İktidar, basının uysal olanını sever

21 Şubat 2008 05:37 / 3001 kez okundu!

 


Başbakan Erdoğan’ın aba altından sopa gösteren ‘çıplak kadın’lı basın eleştirisi, Cumhuriyet dönemi boyunca basın-iktidar ilişkilerine göz atmak konusunda esinlendirici oldu. Hatırlanacağı üzere, Milli Mücadele’ye muhalefetinden dolayı ‘Mütareke Basını’ diye adlandırılan İstanbul basınına Ankara’nın duyduğu tepki, Alemdar’dan Refik Halit Karay, Refii Cevat Ulunay ve Tarık Mümtaz Göktepe gibi sembol isimlerin, Lozan Anlaşması uyarınca oluşturulan ‘150’likler’ listesi kapsamında yurt dışına çıkarılmalarından ya da Peyam-ı Sabah yazarı Ali Kemal’in eski Merkez Ordusu komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın kışkırttığı güruh tarafından İzmit’te linç edilmesinden sonra bile azalmamıştı.

Cumhuriyet döneminin ilk İstiklal Mahkemesi 8 Aralık 1923’de kuruldu ve yetki alanı İstanbul ve havalisi olarak tanımlandı. Görünürdeki amaç, 10 Kasım 1923 tarihli Tanin’de Halife Hazretlerine açık bir mektup yazan İstanbul Barosu Başkanı Dersim Mebusu Lütfi Fikri (Düşünsel) Bey’i yargılamaktı ama asıl amacın, muhalif İstanbul basınını sindirmek olduğu anlaşılıyordu. Matbuat Davası denilen ikinci davada, hükümete hitaben Halifeliği destekleyen bir mektup yazan Şii liderler Ali Ağa Han ve Emir Ali’nin mektuplarını yayınlayan Tanin’in Başyazarı Hüseyin Cahit, İkdam’ın Başyazarı Ahmet Cevdet ile İkdam’ın Mesul Müdürü Ömer İzzeddin, Tevhid-i Efkâr’ın Başyazarı Velid Bey ile Mesul Müdürü Hayri Muhitten Bey yargılandı. İkdam, Tanin, Tevhid-i Efkar ve Vatan mensupları beraat ederken, Lütfi Fikri Bey, 5 yıl kürek cezasına mahkum oldu, fakat altı ay hapis yattıktan sonra başvurusu üzerine TBMM tarafından affedildi. Mustafa Kemal amacına ulaşmış, İstanbul’un muhalif basınına gözdağı verilmişti.


TAKRİR-İ SÜKUN BASINI

İstanbul basını ile Ankara arasında ipler, 13 Şubat 1925’de başlayan Şeyh Said İsyanı’dan sonra koptu. Şeyh Said’in mahkemede Ankara’nın öğütlemesiyle ‘beni isyana basın itti’ lafları etmesiyle başlayan süreç, Ağustos ayında hükümetin ‘yılan yuvaları’ dediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TpCF) destekleyen üç önemli muhafakazar-dinci gazete, Tevhid-i Efkar, Son Telgraf ve İstiklal ile İslamcı dergi Sebilürreşat, komünistlerin yayın organı Aydınlık ve Orak Çekiç, Adana’da çıkan Tok Söz ve Sayha, İzmir’de çıkan Sada-yı Hak ve Trabzon’da çıkan İstikbal gazetelerinin kapanmasıyla derinleşti. Aralarında Ahmet Emin Yalman ve Velid Ebuzziya’nın da olduğu 9 kişi tutuklanarak Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’ne sevkedildi. 3 Haziran 1925’de isyana destek verdiği gerekçesi ile ThCF kapatıldı. Kelleyi kaptırmak üzere oldukları anlayan gazeteciler, daha yolda iken Mustafa Kemal’e iki telgraf çekmişler ama kurtulmaları için kararın açıklanmasından bir gün önce bir üçüncü telgrafı çekmeleri gerekmişti. 87 günlük yargılamadan sonra gazetecilere son sözleri sorulmuş, sadece Adana’da yayınlanan Toksöz’ün sahibi Ali Kemali (Öğütçü) Bey (Orhan Kemal’in babası) savunma yapmıştı. Diğerleri ‘mahkemenin adaletinden emin olduklarını’ söyleme akıllılığını gösterdiler. Sonuç beklendiği gibi oldu: Ali Kemali Bey, yargılanmasına devam edilmek üzere Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilirken, boyun eğenler beraat ettiler.


