İnsanoğlunun kadim hastalığı: 'Cadı avcılığı'
15 Ocak 2014 14:16 / 1474 kez okundu!
Her taşın altında 'Mason' aramanın, siyasal tablodan 'Yetmez Ama Evet'çileri sorumlu tutmanın ya da son olarak 'Cemaatçi' avlamanın, cadı avcılığından izler taşımadığını söyleyebilir misiniz?
Bu hafta, bakan çocuklarının, bir banka müdürünün evlerinde ortaya çıkan para kutularını, bakanlarla oğullarının şüpheli konuşmalarını unutturmak, bir alışveriş merkezinin bahçesinde sayılan paraları unutturmak, kısacası belki de hükümetin en tepesine uzanan bir yolsuzluk operasyonunu savuşturmak için hükümetin emniyet teşkilatını, TRT’yi, yargıyı hallaç pamuğu gibi atmaya başlaması üzerine siyasi jargonumuzda baş köşeye oturan ‘cadı avı’ kavramının izini sürelim diyorum.
HEKATE, KİRKE VE MEDEİA
İlk cadı avını değil ama tarihin ilk cadısını bulmak için Antik döneme gitmemiz gerekiyor. İlk cadı, Homeros’un ünlü eseri Odysseia’nın kahramanlarından biri bazı kaynaklara göre güneş tanrısı Helios’la Okeanus’un kızı Perseias’tan doğma, bazı kaynaklara göre üç yüzlü tanrıça Hekate’nin kızı Kirke. Efsaneler Kirke’nin İtalya’nın Sardinya Adası karşısına düşen Etruria kıyılarında oturduğunu anlatır. On yıl süren hazırlık ve bir on yıl süren Troya savaşının ardından ülkesine yani İthaka adasına doğru yola çıkan Odysseus’un yolda başına gelmedik kalmaz ancak sonunda büyücü Kirke’nin evinde ulaşır. Homeros’un ağzından tanrıçanın misafirlerini önce tahtlara, iskemlelere oturttuğunu, ardından Pramnos şarabında ezilmiş peynir, sarı bal ve arpa unundan oluşan karışıma kattığı ilaçlarla onları uyuttuğu, ilacın etkisiyle kendinden geçen Odysseus ve arkadaşlarının kafasına değnekle vurarak onları birer domuza dönüştürdüğünü dinleriz. Sonunda Odysseus bu cadının etkisinden kurtulur ve evine döner. Ama geriye efsanesi kalır. Uzmanlara göre, Kirke, erkeklerin kadınların güçleri konusundaki korkularını simgelemektedir.
Antik dönemin bir başka ünlü cadısı Kholkis Kralı Aietes’in kızı, tanrı Helios’un torunu ve Hekate’nin yeğeni Medeia’dır. Latin yazarı Ovidus’un eseri sayesinde tanıdığımız Medeia’nın adı eski Yunancada ‘kurnaz’ anlamına gelir. Kişiliği ve yaşamöyküsü ile her çağda zamanın görüş ve eğilimlerine göre yeniden yorumlanan ilginç bir kadındır Medeia. Efsaneye göre, efsanevi Altın Post’u bulmak için Argo adlı gemisiyle Karadeniz seferine çıkan İason, kendisine âşık olan Medeia’nın büyüleri sayesinde Altın Postu Yunanistan’a getirir, ardından Medeia ile evlenir ama gözü yükseklerde olduğu için bir süre sonra başka bir kadın için terk eder onu. Bu da yetmezmiş gibi Medeia ve çocuklarını şehirden sürer. Medeia, bu sefer büyülü gücünü Iason’un yeni karısını öldürmekte kullanır. Cinayet sonrasında yakalandığında, çocuklarının annesiz kalmasının trajik bir şey olacağını düşünerek, kendi çocuklarını öldürüp babalarının önüne atacaktır. Bu hikâyeye bakınca, Medeia’nın, kötü olmaya adeta yazgılı bir karakter olduğunu düşünmek mümkün.
