Bir yazıt, iki seyyah, bir han, bir çiçek ve bir yazmanın hikayesi
04 Kasım 2007 18:24 / 2661 kez okundu!
Ayşe Hür'ün tarih dokulu, zeka içeren güzel yazılarını özleyenler için yazıtlardan, seyyahlara, hanlardan, çiçeklere inanılmaz bir hızla geçtiği harika bir demet sunuyoruz.
Bir yazıtın hikayesi
1909 yılının Nisan ayıydı. Avusturya kütüphanelerinde araştırmalar yapan Alman tarihçi Franz Babinger, karıştırdığı kitaplardan birinin içinde bir kağıt buldu. Kağıtta, tanımadığı bir dilde bazı kelimeler yazıyordu. Meraklı biri olduğu için, bir süre yazıyı sökmeye çalıştı ancak başaramadı. Birkaç yıl sonra kopyayı Danimarkalı dilbilimci Thomsen'e gönderdi. Thomsen yazının 1893 yılında deşifre ettiği Göktürk yazısına benzerliğini hemen fark etti ancak o da okuyamadı. Okuma işini bu sefer Macar dilbilimci Gyula Sebestyen üstlendi. Sebestyen yazının aynen Göktürk yazısında olduğu gibi sağdan sola doğru yazıldığını ve her iki yazıda da kelimelerin (:) işareti ile birbirinden ayrıldığını gördü. Tek fark bu alfabede olup Göktürk alfabesinde olmayan (f) ve (h) harfleriydi. Sebestyen’e göre yazıtta şunlar yazılıydı: "Bin beşyüz on beş senesinde bunu yazdılar. Kral Ulaszlo'nun beş sefirini burada beklettiler. Bilayi Barlabaş iki sene burada idi....hükümdar Nem tön. Keteli Sekel Tamaş bunu yazdı. Hükümdar Selim Beğ burada yüz at ile alıkoydu."
Bilim dünyasında İstanbul Yazıtı adı verilen bu cümlelerden ilk bakışta bir şey anlamak zor oldu. Ama sonra tarih bilgisi imdada yetişti. Sözü edilen Bilayi Barlabaş, Bohemya Kralı Vladislav Jagiello’nun II. Bayezıd'a gönderdiği sefirdi. Barlabaş ve heyeti 1513 yılı başlarında İstanbul'a vardıklarında ortalık çok karışıktı. Tahta uzun süren bir çatışma döneminden sonra babasını tahttan feragata razı eden Selim çıkmıştı. Selim, babasına kardeşlerini öldürmeyeceğine söz verdiği halde sözünü tutmamış, hatta babasını bile zehirlettiği ileri sürülmüştü . I. Selim Barlabaş ve heyetini iki yıldan fazla Elçi Hanı’nda esir tutmakla yetinmemiş, heyeti zorla İran Seferi’ne de götürmüştü. Papalığın tepkisi üzerine, sefer dönüşü heyet serbest bırakıldı. İşte Babinger’in kitabın arasında bulduğu kopyada bu olay anlatılıyordu. Muhtemelen Bilayi Barlabaş, Elçi Hanı’nda sıkıntı ile geçirdiği günlerden birinde, hanın duvarlarına başlarına gelen olayı duvara kazımıştı. Peki nasıl olmuştu da bu sözler bir kağıdın üzerine kopyalanmış ve Avusturya’ya nasıl gelmişti?