SÜRGÜNLER

İkinci fasıl yargılamanın baş kurbanı, isyan dolayısıyla kapatılan TpCF merkezinde yapılan polis aramasını ‘baskın’ diye adlandırmak ‘cüretinde bulunan’ Hüseyin Cahit Yalçın’dı. Yalçın, sırf bu kelime bahane edilerek Çorum’a öbür boyu sürgün edilirken, solcu gazeteci Zekeriya Sertel Sinop’a, Cevat Şakir (Kabaağaç) ise Bodrum’a sürülmüştü. Aslında Cevat Şakir suçsuz bulunmuştu ama mahkeme yargıçlarından Ali Çetinkaya, yıllar önce ailevi bir mesele sırasında Cevat Şakir’in öldürdüğü babası Şakir Paşa’nın arkadaşı olarak kendisine ceza verilmesi için özel olarak uğraşmıştı.


1930’da, devlet güdümlü Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın umulandan daha popüler olması ve Ankara’ya yönelik muhalefet için çekim merkezi olması üzerine İstanbul’da Son Posta, İzmir’de Hizmet, Halkın Sesi ve Yeni Asır, Ankara’nın tepkisini çektiler ama onlar yine de şanslıydılar çünkü aynı dönemde, sosyalist eğilimli Arif Oruç’un çıkardığı Yarın gazetesinin tirajının 80 binlere ulaşması üzerine rejim Arif Oruç’a öyle bir baskı uygulamıştı ki, adamcağız Bulgaristan’a kaçmak zorunda kalmıştı. Ama orada da rahat bırakılmadı, Bulgaristan hükümetine yapılan baskı ile Yugoslavya’ya kadar püskürtüldü.


ANKARA’DAN GELEN CEZALAR

25 Temmuz 1931’de kabul edilen Matbuat Kanunu muhalif basın sorununu kökünden çözmek üzere tasarlanmıştı. Gazete çıkarmanın onlarca belirsiz kritere bağlanması yetmezmiş gibi merkezin sıkı denetimi ile gazeteciler nefes alamaz hale gelmişlerdi. Gazeteler Falih Rıfkı’nın deyimiyle Matbuat Müdürlüğü’nden gelen ‘telefon darbesi’ ile kapatılırken ne için kapatıldıklarını bile öğrenemezlerdi. Hükümetin sansür kararlarını bildirmek için kendisi Romanya’da bile bulduğunu söyleyen Zekeriya Sertel, bir keresinde kendisini yargılayan yargıcın, Ankara’nın ne ceza vermesini istediğini bir türlü anlayamadığı için defalarca verdiği cezayı değiştirmek zorunda kaldığını anlatmıştır.


Ama basın sadece baskı ile değil, ödüllendirme ile de susturuluyordu. Mustafa Kemal’in sağlığında yaklaşık 40 gazeteci milletvekili olmuştur. Muhalif Necip Fazıl’ın İstanbul mebusluğunun üzeri ise çizilmiştir. Mustafa Kemal, pek sevdiği İsmail Habib Sevük’ün 80 lira maaşla Yeni Gün’de çalıştığını duyunca, derhal 100 lira maaşla yarı resmi nitelikteki Hakimiyet-i Milliye’ye geçmesini emretmişti. Rıza Nur o günleri şöyle özetler: “Reisicumhuru Allah mertebesine çıkarmak (.) matbuat kamilen meddah oldu (.) söndü (.) öldü.”