HIRİSTİYANLIK VE CANON EPİSCOPİ
Roma döneminde Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte cadılık meselesi efsane olmaktan çıkar, ete kemiğe bürünür. Önce paganlar ilk Hıristiyanları; ardından Hıristiyanlar paganları cadılıkla suçlar. Bu dönemde, ‘ak büyü’, ‘kara büyü’ ayrımı yapılmaya başlamış, cadılara, büyücülere, falcılara karşı ikili bir tavır takınılmıştır. Örneğin Sezar, Augustus, Tiberius ve Septimus Severius gibi imparatorlar, büyücülere, cadılara, falcılara kamusal alanda göz açtırmazken, kişisel hayatlarında onlardan yararlanmayı ihmal etmemişlerdir.
Nitekim 906 ile 1140 arasında kademeli olarak derlenen yasalar kitabı Canon Episcopi’de cadılık bir çeşit gözboyamacılık veya yanılsama olarak tanımlanmıştı. Kitabın şu bölümü o dönemde cadılara atfedilen özellikleri anlamamızı sağlayabilir: “Şu da unutulmamalıdır ki Şeytan tarafından saptırılmış; demonların illüzyonları ve fantezileri tarafından baştan çıkarılmış bazı kötü kadınlar, geceleri paganların tanrıçası Diana’yla birlikte canavarların üstünde yol aldıklarına; gecenin ıssız saatlerinde çok sayıda kadın, dünyanın çeşitli yerlerini dolaştıklarına ve hanımlarının emirlerine uyduklarına ve belirli gecelerde hanımları tarafından hizmetine çağırıldıklarına inanmakta ve bunu iddia etmektedir.”
Bu dönemde cadılık yanılsama olarak tanımlandığı için de cadılara ağır cezalar verilmiyordu, en fazla toplumdan dışlanıyorlardı. Ama Bogomiller, Waldesyenler, Dolcinienler, Katharlar gibi yeni mezhepler Katolik Kilisesi’nin otoritesini sarsmaya başlayınca, Kilise, çareyi 1231’de Engizisyon’u kurmakta buldu ve bu tarihten itibaren cadılığa karşı verilen savaş nitelik değiştirdi. Kiliseye göre, Cadılar Şeytan’ın dünya yüzündeki uzantılarıydı… Elbette tanımı böyle yapınca cezaların da son derece ağır olması kaçınılmazdı!
Cezalara geçmeden, antik dönemden beri de cadı denilince akla neden ‘kadın’ geldiğine dair birkaç cümle etmek istiyorum.
Ortaçağ uzmanı Le Goff’un tabiriyle Ortaçağ Avrupası bir korku toplumuydu. Feodal beyden korkmak, çevredeki irili ufaklı güç odaklarının saldırılarından, soygunculardan, kıtlıktan, açlıktan, karanlıktan, ama en çok da bu dünyada yaşarken işlenen günahların öte dünyada kefaretini ödemekten korkmak…. Bu bağlamda en çok korku üreten de kişiyi günaha sürükleyen bedendi. Beden deyince de akla kadın geliyordu. Çünkü Hıristiyan inancına göre kadın yaradılışı itibariyle bedenine daha çabuk yenilen, onun isteklerini yerine getirmeye daha hazır bir cins olarak kabul ediliyordu. Bu yüzden Şeytan’a uyması daha kolaydı. Hıristiyan metinlerinde kadın için kullanılan terimlere bakalım: ‘Avidum animal’ (açgözlü hayvan), ‘prima peccatrix’ (baş günahkâr), ‘ruina regnorum’ (krallıkların yıkıcısı). Kadına böyle bakılan bir toplumda, kadının şeytanlaştırılması çok kolaydı.