İki Seyyahın Hikayesi
Alman asıllı ünlü Fugger Ailesi’nin Macaristan'daki bakır, altın ve gümüş madenlerinin müdürlüğü yapmakta olan Hans Dernschwam adlı bir amatör seyyah, 1553 yılında Avusturya Arşidükü Ferdinand'ı temsilen Osmanlı ülkesine gönderilen bir heyete katıldı. Amacı, yeni bir ülke görmekti. Bunun için masrafları cebinden ödemeyi bile kabul etmişti. Heyetin görevi ise Osmanlılar'ın iki yıl önce Erdel'e sefer yapmalarıyla bozulan ilişkileri düzeltmekti. 25 Ağustos 1553’de İstanbul'a varan heyeti kötü bir sürpriz bekliyordu: padişah Kanuni Sultan Süleyman heyetin gelmesinden üç gün önce Nahçıvan Seferi’ne çıkmıştı. Heyet iki hafta Eminönü civarındaki Yahudi mahallesinde bulunan bir kervansarayda konakladıktan sonra Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa Külliyesi'nin parçası olan Elçi Hanı'na taşındı. Ve tam iki yıl boyunca burada “misafir” edildi. Çünkü, padişahı görmeden geri dönmelerine izin verilmiyordu. 1554 yılı Kasımında onları kurtarmak için Felemenk asıllı Ogier Ghislain de Busbecq’in başkanlığında yeni bir heyet gönderildi. Busbecq, Paris, Venedik, Bologna ve Padua üniversitelerinde eğitim görmüş seçkin bir Rönesans hümanistiydi. Elçilik görevini o dönemde seçkin bir aydının meraklı olduğu şeylere ilgisi yüzünden kabul etmişti. Bu yabancı ülkede yeni insanlarla tanışacağını, kültürlerini tanıyacağını hayal ediyordu ancak Dernschwam’ın kaderini paylaşmak zorunda kaldı. İki elçi, hapis hayatı yaşadıkları bu sıkıntılı günlerden birinde Elçi Hanı'nın ahırının dış duvarında, yere yakın bir yerdeki uzunca bir taşın üzerinde üç satırlık bir yazıt buldular. Yazıtta kullanılan harfler ikisine de yabancıydı. İlk ağızda bunun Ali Paşa Külliyesi'nin üzerine inşa edildiği Bizans kilisesinin bir kalıntısı olduğunu sandılar. Dernschwam yazıtın bir kopyasını çıkarttı. Tam o günlerde müjdeli haber geldi. Kanuni seferden dönüyordu. İki arkadaş padişahı Amasya’da karşıladılar. Gerekli görüşmeler yapıldıktan sonra 23 Haziran 1555’de ülkelerine doğru yola koyuldular ve 11 Ağustos'da Viyana'ya vardılar. Dernschwam Viyana'da kaldı ama Busbecq Kasım ayında elçi olarak tekrar İstanbul'a döndü. Bu görevini Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti arasında 1562 yılında barış anlaşması imzalanıncaya kadar da sürdürdü. Busbecq, dönüşte daha sonra tahta geçecek olan Maximillian'ın (II) çocuklarına hocalık etti, 1592'de öldü. Dernschwam ise 1555'ten sonra hayatını Viyana ve Kuzey Macaristan'da geçirdi.1568 yılında öldüğünde geride kalan 2000 ciltlik koleksiyonu varisleri tarafından 500 forint karşılığında Viyana Kraliyet Kütüphanesine satılır. İşte hikayemize konu olan İstanbul Yazıtı'na ait kopya bu kitaplardan birinin içinde bulundu.
Peki kopyanın yapıldığı yazıtın aslı neredeydi?
Bir Hanın Hikayesi
Dersnchwam'ın söz konusu Sekel yazıtını Elçi Han’da bulması çok muhtemel çünkü Bilayi Barlabaş ve Heyeti de orada kalmıştı. Elçi Han, Atik Ali Paşa Külliyesi’nin bir parçası olarak külliyeden daha sonra, 1510-1511'de yapılmıştı. Eski Divanyolu'nda yani günümüzdeki Yeniçeri Caddesi üzerindeki han adından da anlaşılacağı üzere elçilerin konaklamasına ayrılmıştı. 23 Temmuz 1587 günü bütün Çemberlitaş'ın yanmasına neden olan yangından, kurşun kubbelerinden aldığı güçle kurtulan Han 17.yy'ın başlarına kadar elçilere ev sahipliğine devam etti ancak 1646'dan itibaren elçilerin artık Galata'da kalmalarına izin çıktığından eski önemini yitirdi. Bu tarihten sonra Osmanlı devletinin vergi mükellefi olan Eflak, Boğdan, Erdel ve Raguza hükümetlerinin kapı kethüdalarına tahsis edildi.1652 ve 1660 yangınlarında iki kez daha yanan han, 1766 depreminde de zarar gördü. 19.yy'ın başlarında artık Tatar Hanı adını almış ve posta tatarları'nın barınağı olmuştu. 19 Eylül 1865 tarihli korkunç Hocapaşa yangınında bir kere daha yandıktan sonra uzun süre harabe halinde kaldı sonra yıkılarak yerine Matbaa-i Osmaniye binası, sonra da günümüzdeki Elçi Han inşa edildi. Öykümüze konu olan Sekel yazıtının aslı muhtemelen Hocapaşa yangınında yok oldu.
