'İstiklal Savaşı'nın iki casusu: Gavûr Mümin ve Mustafa Sagir

14 Mayıs 2014 18:32 / 5359 kez okundu!

 

 

'İstiklal Savaşı' sırasında karşılıklı casusluk faaliyetleri de tüm hızıyla devam etti. Bunlardan ikisi de İzmir'in kurtuluşunda büyük payı olan Gavûr Mümin ve Mustafa Kemal'i öldürmek için görevlendirilen Mustafa Sagir'di.

Geçtiğimiz günlerde, yargı tarihimizin en absürd davalarından biri olan “Askeri casusluk, şantaj ve fuhuş davası”, bazı sanıkların beraatı, bazılarının ise mahkûmiyeti ile bitti. Elbette daha temyiz aşaması var ama casusluk gibi gayet gizli yürütülmesi gereken bir işin 56 kişilik bir örgütle yürütüldüğü iddiasına dayanan bir davaya absürd dememi engellemez bu. Yine geçen hafta hükümet sözcüsü bir gazete “Yapılan incelemelerde 100’lerce terabayt verinin TİB (Türkiye İletişim Başkanlığı) dışına çıkarılmaya dahi gerek duyulmadan özel bir uydu düzeneği ile Kanada’da bir noktaya gönderildiği tespit edildi” diye yazdı. Sonra bir televizyon kanalında, ‘İktidarın organik aydınları’, ciddi ciddi, TİB binasının artık güvenli olmadığını, binayı teknik olarak temizlemenin mümkün olmadığını dolayısıyla, bombalayarak tamamen imha etmek bile gerekebileceğini tartıştılar. TİB’deki casusluğu kim yapıyor derseniz elbette, ‘Paralel Yapı’ idi suçlu. Dikkat ederseniz ‘zanlı’ demiyorum, ‘suçlu’ diyorum, çünkü konuyu tartışanlar sanki delilleri onlar toplamış, iddianameyi onlar yazmış, yargılamaları onlar yapmış, ardından temyiz incelemesini yapıp kararı bizzat onlar onamışlar gibi kesin bir dille konuşuyorlardı. Öyle ki sıra infaza gelmişti adeta. Muhtemelen çok ‘demode’ bulunacak ama hala “iddia makamı iddiasını ispatla mükelleftir” düsturuna inanıyorum. Üstelik bu ispatın evrensel hukuka uygun biçimde yapılması gerektiğine inanıyorum. 
Neyse daha fazla konuşup başımı derde sokmadan (bu yazıyı bile ‘paralel yapıya destek’ olarak yorumlayabilecek bir kadro ile karşı karşıyayız çünkü) Başbakan Erdoğan’ın 17 ve 25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını savuşturmak için sık sık gönderme yaptığı ‘İstiklal Savaşı’ dönemine ait (biri ‘milli’, diğeri ‘gayrımilli’) iki casus portresi ile Pazar görevimi yerine getireyim. İngilizlerin Black Jumbo kod adlı istihbarat ağının marifetlerine dair bir bölümü ise internet nüshasına koydum, bilginize… 

Ankara’nın istihbaratçılarına Saray’dan haber uçuran Fehime Sultan’ı, İngiliz istihbaratının deniz işlerinden sorumlu olduğu halde, Türklere yardım için kelleyi koltuğa alan Ermeni Pandikyan Efendi’yi ve ünlü casusumuz İngiliz Kemal’i sadece anıp, kendi deyimiyle “her şeyiyle unutulmuş” bir ‘milli’ casus olan Gavûr Mümin’le başlayalım. 

Belgelerdeki adıyla, Mümin (Aksoy) Efendi, 1892'de doğmuş, 1911'de Beylerbeyi Yedek Subay Okulu'ndan teğmen rütbesiyle mezun olmuştu. 1911'de Trablusgarp'da, Balkan Savaşları sırasında Çatalca ve Edirne’de görev aldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında önce Süveyş Kanalı harekatlarına, sonra Çanakkale Savaşı’nda Seddülbahir muharebelerine, nihayet Kafkas Cephesi kapsamında Erzurum dolaylarındaki muharebelere katıldı. Üç kez yaralandı, iki kere madalya aldı. 