ETİKETLEME: CADILARIN ÇEKİCİ
Cadılara karşı düşmanlığın cadı avcılığına ne zaman dönüştüğü konusunda elimizde yeterli veri yok ama Engizisyonla birlikte başlayan tekil olayların zaman içinde kitlesel hal aldığı anlaşılıyor. Örneğin Fransızların ünlü halk kahramanı Jeanne d’Arc 1431’de cadılıkla suçlanarak idam edilmişti. En büyük cadı avı ise 15. yüzyılın sonlarında Papa VIII. Innocentus’un (Latince ‘Masum’ demek) H. Kramer Institor ve Jacop Sprenger adı iki Engizisyon yargıcına Avrupa’daki tüm sapkınların ve elbetteki cadıların kökünü kurutma yetkisi verdiğinde başladı. Bu dönemin hangi özelliğinin cadı avına hız kazandırdığını henüz bilim adamları çözemedi ama en çok üzerinde durulan 1348-1450 arasında Avrupa’yı birkaç kez yoklayan veba salgınlarından sonra ortaya çıkan büyük toplumsal yıkımın kiliseyi ve sıradan insanları günah keçisi aramaya itmiş olması. Bu dönemin cadılardan sonra icat ettiği ikinci günah keçisinin Yahudiler olduğunu hatırlatıp hikâyemize dönelim.
Bu iki zat tarafından 1486’da yazılan Malleus Malificarum (Cadıların Çekici) adlı kitap o tarihten itibaren Katolik olsun Protestan olsun Avrupa’nın tüm toplumlarında cadı avının el kitabı oldu. Kitap, Canon Episcopi’nin cadılığı bir yanılsama olarak gören anlayışını kökten değiştirmiş ve cadılığı en büyük sapkınlık olarak tanımlamıştı. 1669 yılına kadar 29 baskısı yapılacak olan kitapta kilisenin cadılara atfettiği ‘şeytanla cinsel ilişkiye girme’, ‘süpürgeli gece uçuşları,’ ‘gece toplantıları’, ‘toplu sevişme’, ‘çocukları kurban etme’ , ‘ölü çocukları kazanlarda kaynatarak krem yapılma’ ve ‘hayvana dönüşme’ gibi batıl inanç pratikleri (!) ayrıntılı biçimde anlatılıyordu.
YAKALAMA, YARGILAMA
Tanımlar yapıldıktan sonra iş, cadıları tespit etmeye kalmıştı. Söz konusu dönemde, cadılıkla suçlananların 4’te 3’ü kadındı. Kadınların çoğunluğunu otlarla hastaları iyileştiren, doğumları kolaylaştıran, doğum kontrolü yöntemlerini öğreten hekim veya yoksul kadınlar oluşturuyordu. Geriye kalan kesim ise akıl hastaları, ormanlarda haydutluk yapan kadın ve erkeklerdi. Bir kişinin cadılıkla suçlanması için vücudundaki bir doğum lekesi veya bir ben olması veya saçının kızıl olması veya ormanda topladığı otlardan bir şeyler yaptığının görülmesi veya evinin kapısındaki bir işaret veya kilisede ayin sırasında uyuklaması gibi sudan bahaneler yetiyordu.
Cadı tespit edildikten sonra sıra yargılamaya geliyordu. Halka açık şekilde yürütülen bu davalarda suçlanan kişinin cadı olmadığını söylemesine izin yoktu, bunun yerine cadı olmadığını ispatlaması istenirdi. Bunun için de imkânsız usuller uygulanırdı. Örneğin cadı olduğundan kuşkulu kadının suya atıldığında batmayacağına dair inanış gereği, kadın elleri ve ayakları bağlanarak suya atılır, batmazsa, şeytan tarafından ele geçirildiği anlaşıldığı için canlı canlı ateşe atılırdı. Kadın suya batarsa, masum olduğu anlaşılırdı ama kadın boğularak ölmüş olurdu.