Bir Çiçeğin Hikayesi
Busbecq, 1562 yılında ülkesine dönerken yanında altı deve ile adlarını bilmediğimiz onlarca bitkinin yanı sıra, İstanbul'un ünlü lale soğanı da vardı Busbecq laleyi ilk kez Edirne'den İstanbul'a giderken yol kenarındaki tarlalarda görmüştü. Bugün Batıda lale için kullanılan tulip/tulipe/tulipa sözcükleri muhtemelen Busbecq ile tercümanı arasındaki bir anlaşmazlıktan kaynaklandığı sanılır. Tahminlere göre Busbecq'in "Türkler bu çiçeğe tulipan adını veriyorlardı" demesi, o dönemlerde ekilen "dülbend" lalesinin adını yanlış anlamasındandır. Busbecq İstanbul'dan götürdüğü lale soğanlarını Leyden'li botanist Carolus Clusius'a teslim eder ve böylece Avrupa'yı yüzyıllarca sürecek lale sevdasıyla tanıştırmış olur. Leyden'den başlayan, ardından Hollanda'ya geçen lale sevgisi 1634-1637 yılları arasında Tulip-mania adıyla anılan bir çılgınlığa dönüşecek, binlerce aile hayatını lale soğanından kazanır hale gelecektir. Ancak iş giderek çığrından çıkar ve bir tek lale soğanı için binlerce florin ödenir hale gelir. O günlerin en gözde lale soğanı olan Semper Octavian ya da Semper Augustus'un bir tanesi için bir Hollandalı tüccarın "dört ton buğday, sekiz ton çavdar, dört öküz, sekiz domuz, on iki koyun, iki varil şarap, dört varil bira, iki ton tereyağı, dört ton peynir, bir gelin yatağı, bir takım elbise ve bir gümüş kadeh" ödediğini gösterir bir belge vardır. Bu sayılanların bugünkü değerinin yaklaşık 60 milyar lira olduğu düşünülürse, lale soğanı çılgınlığının boyutları daha iyi anlaşılabilir. Nitekim bugünkü "borsa" sözcüğü de o günlerde lale soğanı spekülatörlerinin fiyatları tesbit etmek üzere toplandıkları Van Bourse ailesinin Amsterdam’daki evinden gelir. Ancak fiyatların ulaştığı bu akıl almaz seviye 1637 yılı Şubatında tarihin en büyük mali felaketlerinden birine neden olacak ve hükümet lale soğanlarının borsada işlem görmesini yasaklayacaktır. Sonuç binlerce lale üreticisi ve satıcısı ailenin tüm malvarlıklarını kaybetmeleridir.
Peki Busbecq yanında başka neler götürmüştü?
Bir El Yazmasının Hikayesi
İlk kez 1588'de yayınlanan "Busbecq'in İstanbul Mektupları" yazarın İstanbul'da kaldığı yedi yıl içinde arkadaşı Nicholas Michault'ya yazdığı dört; resmi makamlara yazdığı iki uzun mektuptan oluşur. Busbecq bir mektubunda İmparatorluk Kütüphanesi için 240 ciltlik bir yazma koleksiyonunu deniz yolu ile Venedik'e yolladığından söz eder ve şöyle der: "Bunların çoğu alelade eserlerdir. Fakat bazıları pek kıymetlidirler. Bunları şuradan buradan bin zahmetle topladım. Bu yoldaki eserlerin artık sonuncularıdır. İstanbul'da koca bir hazine bıraktım. Bu, Dioscorides'in bir eseridir. Gayet eskidir. (...) Kitap Hamon isminde bir Yahudi’nin oğluna aittir. Hayatında (Kanuni) Süleyman'ın doktoru idi. Kitabı satın alacaktım. Fakat fiyatı beni korkuttu. Yüz altın duca istediler."
Sözü edilen yazma, Roma imparatoru Neron'un ordusunda botanikçi olarak görev yapan hekim ve eczacı Dioskorides'in MS 65 ya da 77 yılı'nda kaleme aldığı De materia medica adlı eseri olmalıdır. Bilindiği kadarıyla kitapta 498 bitki, 100 kadar hayvan (özellikle küçük kuş) minyatürü ile 1000 kadar ilaç tarifi yer almaktadır. Aslı henüz bulunmayan beş ciltlik eserin bir kopyasının 512'de Konstontinopolis'li soylu hanım Anicia Juliana için hazırlandığı; bu kopyanın 1204'ten sonra şehri işgal eden Latinlere geçtiği, ancak 14/15.yy'larda Petra'daki (bugünkü Karagümrük) İoannes Prodromos Manastırı’nda sakladığı rivayet edilir.1520'den sonra da Kanuni'ni hekimlerinden Moşe Hamon'un eline geçmiştir. Bugün Viyana Kütüphanesinde bulunan ve Viyana Dioskoridesi diye bilinen yazmanın bu kopya olduğu tahmin edilmektedir. Anlaşılan daha sonra birileri Busbecq'in ödeyemediği 100 altın duca'yı temin etmiştir!
Ayşe Hür