İZMİR’İN İŞGALİNDEN SONRA NEDEN İSTİFA ETTİ? 
Birinci Dünya Savaşı bitince İzmir'e, Jandarma Alay Komutanlığı’na tayin edildi. 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılar İzmir'i işgal ettiğinde diğer alaylar gibi Mümin Bey’in alayının da İzmir'i terk etmesi istenmişti. Ancak, bir miras meselesi için Burdur’a gitmek için izin alan Mümin Efendi, izinden sonra birliğine dönmemiş, bunun üzerine 21 Mart 1921 tarihi itibariyle jandarma ile ilişiği kesilmişti. Mümin Bey’in neden böyle yaptığı daha sonra anlaşılacaktı. Kendi ifadesine göre “görev yerinde kalması emrini Ankara’dan almıştı”. Ancak birazdan anlatacağım görevi, Ankara’nın emri ve yönlendirmesiyle mi yoksa kendi inisiyatifi ile mi üstlendiği konusu biraz karışık. Karışıklığı yaratan görevin niteliği ile 1924 yılında bir dilekçede kullandığı “hiç kimseden emir almaksızın” ve “ milletimize paraca hiçbir masraf yüklemeden” ifadeleri. Şimdilik bunları bir kenara bırakıp, Mümin Bey’in, orduyla ilişiği kesildikten sonra neler yaptığına bakalım. 


NASIL ‘GAVÛR’ OLDU? 
Mümin Bey, hem kendi ifadesine hem de Genelkurmay belgelerine göre, 1921-1923 yılları arasında Ankara adına, İşgal Kuvvetleri nezdinde casusluk yapıyordu. Bu iş için seçtiği merkez, artık gayet iyi tanıdığı İzmir’di. İzmir’in işgal yıllarındaki belediye reisi Hacı Hasan Bey’in dayısı olması sayesinde işgalcilerle yakın ilişkiler kurma şansına sahip olmuştu. Hacı Hasan Bey, İşgal Güçleri Komutanlığı’nın Yunanistan’dan getirdiği Giritli Naipzade Ali Bey’in yardımcısıydı ve kendi ifadesine göre bu görevi Türklere yardımcı olabilmek için üstlenmişti. (İzmir’in geri alınışından sonra Yunanistan’a kaçacak, tüm çağrılara rağmen geri dönmeyecekti.) İşgalcilere sempatik görünmek için fötr şapka ile dolaşan Mümin Bey’e bu zorlu görevinde yardım edenler İzmir'de Şark gazetesini çıkaran Halil Zeki (Osma) ve İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi ile İzmir Gümrük Müdürlüğü’nde görevli Fadıl (Dokuzeylül) Bey idi. (Fadıl Bey, dikkatimi bu konuya çeken İzmirli dostum Fadıl Kocagöz’ün babası, ünlü yazar Samim Kocagöz’ün kayınpederi imiş.) 

Genelkurmay kayıtlarındaki adıyla Mümin Efendi görevi için kendisini öylesine iyi kamufle etmiş ki, İzmir halkı için ‘Gavûr’, ‘Hain’, ‘Kafir’, ‘Kirye’ Mümin olmuştu. Sokakta kendisini yalnız yakalayan grupların hakaretlerine, saldırılarına maruz kaldığı gibi “yüzüme tükürdükleri çok olmuştur” diye yazacaktı ileriki yıllarda. 

