesi [1932’deki ezanın Türkçe okunması olayını kastediyor] din mevzuunu epey gündeme getirdi. Mustafa Kemal’in bu mevzuda serbestçe ve uzun sure konuşması gayet tabii beni şaşırttı. Bana şahsi görüşlerini bildirdi ve bugünün Türk halkının din hakkında ne düşündüğü hususundaki kanatini söyledi. Birçok münakaşadan sonra mutabık olmadığımıza dair mutabakat sağladığımız tek husus, Türk halkının din hakkında ne düşündüğü konusuydu, zira ben O’ndan farklı olarak Türklerin çok daha dindar olduklarına inanıyorum. Bu kanaatimin baş sebebi bu bölümün sonundaki Ayasofya Camii’ndeki meşhur Kadir Gecesi ile ilgili yaptığım tasvirde belli olacaktır. 

[Gazi’nin] Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamına burada yer vermek tabii ki hiç doğru olmaz. Ancak O’nun agnostic ve din karşıtı olduğuna dair söylenen çok fazla saçma hikayeden dolayı Tanrı’ya, insanlığın bir Tanrı’ya ihtiyacı olduğuna, insanlığın Tanrı’ya yakarma ihtiyacına, O’na seslenmeye hakkı olduğuna inandığını burada söylemem elzem. Ancak bu seslenme belli zamanlarda ibadet etmeye çağıran dualar şeklinde demek değildir...” 

Sherrill’in kitabına almadığı ancak ABD arşivlerinde olan raporundaki bazı hususları ise Rıfat N. Bali sayesinde öğrendik. (“Atatürk’ün Dine Bakışı”, Toplumsal Tarih, S. 153, Eylül 2006, s. 14-19) Raporda Sherrill şöyle anlatmış Mustafa Kemal’le inanç üzerine yaptığı sohbetin kalanını: 
“Agnostik olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı kesinlikle reddediyor ancak dinin sadece Kâinat’ın Mucidi ve Hakimi tek Tanrı’ya inanmak olduğunu söylüyor. Ayrıca beşeriyetin böyle bir Tanrı’ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tanrı’ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu belirtti. Burada duruyor.

Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona bu raporda yeri olmayan sebeplerimi söyledim. Sadece genel bir mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde tamamiyle samimiydi. Bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha on yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet’in Reisicumhuru olarak iktidara geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Şeyh’ül-İslam’ı, medreseleri, Mahkemi-i Şer’iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset eden kadılar, hocalar ve muhtelik dervişler dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağv etmeyi gerekli bulduğunu söyledi. Osmanlı İmparatorluğu altında geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camiilerde namaz kıldıran imamlardı. 


TEBBET SURESI TÜRKÇE OLSAYDI… 


Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamiyle yok ettikten sonra Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür bir dini tedrisat kaldığını sordum. Kifayetsiz medrese sistemini bütün ülkeye yayılmış ilk ve orta öğretim sistemi ile ikame ettiğini ve bu sistemin talebeyi üniversiteye kadar götürdüğünü belirtti. İlk ve orta okullarda Kur’an’ın öğrettiği Hazreti Muhammed’in hayat hikayesi ve daha ahlaklı yaşama konusundaki himmetli düsturlarla dini tedrisat verildiğini, bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit’te (İncil ve Tevrat’ta) tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil ettirdiğini söyledi (…) Bu çerçevede yakın tarihte cereyan eden Bursa hadisesi üzerinde serbestçe konuştu (…) Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum. Bu sözlerim Kur’an’ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi çin nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı. Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kur’an’dan alınan bir Arapça bölüm okudu. Bu duada [Tebbet Suresi] Hz. Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder. ‘Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi. Bu fikrini geliştirdikçe, ben de git gide Kur’an’ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kur’an’ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine vardım. 

Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak, Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camiilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cazibesine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü (…) Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik orta öğretimde ve Darülfünun’un küçük İlahiyat bölümünde üç büyük din hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye inanmadığı sarihti. Ancak Sovyetler’in her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle mutabık değil. Belli başlı camiilerin Hükümet tarafından itinayla muhafaza edilmeleri ve amaçları doğrultusunda kullanılmaları gerektiği hususunda ısrarlı. Üç büyük dinin ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inanıyor…” 


ULUDAĞ’DA BAYRAM


Parantezi kapatıp Atatürk döneminin bayramlarına dönersek, gazetenin o yıla kadar olduğu gibi ‘Bayramınız mübarek olsun’ değil, “Bayramınız kutlu olsun” formülünü tercih ettiği 1933 yılında 10 bin; 1934 yılında 17 bin kurbanlık koyun satılmış. 1934 yılının bayram arifesindeki bir diğer haber ise şöyle: “Yedi bin aç yavrudan beş bini aç kalıyor. Hilal-i Ahmer Cemiyeti ilkokullardaki açlardan yalnız 2.000 çocuğu doyurabilecek.” 
1935 yılının (gazetenin deyimiyle) Şeker Bayramı’nın Noel ve yılbaşı ile birleşmesi (gazete, ‘Noel’ terimini kullanıyor) şehirde ekonomik ve sosyal hayatı canlandırmıştır. Bu bağlamda ilk kez şeker fabrikaları şeker sergileriyle halkı bol bol bol şeker yemeğe teşvik ederler. Bayram kışın ortasına rastladığı için, tatil için tercih edilen yerlerin başında Uludağ gelir. Muhabir ‘Uludağ’da Bayramı’ şöyle betimler: 

“Kadınlı erkekli yüzlerce genç sporcu karlar üstünde hakiki bir bayram yaptılar. Birkaç günden beri Uludağ’ın göklere yükselen bembeyaz zirvelerinde birer kar kelebeği gibi uçuşan Türk sporcuları arasındayım. Burası öyle bir alem ki: Kimsenin kimseye bakmaya hali ve takati yok. Karnını doyurup ayağına kayağını geçiren soluğu birkaç metrelik kar kümeleri üstünde alıyor. Diyebilirim ki: Şimdi burası dünya ile alakasını kesmişlerin, ancak kendi zevklerini tabiatın güzellikleriyle bezemeye ant içmişlerin yeridir. Buranın havasında ne Habeş-İtalyan harbinden bir haber esiyor, ne de Milletler Cemiyetinde olup bitenlerden bir ses geliyor. (…) Almanya’daki kış olimpiyatlarına gitmeye hazırlanan sporcuların kampı ise büsbütün başka bir alem. Bu kamp, C.H.Partisinin sporcular için yaptırdığı yeni oteldedir. İçlerinde öğrenci, subay, öğretmen ve serbest meslek adamı bulunan birçok sporcu geceleri bu otelin büyük salonunda karavana ile asker gibi bol bol yemek yiyor, sonra büyük bir sobanın etrafına toplanıp çeşit çeşit şarkı söylüyor, oyun oynuyorlar…” 


GİDEREK SÖNÜKLEŞEN BAYRAMLAR 


Ancak 1936 yılında, Ramazan Bayramı buruk geçer çünkü bayramdan 10 gün kadar önce Adana’yı seller almıştır. Ayrıca ‘Sancak Türkleri’ (1939’da Hatay adıyla Türkiye’ye katılacaktır) Cenevre’deki Milletler Cemiyeti’ne Sancak’ın eski milletvekillerinden bazılarının çektiği bir telgraf yüzünden bayram yapmamaya karar vermiştir. Telgrafta İskenderun, Antakya ve havalisinin Suriye’nin bir parçası olduğu yazılıdır. Bu da Atatürk’ün özel olarak ilgilendiği ‘Hatay Meselesi’nde Türk tezlerine zarar vermiştir. 

(Atatürk, manevi kızı Ülkü'yü bir koyunu severken izliyor.) 