‘MİLLİ ŞEF’ DÖNEMİ

Tek Parti döneminin basın üzerindeki sopası olan 1931 tarihli Matbuat Kanunu, 1932’de iki kez, 1933, 1934 ve 1938 yıllarında birer kez ağırlaştırılmıştı. Böyle bir ortamda Mustafa Kemal’in ölüm döşeğinde olduğu haberlerinin gazetelerde yer alması mümkün olmadı. Yasağı çiğnemeye cesaret eden Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesi üç ay süre ile kapatılırken, Vatan’a atıfla haberi yayınlayan Haber gazetesi ile bir Rumca ve üç Ermenice gazete de onar gün kapatıldı. Hatta, başbakan Celal Bayar, Büyük Kulüp’te karşılaştığı Yalman’ı herkesin gözü önünde çok ağır biçimde azarlayarak bu tür baskılara alışık olanları bile şoka sokmuştu.


Başlarından sopanın eksilmeyeceğini çabuk kavrayan basın, yeni şefin takdimi işini büyük bir hevesle yapmaya koyuldu. 13 Kasım 1938 tarihli Bugün gazetesi ilk kez İnönü’den ‘Milli Şef’ diye bahsederken Cumhuriyet gazetesi ‘İkinci Atatürk’ümüz’ diye takdim etmişti. Solcu Zekeriya Sertel bile ‘İnönü’yü başımızda görmek Cumhuriyetimizin garantisidir’ diye koroya katılmak ihtiyacı duymuştu. Bu tarihten itibaren basını kontrol etme işini, Şükrü Kaya, Recep Peker ve Kılıç Ali bizzat üstlendiler. Bu üçlü Anadolu Ajansı haberlerinin metnini bile dikte ettiriyorlardı. 1940 yılında Matbuat Kanunu’nda yapılan iki değişiklikle ‘milli hislerimizi inciten ve bu maksatla milli tarihimizi yanlış gösteren yazılar’ yazmak ağır ceza konusu oldu.


Metin Toker o günün baskılarını şöyle anlatıyordu: “1943’te Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başlamıştım. Yazı İşleri Müdürü Yardımcısı Ahmet İhsan’dı. Onun arkasındaki dolapta, bir dosya kilitli dururdu. Gün geçmezdi ki, birinci Şubeden bir memur gelip, yeni bir yasak kararını getirmesin ve dosyayı şişirmesin… sonradan bu dosyayı gözden geçirmek fırsatını bulmuştum. Neler yoktu ki….. hangi haberin kaçıncı sayfada kaç sütun üzerine, hangi puntolu harflerle gösterilmek gerektiğinden hava durumunun yazılmaması emrine kadar… bunların yetmediği tehlikeli ve kritik anlarda Milli Şef kaşlarını gösterişli bir şekilde çatıyor, istemediği havayı dağıtıyordu. Başka emirler ise Milli Şef İsmet İnönü’nün kendisi ve ailesiyle ilgili haberlerin büyük puntolarla verilmesi gerektiğini bildiriyordu. Cumhurbaşkanı’nın bir konserde, bir temsilde veya at yarışlarında gösteren fotoğraflar çarşaf çarşaf devlet zoru ile yayınlanıyordu.”


SAVAŞ YILLARI

Ardından rejim, gazetelere sağlı sollu haddini bildirmeye başladı. 1941’den itibaren göz yumulan ırkçı-Türkçü basın, 1944’te savaşın seyri belli olunca ummadığı bir tokat yedi. Pantürkist eğilimli Çınaraltı, Kopuz ve Orhun ile durumu dengelemek için sol eğilimli Adımlar, Yurt ve Dünya gazeteleri de kapatıldı. Bunlara merkez medyadan Tan, Vatan ve Tasvir-i Efkar eklenerek tablo tamamlandı. İlk grup değil ama son grup gazeteler ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesi ve Türkiye’nin ‘Batı bloğuna’ katılmak üzere San Fransisco Konferansı’na çağrılmasından sonra açılacaktı. Uluslararası konjonktüre 1946 seçimlerinde DP’nin 61 milletvekili çıkarması da eklenince Matbuat Müdürlüğü’nden gelen ‘telefon darbeleri’nin yerini ricalar alıyor, üstelik ricalar yerine getirilmeyince ses çıkarılmıyordu.