Gavûr Mümin’in başarıları hanesine yazılan istihbaratlarından biri (aslında başkasını da bilmiyoruz, çünkü dedik ya ‘unutulmuş bir casus’ kendisi), Konya'daki Delibaş İsyanı hakkında idi. (isyanı kışkırttığı iddiasıyla Büyük Millet Meclisi’nin Başkan Vekili, Mevlevi Şeyhi Abdülhalim Çelebi’nin ve Konya Mebusu Kasım Hüsnü Bey’in Divan-ı Harp’te yargılandığını da not edelim. Gavûr Mümin’in deşifre olması da, Konya-Bozkır İsyanı’nın elebaşlarından birinin oğlunun ihbarıyla olmuştu. İşgal Güçlerinin adamları, önce Mümin Bey’in evine baskın yapmışlardı ama kız kardeşi İhsan Hanım’ın uyanıklığı sayesinde evde suç unsuru sayılacak hiçbir şey bulamamışlardı. Dediğine göre, 75 gün boyunca ağır işkencelerden geçtiği halde, Mümin Bey de çözülmemişti. Sonuçta, İşgal Güçleri, Mümin Bey’i Yunanistan’a götürmeye karar vermişlerdi. Dikkat edileceği gibi, işgalciler bile hukuka uygun davranmaya gayret ediyorlardı. Yoksa, Mümin Bey’in ‘kimvurduya’ gitmesi çok da zor değildi. 

Kendi ifadesine göre “dünyanın en korkunç zindanlarından biri olan Paladimi’nin [Mora Yarımadası’nın güneybatı ucundaydı] yer altındaki bodrumlarına atılarak 16 ay boyunca yarım okka ekmekle kurtlanmış sudan başka bir şey verilmeyen” Mümin Bey (ki aynı mektupta, “bana bu süre içinde esir maaşı verilmedi” diyerek, naifliğini gösteriyor), Türk ordusunun İzmir'i geri aldığı günlerde hapishanedeki azılı mahkûmlar tarafından linç edilmek istenmişti. Ama Türkçe bilen Makedonyalı Haşo adlı bir ağır mahkûm "elimizde esir ve aciz durumda bulunanlara böyle davranmak erkeklik değildir" diyerek hayatını kurtarmıştı. Bundan sonrası Mümin Bey'in kurtuluş yolculuydu. Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi'nin ardından önce Atina'daki Palya İstratona cezaevine konan, 2,5 ay sonra Lusiya Esir Kampı’na gönderilen, orada kendini üzüm tüccarı olarak tanıtması üzerine, sivil esirlere ayrılan açık kampa aktarılan Mümin Bey, kendi ifadesine göre bu dönemde Yunanistan’a sığınmış olan Hürriyet ve İtilafçılarla, Çerkeslere dair bilgileri İzmir’e uçurduktan sonra, nihayet esir takası yoluyla 5 Nisan 1923’te İzmir’e ayak bastı. 


TRİKOPİS’LE Mİ TAKAS EDİLDİ? 
Bir iddiaya göre Mümin Bey, Yunan Orduları Başkumandanı Trikopis ile takas edilmişti. Bu takas da Mustafa Kemal'in kendisine ne kadar önem verdiğini göstermekteydi. Ancak üzülerek söylüyorum ki bu abartılı bir yorum gibi görünüyor. Çünkü Mümin Bey, 1924'de Genelkurmay’a yazdığı bir ‘maruzat’ mektubunda, uzun uzun yaptıklarını anlattıktan sonra (anlaşılan devletin kayıtlarında bunlar yok) "Kuvayı Milliye'nin kuruluşundan itibaren oldukça mühim ve heyecanlı, fedakârane hizmet etmiş, fakat her hususta unutulmuş bir subay olduğum anlaşılacaktır" diye yakınmıştı. Mümin Bey’in bu tarihten sonra da pek hatırlanmadığını, 1925 yılında, Zonguldak Mebusu Halil Bey’in Jandarma Genel Komutanlığı’na yazdığı bir mektuptan anlıyoruz. Mektupta Mümin Bey'in üstlendiği son derece zor göreve ve yaptığı kahramanlıklara rağmen terfiinin yapılmaması ve İstiklal Madalyası ile taltif edilmemesinden şikâyet edilmekte idi. Onca aşağılanma, onca işkence, onca hapisliğin bedeli bu mu olmalı diyor insan. Mümin Bey'in İstiklal Madalyası alıp almadığını öğrenemedim. Ama terfiinin geç de olsa yapıldığı anlaşılıyor. Çünkü 1946 yılında Albay rütbesiyle tayin olduğu Hakkâri'ye giderken, Hakkâri-Van arasındaki Nebrinav yaylasında zatürreye yakalandığı, hastalığının ardından tüberküloza döndüğü ve 24 Ocak 1948'de İzmir'de vefat ettiği biliniyor. Tek mirasçısı olan kız kardeşi İhsan Aksoy'a verilen 3.500 lira ölüm yardımı dışında bir maaş bağlanmadığı anlaşılıyor. Şimdi niye Trikopis’le takas edildiği iddiasına kuşkuyla baktığımı anlamışsınızdır sanırım… Sonuç olarak, ortada ya abartılı bir ‘otobiyografi’ var, ya da devletimizin tanıdık aldırmazlığı, ihmalkârlığı… Karar sizin. Ben dostum Fadıl Kocagöz’ün ailesinden dinlediklerine dayanarak ikincisinden yana kullanıyorum tercihimi. 