1937 yılının Ramazan ayında (gazetecilerin deyimiyle) ‘Dersimli eşkıya Seyyid Rıza ve 6 avanesi’nin asılmasında beis görülmez. Ramazan ve Kurban bayramlarının arifesinde ya da sonrasında çıkan haberlerde coşku yoktur, dahası bir önceki yılların aynen tekrarı gibidir: “Cumhuriyet muhterem okuyucularının bayramını kutlular. Gazetemiz bayram münasebeti ile Pazar ve Pazartesi günleri yayımlanmayacaktır.” “Evinize bırakılan fitre zarfına layık olduğu alakayı göstermek bir vatan borcudur.” “Üç aylıkların erken ödenmesi için bütün tertibat alındı.” “Bayramın üç gününde de önemli ve heyecanlı futbol maçları izleyeceğiz.” 

1938 yılının Ramazan Bayramı Atatürk’ün ölümünden 12 gün sonraya rastladığı için midir, yaklaşan savaş yüzünden midir, yoksa Kemalist modernleşme projesinin doğal bir sonucu olarak dini olanın dünyevileşmesi yüzünden midir bilinmez, pek sönük geçer. Gazetede sadece fitre haberlerine, ‘İnhisar likörleri’ reklamlarına rastlanır… 


BİTİRİRKEN 


Evet, 1929’da coşkulu başlayan bayram kutlamaları 1938’e gelindiğinde sönükleşmiştir ama okurumun ya da eski Başbakan yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçmişte söylemeyi pek sevdiği gibi ‘CeHaPe Dönemi’nde halkın dini duyguları ile oynama, onların dini vecibelerini yerine getirmelerine engel olma gibi bir politika yoktur. Rejimin yarı resmi gazetesi olan Cumhuriyet’te bile içerik pozitivist yönelimde olmakla birlikte, dil müminlere saygılı, geleneklere uygundur. Ancak, Kemalist modernleşme projesinin, ABD Sefiri Sherill’in aktardıklarından da anlaşıldığı gibi, Ebedi Şef’in kişisel olarak dine ve dolayısıyla İslamiyet’e karşı mesafeli tutumuna karşı, devlet adamı olarak halkın dine ihtiyaç duyduğunu ancak ‘Türk’ halkının İslam dinini ‘doğru bilmediği’, ‘kendisine devlet tarafından ‘dinin doğru yorumunun öğretilmesi gerektiği’, ama nihai olarak dini, pozitivist bir bakışla, dünyevi olana katkı yaptığı, onu desteklediği, güçlendirdiği oranda kabul etmeye hazır olduğu da açık. 

Nitekim, yazıya konu olan yıllarda, rejim dini devletin hem dışında, hem kontrolünde tuttu, esas olarak da ümmetten millet yaratma projesinde, dini (daha doğrusu İslam’ın Sünni yorumunu), milliyetçiliğin tutkalı olarak kullandı. ‘CeHaPe’ sonrasında iktidara gelenler laikliğin katı yorumunu yumuşatmak yerine laiklik kavramının içini tamamen boşalttılar. Bugün Ortadoğu’da ve Türkiye’de yaşananlar, laikliğin (daha doğru bir terminoloji ile sekülerliğin) ne kadar önemli bir ilke, kavram olduğunu gösteriyor. Laikliğin ve sekülerliğin dünyadaki ve Türkiye’deki tarihine ilişkin daha önce yazdığım iki yazının linkini vererek bu uzun yazımı bitireyim: http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/sezarin-hakki-sezara-tanrinin-hakki-tanriya/7530/  ve http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/din-yok-milliyet-var/8252/  

Bayramınızın güzel geçmesini diliyorum… 

Temel Kaynak: Ali Şahin, “Medyada Ramazan ve Dini Bayramlar, Cumhuriyet Gazetesi Örneği”, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2011 yılında kabul edilmiş Yüksek Lisans Tezi.

 

Ayşe HÜR

Radikal, 05.10.2014

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.