Bu tarihten itibaren sadece muhalif basın değil CHP yanlısı basın bile hükümetin baskıcı uygulamalarını eleştirmeye başladı. Yeni yayınlanan Görüşler'in yazı kadrosunda Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'le birlikte Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Halide Edip Adıvar, Aziz Nesin ve Mehmet Ali Aybar yan yanaydı. Ancak, 3 Aralık 1945’de Tanin yazarı Hüseyin Cahit Yalçın’ın Namık Kemal’in bir şiirinden ilham alarak kaleme aldığı “Kalkın ey ehli vatan! Mücadele başlıyor. Ve başlamak lazım. Çünkü en azgın ve en insafsız bir propagandanın Türk vatandaşlarının ruhuna her gün en yakıcı, yeis verici, ümit kırıcı bir propaganda zehrini dökmesine müsaade edemeyiz. Bir vatan sahibi olmak, bu vatanın içinde hür ve müstakil yaşamak isteyen her Türk bu propagandaya karşı koymaya mecburdur!” diyen makalesi ile başlayan süreç basın tarihimizin en utanç verici olaylarından biriyle sonuçlanacaktı.


KALKIN EY EHL-İ VATAN!

4 Aralık 1945 günü, İstanbul Üniversitesi'nde birileri, ellerinde Tanin gazetesiyle sınıflara girip öğrencilere ‘Kalkın ey ehl-i vatan!’ diye bağırmış, az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı. Yürüyüşe geçerken sayıları 10 bine ulaşan bindirilmiş kıtalar, ellerinde Atatürk ve İnönü resimleri Cağaloğlu'na, Yalçın’ın ‘Beşinci Kol’, ‘Rus Hayranı’, ‘Moskof uşağı’ diye adlandırdığı Sertellerin Tan Matbaası’na yürüdüler. Saat 10.00'da taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla binanın camlarının kırılmasıyla sürdü. Sonra gençler matbaaya girdiler. Ne var ne yok yağmalayıp, baskı makinelerini parçaladılar. Daktiloları, masaları, telefonları, kurşun harfleri pencerelerden attılar. Hızlarını alamayan saldırganlar, Tan’ın yanındaki solcu yayınlar satan ABC Kitabevi’ni de yağmaladıktan sonra Bankalar Caddesi’nden Tünel’e yöneldiler. Kumbaracı Yokuşu’nda Yeni Dünya’yı basan La Turquie gazetesi ile Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak Kitabevi’ni de yağmaladılar. Taksim’de toplanan yağmacılar “Kahrolsun komünistler! Biz Yeni Dünya istemiyoruz! Bize eski dünyamız yeter!” diye bağırıyorlardı.


Ancak, saldırıdan dolayı tutuklanan Serteller oldu. Çünkü hükümet olayı onların kışkırttığını düşünüyordu! Serteller 4 ay hapiste kaldıktan sonra cezalarının onanmaması üzerine serbest kaldılar ancak bir daha hiçbir yerde yazıları yayınlanmadı, gazetelerde iş bulamadılar. Sabiha Sertel, daha sonra olayların olacağı konusunda Vali Lütfi Kırdar’ı uyardıklarını ama hiçbir tedbir alınmadığını söyleyecekti. (Yıllar sonra olayı CHP parti müfettişlerinden Alaettin Tiritoğlu'nun örgütlediği, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk’un, CHP’li bakanlar Ali İhsan Göğüş ve Orhan Birgit’in, sosyalist bilim adamı Sencer Divitçioğlu’nun, ırkçı Türkçü Celadet Moralıgil’in de Tan’ı yağmalayanlar arasında olduğu, büyük ihtimalle başbakanlar Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın da olaylara katıldığı anlaşılacaktı. Bu farklı ideolojik yönelimli insanları böylesi kötü bir amaçla bir araya getiren gizli gücün ne olduğu, elbette hiçbir zaman anlaşılamadı. İlhan Selçuk’a 1996’da Sertel Demokrasi Ödülü verilmesi ise işin en trajikomik yanı olmalıydı.)