BLACK JUMBO ELEMANI TERZİ MEHMET 
Elbette işin bir de karşı-casusluk yanı var. İtilaf Güçleri’nin büyük ağabeyi İngilizlerin İstanbul’daki istihbarat faaliyetlerini Binbaşı Bennett yürütüyordu. Bennett bu iş için özel olarak eğitilmiş biriydi. Mükemmel İstanbul Türkçesi ile konuşuyor, Kuran tefsiri yapacak kadar Arapçaya hakimdi. Türk ve İslam örfünü, adetlerini iyi biliyordu. Hatta İslami usullere göre sünnet bile olmuştu. 

Bennett’in yönettiği teşkilatın adı ise Black (Kara) Jumbo idi. Bu örgütün faaliyetlerine dair daha ayrıntılı bilgiyi internet nüshasına koyduğumu söylemiştim. Ama yine de birkaç bilgi vermek istiyorum. Bu örgüte hizmet veren ajanlar genellikle kod adlarıyla tarihe geçti ama bunlardan biri ismen biliniyor. Bu kişi, aslen Herekeli olan ‘Terzi Mehmet’. İngilizlerin yardımıyla Üsküdar’da açtığı terzi dükkanını paravan olarak kullanarak bir dizi casusluk faaliyetine imza atan Terzi Mehmet’in bu başarısının ardında üzerinde TBMM mührü olan ve “Büyük Millet Meclisi’nin emirnamesiyle, Harekât-ı Millîyenin şahıslarından Herekeli Mehmet Efendi, Mücahid-i Millîyeciler nezdinde mazharı itimat olmak üzere işbu fedakâr vesika ita kılındı” yazan bir belge taşıması yatıyordu. Mühür ve imzalar gerçeğe çok yakındı ve o tarihte TBMM’nin kimseye bu tür belge vermediğini bilen kişi sayısı çok azdı. Bu sayede Terzi Mehmet, Anadolu’nun her köşesini dolaşmış, özellikle Karadeniz’i Pontuslu Rumlardan temizlemeyi görev edinmiş Türk çetecilerine dair önemli bilgileri İngiliz istihbaratına aktarmıştı. Terzi Mehmet’in başarıları (!) arasında, Üsküdar ve Kadıköy’de oturan muvazzaf ve emekli askerlerin listelerini İngilizlere vermek, Selimiye Kışlası’ndaki telsiz-telgraf aletini Anadolu’ya kaçırmayı planlayan ekibi ihbar etmek, Millî Mücadelecilerle haberleşen 10 tıp öğrencisinin tevkif edilmesinin sağlamak da vardı. Bu işi para için mi yapıyordu yoksa o dönem pek çok kişide olan ‘İttihatçı düşmanlığı” mı onu bu yola götürmüştü, yoksa Batı hayranı biri miydi sorularının cevabı gibi, Terzi Mehmet’in sonunu öğrenemedim ne yazık ki… 