CEZA VE İNFAZ
Cadılıkla suçlanan birinin kurtulması neredeyse imkânsızdı. Sonunda yargıçlar Kitab-ı Mukaddes’te geçen “Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” (Çıkış. 22:18) hükmüne dayanılarak cezayı açıklardı. Ceza ağırlıklı olarak canlı canlı yakılmaktı. Ama bazı ülkelerde asılmak, bazılarında hem asılmak hem yakılmak, bazı durumlarda parçalanmak gibi uygulamalar vardı. 16. yüzyıldan itibaren ölümden önce ağır işkenceler de yapılırdı.
Bu konuda bir kitabı olan Carl Sagan cadı avcılığının ekonomisini şöyle anlatır: “Tüm soruşturma, dava ve infazların giderleri, davalının kendisinden ya da akrabalarından alınıyordu. Cadıyı avlamak üzere görevlendirilmiş casusların ödülü, gardiyanların şarabı, yargıçların şöleni, daha deneyimli işkenceci getirmek için görevlendirilenin yol giderleri, odun, katran ve celladın ipi, giderler arasındaydı. Mahkeme heyetinin üyelerine, yaktırdıkları her cadı için ikramiye de ödeniyordu. İdam edilen cadının malvarlığı, eğer geriye bir şeyi kalmışsa, kilise ve devlet arasında bölüşülüyordu. Bu yasa ile toplumsal ahlak onaylı kitle cinayeti ve hırsızlık kurumsallaştıkça, çevresinde büyük çaplı bürokrasi oluşarak, ilgi alanı yoksul acuzeler olmaktan çıkıp orta sınıftan dişe gelir kadın ve erkekler olmaya başladı.”
AV COĞRAFYASI
Cadı avları, Avrupa’da kademeli olarak yayıldı. Ancak her yörede farklı biçimde işledi. Örneğin Almanya gibi idari olarak parçalı yapılarda cadı avı daha çabuk yayılırken Fransa gibi merkezi ülkelerde daha yavaş yayılmıştı. Polonya’da geç başlamış ama şiddetli olmuştu. Portekiz ve İspanya’da geç başlamış, hem hafif geçmiş, hem erken bitmişti. Güney Avrupa’da, Orta Avrupa’ya göre daha kısa sürmüştü. Britanya’da ise Kara Avrupası’na göre çok hafif yaşanmıştı Ancak İskoçya’da İngiltere’ye göre daha çok kurban verilmişti. Ama İngiltere adasında Kara Avrupası’ndaki gibi işkence yoktu. Neden böyle farklı geliştiğine dair bilim adamları doyurucu bir cevap veremedi henüz.
CADI AVININ İKLİMBİLİMİ
Cadı avının üçüncü kez harlanması, 1570-1630 arasında oldu. Bu yıllar, iklimbilimcilerin ‘Küçük Buz Çağı’ adını taktıkları dönemin en soğuk yıllarıydı. Henüz tam bilinmeyen nedenlerle, 400 yıllık bir ısınma döneminden sonra 14. yüzyılın başında ısı kademeli olarak düşmeye başlamıştı, 1800’lerin başında bitecek bu dönemde İzlanda tümüyle buzullarla kaplanmış, İngiltere’nin Thames Nehri, Hollanda’nın kanalları donmuş, Alpler’deki buzullar vadilere inmişti. Soğuklar hasadı etkilemiş, büyük kıtlıklar ve açlıklar yaşanmıştı. İşte bu zorlu dönemde, kilisenin kışkırttığı halk yığınları, öfkelerini cadılardan, Yahudilerden, cüzamlılardan ve ‘sapkınlar’dan çıkarmıştı.
‘Cadılık’ efsanesi, göçmenler aracılığıyla Amerika’ya bu dönemin sonunda taşındı. 1692’de Massachusetts’te Püritenlerin suçlanmasıyla başlayan ve tarihe Salem Cadılar Davası adıyla geçen yargılama sonunda 19 kişi işkencelerle idam edildi.