CHP’LİLER DP’DE

22 Kasım 1940’ta bazı illerde ilan edilen ve üçer aylık dönemlerle uzatılarak 1947 Kasımına kadar süren sıkıyönetim sırasında kapatılan gazetelerin durumunun öteki gazetelerde haber olarak bildirilmesi, açılan gazetenin yayın hayatına dönmesinin haber yapılması bile yasaklanmıştı. Çok partili yaşama doğru kaçınılmaz gidiş sırasında, iktidar ve muhalefet basını ve radyoyu kendi çıkarları için kullanmak için kıran kırana savaşa girdiler. 1946 seçimlerine giren Demokrat Parti, iktidarın radyoda kendi haberlerine bol bol yer verdiği halde, sıra kendilerine geldiğinde radyonun sesinin birden bire kısılmasından şikayetçiydiler. DP lideri Adnan Menderes 6 Ocak 1948’de Adana’da yaptığı konuşmada “talebimiz üzerine bizim de radyodan istifade edebileceğimizi söylediler. Yaptıkları nedir bilir misiniz? Dört senede bir saat konuşmamıza müsaade edilecek. O da hükümet tarafından kontrol edilmek şartı ile..” diye şikayet ediyordu. Ancak bu yarış basına da yaradı ve 1948’de Hürriyet, 1950’de Milliyet kuruldu.


AMERİKANCILIK

14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’nin iş başına geçmesi basında büyük bir umut yaratmıştı. Kuruluşundan itibaren CHP’yi destekleyen Cumhuriyet’in sahibi Nadir Nadi’nin DP’den milletvekili olması ve Ulus gazetesindeki yazıları ile dikkat çeken Mümtaz Faik Fenik’in Zafer gazetesinin başyazarlığına gelerek DP’nin sözcülüğünü yapması buna işaretti. Gerçekten de yeni hükümet 20 Temmuz 1950’de, 1931 Matbuat Kanunu tarafından hükümete verilen sınırsız yetkileri kaldırdı. Artık gazete çıkarmak için izin alınması gerekmiyor, sadece bildirimde bulunmak yeterli oluyordu. Basın suçları basın mahkemelerinde yargılanacak, gazete sahipleri yerine yazı işleri müdürleri sorumlu olacaktı. Ancak, bir süre sonra özgürlüğün bedelinin ABD politikalarına teslim olmak anlamına geldiği anlaşıldı. Ünlü sinema ustası Semih Tuğrul’un dediği gibi “Demokrat Parti dönemi (..) o tarihlerde ülkemizde sayısı hayli yükselen Amerikalı dost ve müttefiklerimiz için radyolarımızda özel Noel ve Paskalya yortusu programlarının yayınlandığı, Washington’a şirin gözükmek tutkusuyla daha çok utanç verici işlerin yapıla geldiği” bir dönemdi. Radyolarda ‘Türkiye’de Marshall Planı’ ve ‘NATO Saati’ gibi programlarla ABD dış politikasına düzenli hizmet sunulmaya başlamıştı. Kore Savaşı’ndan dönen askerlerin yanlarında getirdiği transistörlü radyolar, Amerikan sempatizanlığının yurt sathına yayılmasını sağlıyordu.