KOD ADI: E.T.2 
Deşifre olmamış Black Jumbo elemanlarının ne kadar becerikli olduğuna örneklere gelirsek; 13 Eylül 1919 tarihinde “Black Jumbo (E.T.2)’nin bildirdiğine göre”, Erzurum’da birisi (muhtemelen Mustafa Kemal), Trabzon’daki yerel komutana, [Mustafa Kemal’in zorlamasıyla Milli Mücadele’ye katılan] Fevzi Paşa’yı nezaketle karşılamasını emrediyor, ama “milli güçlere karışmaya başlarsa, komutanın ne yapacağını bildiğini” belirtiyordu. Fevzi Paşa’nın ‘milli güçlere’ karışmak bir yana, Mustafa Kemal’e tam sadakatle hizmet etmesi sayesinde, ‘yapılacak olandan’ kurtulduğu anlaşılıyor. Ama İngilizlerin bu kadar hayati bir bilgiyi elde edebilmeleri de düşündürücü. 

Bir başka örnek; 22 Mayıs 1920’de İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir John de Robeck tarafından Dışişleri Bakanı Lord Curon’a gönderilen ve TBMM oturumunda hazır bulunduğu belirtilen HA/928 numaralı ajandan alınan raporda, “TBMM’nin Ankara’da kurulma kararının, Heyet-i Temsiliye tarafından 28 Mart 1920’de Karasu’da yapılan toplantıda alındığı, Meclis üyelerinin isimleri ve geçici bir yönetimin belirlendiği, kurulan geçici yönetimin gerçekte cumhuriyet biçiminde olduğu, ancak halkın Padişah’a olan duyguları göz önünde tutularak, bunun açıkça söylenmediği, Mustafa Kemal Paşa’nın İtalyan’larla ilişkilerinin oldukça iyi olduğu, Mecliste İtalyanlar lehine konuşmalar yapıldığı” gibi bilgiler genel olarak gerçeğe yakın olduğu halde, bir İngiliz ajanının bu kadar özel toplantılara girmesi imkansız olduğuna göre HA/928 önemli eşhastan biri miydi? Bilmiyoruz… 


İNGİLİZLERE PADİŞAH YARDIMI 
Burada bir parantez açmak istiyorum. Bazen de İngilizlerin bir şey yapmasına gerek kalmadan bilgiler kucaklarına düşüyordu. Nasıl derseniz; 1922 yılı başlarında Yunanistan Başbakanı Dimitrios Gunaris başkanlığında bir Yunan heyetinin, Yunan tezlerine destek sağlamak için İtilaf Devletleri’nin başkentlerini gezdiğini gören Ankara, Hariciye Vekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey başkanlığındaki bir heyeti Roma, Paris ve Londra’ya göndermeye karar vermişti. Heyet, Roma’ya hareket etmeden önce bir hafta İstanbul’da konakladı. Bu süre içinde öyle bir olay oldu ki, eğer iddialar doğruysa Padişah Vahdettin bile Black Jumbo’nun bağlantı elemanı gibi çalışmıştı. Olay ne idi derseniz; İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un, İngiliz Dışişleri Bakam Lord Curzon’a 7 Mart 1922’de gönderdiği gizli bir yazıya bakılırsa, Vahdettin, heyet üyelerinden Kemal Bey’in kayınpederinin evinde bulunan valizini, Kemal Bey’in iki günlük yokluğundan yararlanarak açtırmış, içindeki altı gizli belgenin fotoğraflarını çektirdikten sonra, belgeleri yine valize yerleştirmiş, belgelerin fotoğraflarını emektar bir mabeyincisiyle, İngiltere Yüksek Komiserliği baş çevirmenine göndermişti. Kopyası alınan belgeler arasında biri vardı ki, heyetin Avrupa’da neler yapacağına dair talimatları içeriyordu. Belgede şöyle ifadeler vardı örneğin: “Ruslarla yapılan antlaşmaların metinlerini anlatmalı ve mümkünse yanlış bilgi vermeli.”, “Fransızları, ilkbaharda yapılması kararlaştırılan savaşta kullanılacak mühimmatı göndermeye inandırmalı.” “Paris'te başarı sağlandıktan sonra, Londra'ya hareket edilmeli. Aksi durumda, İngilizlere yaltaklanmaktan kaçınmalı". 