Cadı avlarının bir ortaçağ hastalığı olmadığı, Aydınlanma Çağı dediğimiz 17. ve 18. yüzyılda da azalarak da olsa devam edilmesiyle anlaşıldı. Son cadı idamı İngiltere’de 1684’te, Fransa’da 1745’te, İsviçre’de 1782’de, Polonya’da 1793’te gerçekleşti. Çok farklı karakterde olduğu için bu yazıya dahil etmediğim bazı Batı dışı kültürlerde (örneğin Afrika’da, Mali, Tanzanya gibi ülkelerde) ise cadılık toplumsal kültürün bir parçası olarak hâlâ yaşıyor.
Tüm bu yüzyıllar boyunca, kaç kişinin cadı olduğu iddiasıyla öldürüldüğünü bilmiyoruz. Sayıyı 9 milyona çıkaran bilim adamları olduğu gibi, 30-60 binle sınırlı tutanlar da var. Sayı ne olursa olsun, ‘cadı avcılığı’nın insanoğlunun en karanlık yanının dışavurumu olduğu açık. Bu öyle derin ve süregen bir karanlık ki, başka formlara dönüşerek, günümüzde de varlığını sürdürüyor. Eskisi gibi oluk gibi kan dökülmüyor belki, işkence eskisi kadar yaygın belki ama, etiketleme-dışlama-suçlama-yargılama-infaz düzeneği tıkır tıkır işliyor. Çağdaş cadı avcılığının temelinde, dinsel, ideolojik ve politik nedenlerle ‘safları sıklaştırmak’ için bir ‘şeytan’ ihtiyacı yatıyor. Örneğin, 1930’lardan itibaren Arnavutluk, SSCB veya Çin gibi komünist ülkelerdeki ‘rejim düşmanları’, ‘yozlaşmış aydınlar’, ‘emperyalist işbirlikçiler’, ‘halk düşmanları’, ‘karşı devrimci’ gibi etiketlemeler, Nazi Almanyası’ndaki ‘Yahudiler’, ‘Çingeneler’, ‘özürlüler’ gibi hayatları fırınlarda sonlanan ‘kategoriler’, II. Dünya Savaşı yıllarında ABD’de Japon göçmenlere vurulan ‘Beşinci Kol’ etiketi, yine ABD’de 1950’lerdeki McCharty dönemindeki ‘komünist’, ‘Sovyet casusu’ avı, İslam coğrafyasındaki ‘kâfir’, ‘Şeytan’ın işbirlikçisi’ yaftalamaları, Türkiye’de her taşın altında ‘dönme’, ‘Sabetaycı’, ‘Mason’, KCKlı’, ‘DHKPli’ vb. arama hastalığı, yine Türkiye’deki mevcut siyasal tablodan ‘Yetmez Ama Evet’çileri sorumlu tutmalar, son olarak ‘Cemaatçi’ avının, bir Ortaçağ ve Aydınlanma Çağı hastalığı olan cadı avcılığından izler taşımadığını söyleyebilir misiniz? Ben söyleyemiyorum…
Özet Kaynakça: Carlo Ginzburg, Night Battles:Witchcraf&Agrarian Cults in the Sixteenth&Seventeenth Centuries, Harmondwods, Middleesex, 1985; Haydar Akın, Ortaçağ Avrupasında Cadılar ve Cadı Avı, Dost Kitabevi Yayınları, 2001; Emili Oster, “Witchcraft, Weather and Economic Growth in Renaissance Europe”, Journal of Economic Perspectives, 18(1): 215-228; Albert James Bergesen, “Political Witch Hunts: The Sacred and the Subversive in Cross-National Perspective”, American Sociological Review, Vol. 42, April 1977:22-233; Carl Sagan, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Çeviren: Miyase Göktepeli, Tübitak, 2006; Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınevi 2006.
Ayşe HÜR
Radikal, 12.01.2014