DP’NİN 'BESLEME BASINI'

Ancak durum 1953’ten itibaren değişmeye başladı. DP de kendi ‘besleme’ basınını kurmaya başladı. Zafer, Hürriyet ve Milliyet gazeteleri hükümetten aldıkları destekle teknik seviyelerini ve sayfa sayılarını, renkli baskı ve eklerle tirajlarını arttırdılar. Buna karşılık CHP yanlısı basına ağır baskılar yapılıyordu. 14 Aralık 1953’te CHP’nin tüm mal varlığına, dolayısıyla partinin resmi organı olan Ulus gazetesine de ‘tek parti döneminde haksız bir şekilde edinildiği’ gerekçesiyle el konuldu. Milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın, Halkçı gazetesinde başbakana hakaret ettiği gerekçesiyle, yasalara aykırı biçimde dokunulmazlığı kaldırılarak 26 ay hapse mahkum oldu ve 80. yaş gününü hapishanede kutladı. Ulus, Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinin sorumlu müdürü Cemal Sağlam hakkında tam 69 dava açıldı. Öldüğü gün Ankara’da davası vardı.


6-7 EYLÜL KIŞKIRTMASI

Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve saldırılar olduğu haberinin İstanbul Ekspres gazetesinde kışkırtıcı bir biçimde yayınlanması üzerine galeyana gelen (getirilen) yığınlar 6-7 Eylül 1955’te Taksim’de toplanarak, Beyoğlu’nda, Galata’da ve Harbiye’de Rumlara ait olduklarını düşündükleri evleri ve dükkanları yakıp yıktılar. Bu Tan Matbaası baskınından sonra basının kışkırtıcılığıyla işlenen ikinci büyük suç idi. Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Nurettin Aknoz imzalı bildiri ile ‘olayları komünistlerden başkasının yaptığı yönündeki yazı ve yorumlar’ yasaklanırken, polis memurları gazete idarehanelerine baskın yaptılar. Manşetlerin değiştirilmesi için zaman olmadığı için kalıplar ezilerek, başlıklar okunmaz hale getirilerek yayına girildi. İzleyen haftalarda tam 11 gazete süresiz kapatıldı. Bu tarihten sonra gazetecilere hapis cezaları yağdı, kimi ünlü gazeteciler dövüldü, tartaklandı.


Matbuat Kanunu 1956’da biraz daha sertleştirilirken, kamuoyunu en çok suçlanan gazetecilere ‘ispat hakkı’ tanınmaması meşgul etti. Ancak hükümetin bu hakkı tanımaması üzerine DP’den ayrılan 19 milletvekili Hürriyet Partisi’ni kurdu. Aynı yıl, artan fiyatları denetlemek amacıyla tekrar yürürlüğe konulan 1940 tarihli Milli Koruma Kanunu’nun yarattığı hoşnutsuzları önlemek için basına baskı arttırıldı.


VATAN CEPHESİ REZALETİ

27 Ekim 1957 seçimlerini DP kazanmıştı ama oylarında ortaya çıkan gerileme ordu içindeki ‘zinde kuvvetler’ in cesaretini arttırmıştı. Ancak, 25-27 Aralık 1958 tarihinde patlak veren Dokuz Subay Olayı sansür yüzünden bir ay boyunca halkın gözünden kaçırıldı. 1958 yazından itibaren ülke ekonomik bir buhrana girdi, birçok mal bulunmaz oldu, dükkanların önünde kuyruklar belirdi, karaborsanın önü alınamaz hale geldi. Tekel, kömür ve Sümerbank ürünlerine yüzde yüze yakın zam yapılmakla kalmadı, 4 Ağustos Kararları diye anılan önlemler paketi açıklandı. Türk lirasının değerinin üçte birine düşünce muhalefet DP’yi köşeye sıkıştırmaya başladı. DP’nin buna tepkisi ‘Vatan Cephesi’ olayına girişmek oldu. Menderes’in 12 Ekim 1958’de Manisa İl Kongresi’nde yaptığı ilk açıklamadan sonra halkın Basın Yayın ve Turizm Bakanı Selver Somuncuoğlu’na bağlı olmasından dolayı ‘Somuncuoğlu Radyosu’ dediği radyoda çoğu sahte isimlerden oluşan katılım listeleri yayınlanmaya başladı.