Ankara temsilcilerinin tedbirsizliği büyük bir sorundu ama Vahdettin’in bundan muradı neydi derseniz, hala devletin meşru temsilcisi olan kendisini devre dışı bırakarak, İtilaf Devletleri ile doğrudan görüşmeye kalkan Ankara’nın planlarını öğrenmekti elbette. Ama öğreneyim derken, ‘milli’ bilgileri İngilizlere sızdırarak bir tür casusluk faaliyetine imza atmıştı. 


‘YUNANLILARI UYARMAK İÇİMDEN GELMİYOR’ 
Parantezi kapatıp Black Jumbo’nun bileğinin hakkıyla (!) edindiği bilgilerden bir örnek daha verelim: 14-22 Ağustos 1922 arasında Black Jumbo kadroları arasında yapılan yazışmalara bakılırsa,“Türk Ordusu’nun, Sakarya’nın doğusunda 20 tümenden fazla bir gücü topladığı, İsmet Paşa’nın sade ve sakin bir emir yayınladığı, Türk Ordusu’nun çok kararlı olduğu” hususlarını içeren bir raporun intikal etmesi, General Harrington’u şaşırtmıştı. Harrington, rapora ilişkin olarak, General Marden’e, “Hayret, sessiz sedasız, yeniden bir ordu kurmuşlar. Ankara’nınki yılgınlık değil, fırtına öncesi sessizliğiymiş. Doğrusunu söyleyeyim, bir enkaza doğru yürüdüğünü sanan Yunanlıları uyarmak, hiç içimden gelmiyor” demişti. Bu yazışmalara bakılırsa, Türk tarafının ciddi bir istihbarat zaafı vardı ama neyse ki, İngilizlerin Yunanlılardan sıtkı sıyrıldığı için, bu zaaf bir felakete neden olmamıştı… 

Ama 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Barış Görüşmeleri sırasında Türk delegasyonunun Ankara ile Romanya’daki Köstence üzerinden yaptığı tüm şifreli görüşmelerin, İngiliz istihbaratınca “yolda kestirilerek” öğrenmesinin nelere malolduğunu hala bilmiyoruz. Ama Musul’un kaybedilmesinde rolü olduğu kesin gibi. , Bilindiği gibi Lord Curzon müttefiklerine, 2 Şubat 1923 tarihinde Lozan’dan ayrılacağını, o tarihe kadar anlaşma imzalanmazsa sorumluluk kabul etmeyeceğini söylemişti. Bu blöfü duyan İsmet Bey öyle telaşlanmıştı ki, Ankara’ya ne yapması gerektiğini soran telgrafa kendi görüşünü ekledi. Ona göre, Musul meselesinin halli daha sonraya bırakılarak, Lozan Barış Antlaşması hemen imzalanmalıydı! Delegasyonun diğer iki önemli adamı, Hasan Bey kararsız iken, Dr. Rıza Nur fikre şiddetle karşı çıkıyordu. Ankara’da, Başbakan Rauf Bey ve hükümet, İsmet Bey’le aynı şeyi düşünürken mebusların büyük çoğunluğu Musul’un silah kullanılarak alınmasından yanaydılar. Ama başka sorunların da eklenmesi üzerine görüşmeler 4 Şubat’ta kesildi. İsmet Bey Köstence üzerinden 16 Şubat’ta İstanbul’a döndü. 23 Nisan 1923’te Lozan Barış Görüşmeleri’nin ikinci turu başladı ve taraflar Musul konusu hariç, diğer konularda anlaştılar. Şimdi bu sonuçta, İngilizlerin telgraf yazışmalarımızı ele geçirmelerinin rolü olmadığını söyleyebilir misiniz? 