Ankara Radyosu spikerlerinden Serra Çınar, Yassıada yargılamaları kapsamında açılan Radyo Davası duruşmasında “Vatan Cephesine iltihâk isim listeleri ve bağlılık telgrafları ilk başta Anadolu Ajansı tarafından haber bültenlerine dahil ediliyordu. Ve bunlar ekseriye öğlen ve akşam haberlerinde oluyordu. Sonradan bu listeler büyüyünce haber bültenleri çok genişledi ve ajans haberleri saatinde bitmez oldu. Nihayet bu listelerin okunması için saat 14.00’de ‘Yurdun Dört Köşesinden Haberler’ ismi altında bir saat ihdas edildi ve bu listelerin hazırlandığı bültende münhasıran bu listelerin okunmasını örtmek maksadıyla yurttan bazı haberlerde vardı. Ve bu haber bültenleri ve listeleri okuyan spiker altına imza atmakla yükümlüydü” diyerek işin ne kadar absürd hale geldiğini anlatmıştı.


O dönemde durum öyle bir hal almıştı ki, ‘radyo haber bültenlerini dinlemek istemeyenler’ bir dernek kurarak radyo yönetimine karşı dava açmaya başlamışlardı. Basın olaylara dur diyeceğine, Nisan 1959’da Vatan Cephesi Matbuat Ocağı’nı kurdu. Muhalifler ise mahkemelerde sürünüyordu. 1959’da 1.460 gazeteci yargılanmış, 577’si mahkum olmuştu.


PULLIAM DAVALARI

ABD’de yayınlanan üç büyük gazetenin sahibi olan Eugene Pulliam’ın 1958’de Türkiye’ye yaptığı ziyaret iktidarın ilgisizliği yüzünden küskünlükle bitmiş, Pulliam ülkesine dönünce ‘Türkiye İçin Saat 11.30’a Gelmişti’ başlıklı yazısıyla DP’nin iflasa gittiğini ileri sürmüştü. Bu yazı ABD’de tam 72 gazetede yayınlanıp, TIME dergisinde başyazı konusu olunca Menderes hükümetinin tepkisi sert oldu. Pulliam’ın makalesinden alıntılar yaparak yayınlayan Vatan, Ulus, Dünya ve Kervan gazeteleri ile Akis ve Kim Dergisi hakkında soruşturma açıldı. Menderes’in himmetiyle Dünya’ya az ceza verildi ama diğerleri birkaç ay kapatıldı. Olayı Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) protesto edince Menderes iyice kızdı.


ALLAHIN SEVGİLİ KULU

17 Şubat 1959’da Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmasını imzalamak üzere Londra’ya giden Adnan Menderes’i taşıyan uçağın sis yüzünden düşmesi, Menderes’in 16 yolcunun öldüğü bu kazasından sağ kurtulması basında ‘Allah’ın sevdiği insan’ manşetleriyle yer almıştı. Bu ‘ulvi olay’ yüzünden iktidarla muhalefet arasında kısa bir ateşkes yaşandıysa da, Nisan ayında İnönü’nün çıktığı Ege gezisinde yaşanan olaylar ipleri yeniden gerdi. İnönü ikinci saldırıyı İstanbul’a dönüşünde, Topkapı’da yaşadı. Ancak olayları halka duyurmak pek mümkün değildi. Çünkü gazetelere sansür konmuştu. Mayıs 1959’da pek çok gazete, beyaz boşluklarla ya da “Bir CHP gazetesine alet olduk”, “.. tarihli gazetemizde yayınlanan haber yalandır” gibi komik özürlerle çıkıyordu. Eylül ayında Çanakkale Geyikli’ye giden CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek başkanlığındaki heyete yapılan saldırıyı da halk sansür yüzünden duymadı.


VE MAKUS SON

DP, 18 Nisan 1960’da, CHP’nin seçim dışı yollarla iktidara el koymaya çalıştığını ileri sürerek ‘CHP ve bir kısım basının faaliyetlerini tahkike memur Meclis Tahkikat Encümeni’ kurmuştu. Kamuoyunda başkanı Ahmed Hamdi Sancar’dan dolayı ‘Sancar Komisyonu’ diye de anılan kurul bir süre sonra ülkedeki en yüksek yargı makamlarından bile daha yetkili hale gelecekti.


28 Nisan’da İstanbul Üniversitesi’nde çıkan öğrenci olaylarından sonra sıkıyönetim ilan edildi 29 Nisan 1960’da, Menderes ‘bunlar nizam ve devlete karşı gelmenin ne demek olduğunu anlamakta gecikmeyeceklerdir. Bunlar zavallı başlarını nizamın sarsılmaz kayalarına vurarak kendilerine gelecekler ve korkarım ki bu bedbahtlar biraz geç kalmış olacaklardır” demişti. Nitekim basına yayın yasağı kondu. Sıkıyönetim ayrıca 72 puntodan büyük manşet, sürmanşet, dişi klişe, espaslı manşet, dört sütundan büyük resim kullanmayı yasaklamıştı. Bu yasaklara uymayan gazetelere 37 dava açıldı.


11 Mayıs’ta meclis tatile girdikten sonra Menderes Ege gezisine çıktı. Ardından Eskişehir’e geçti. Buralarda sert bir tepki ile karşılaşan Menderes 26 Mayıs’ta üniversite hocalarından ‘kara cübbeliler’ diye bahseden ünlü konuşmasını yaptı. Ancak bir gün sonra ordu iktidara el koydu. Ahmet Emin Yalman, Bülent Ecevit, Bedii Faik, Müşerref Hekimoğlu gibi geçmişin mağdur gazetecileri, ihtilalcileri övme yarışına girerken 24 Haziran 1960’da Cemal Gürsel “gazeteci inkılabın fedakâr, şuurlu öncüsüdür” diyerek basına hiza veriyordu.


DARBEYE DESTEK

Gerçekten de DP döneminin bilançosu ağırdı. Düzeni sarsıcı, vatandaşlar arasında düşmanlık ve ayrılık yaratıcı, milli birlik ve beraberliği tehdit edici müstehcen yayınlar ve şantaj yaptığı iddia edilen muhalif gazeteler, kağıt zamları, resmi ilan kısıtlaması ile kıskaca alınmıştı. Nitekim Ulus gazetesi dört yıl boyunca ilan alamadı. Aldığı zamanlarda, DP yanlısı Zafer hep Ulus’un iki katı ilan aldı. Dahası, örneğin 1954’te resmi ilanların yüzde 14’ü Zafer’e, kalan yüzde 86’sı ülkede yayınlanan irili ufaklı 44 gazeteye verilmişti. SEKA’dan muhalif gazetelere sadece peşin para ile kağıt satılırken, DP yanlısı gazeteler vadeli alabiliyorlardı. 1955-1960 arasında muhalif basına karşı 2.300’ten fazla dava açılmış, 287 dava mahkumiyetle bitmişti. Tek olumlu gelişme, 1950’de 300 bin olan toplam tirajın 1960’ta 1 milyon 400 bine çıkmasıydı.


27 Mayıs darbesinden sonra, iktidar-basın ilişkilerinin oldukça mutedil geçtiği düşünülse de 1960-1970 arasında basın aleyhine 566 dava açılırken, 1970’de buna 325 yeni dosya eklenecek, 1971’te Anayasa’da yapılan değişiklikler, 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası ve 1972 tarihli Basın Yasası ile basın üzerinde baskı daha da artacaktı. Ancak iktidarla basın arasında mücadeleyi her seferinde basın kazanacaktı. Her fırsatta basına çatan Başbakan Erdoğan’ın bu tarihçeden çıkaracağı çok ders olduğu açık.

Ayşe Hür


Not: Yazının kısa hali 17 Şubat 2008 tarihli Taraf gazetesinde yayınlandı.

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.