PEŞAVERLİ MUSTAFA SAGİR 
Millî Mücadele Dönemi’nin en cüretkâr casusu herhalde Mustafa Kemal’i öldürmek üzere geldiği iddia edilen “İngiliz tebaasından, Hindistan’ın Peşaver eyaletinden” 43 yaşındaki Mustafa Sagir’dir. İngiliz istihbaratı tarafından İstanbul’a getirilen Mustafa Sagir, Aksaray’da duvarları Mustafa Kemal, Enver ve Cemal paşaların resimleriyle süslü bir eve yerleştirilmiş ve “Hindistan Müslümanlarının aralarında topladığı 3 milyon altını Kuva-yı Milliyecilere ulaştırmak için gelen Hint Hilafet Komitesi Murahhas Azası” hüviyetiyle kamuoyuna takdim edilmişti. Mustafa Sagir’in taşıdığı sanılan bu değerli yük, kısa sürede Ankara’nın da dikkatini çekmişti elbet. Bu sırada İngilizlerin düzmece bir operasyonla Mustafa Sagir’i tutuklaması inandırıcılığını daha da arttırmış olmalı ki, 17 günlük hapisten kısa bir süre sonra, üzerinde Karakol Cemiyeti’nin mührü bulunan bir belge ile Ankara’ya doğru yola çıkacaktı. (Mührün İngilizlerin eline nasıl geçtiği meçhuldü.) 

Yolculuğun ilk durağı İnebolu oldu. Onuncu Kafkas Fırkası Sabık Komutanı Kaymakam Kemal Bey ile birlikte Ankara’ya hareket edildi. “Mustafa Sagir Han Hazretleri” diye ağırlanan casusumuz, Mustafa Kemal’le buluştu. Görüşmeden sonra güveni pekiştirmek için, Hindistan’a göndereceği raporları Adnan (Adıvar) Bey’in okumasına izin vermesi, Mustafa Sagir için sonun başlangıcı oldu. Mektupta görünüşte olağandışı bir şey yoktu ama satırların arası alışılmış ölçülere göre çok genişti. Bu durum istihbaratçıların dikkatini çekmişti. Uzun süren incelemelerden sonra görünmez mürekkeple yazılmış Hintçe ifadeler ortaya çıkarıldı. Görünmez mürekkebi görünür kılan, fırça ile sürülen amonyaktı. Hintçe yazılar bir tercümana okutulduktan sonra Mustafa Sagir’in casusluğundan hala emin olunmaması, satır aralarında açık verilmediğini düşündürüyor. Bir istihbarat üsteğmeni, İstanbul’a gönderildi. İstanbul’daki Milli Mücadele yandaşları Mustafa Sagir’in İngiliz casusu olduğunu doğruladılar. Sonunda, Mustafa Sagir Divan-ı Harbe verildi ve hakkındaki idam kararı 24 Mayıs 1921 tarihinde yerine getirildi. Mustafa Sagir’in üzerine atılı suçu işlemek için mi Ankara’ya geldiğine dair tek kanıt, kendisinin idamdan önce İngiliz makamlarına yazdığı söylenen mektuptaki Britanya’ya sadakatini belirten ifadeler. Mustafa Sagir’in İngilizlere gözdağı vermek için kurban seçilmiş olması da mümkün. Çünkü yıllar sonra manevi kızı Sabiha Gökçen, Atatürk’ten sadece şunları duyabildiğini anlatacaktı: “Bir casusluk olayı Gökçen…” diye başlamıştı kısa konuşmasına, fakat kendisini öldürmek istediğinden bahsetmemişti. Öte yandan, buraya kadar anlattıklarım, o dönemde bile Ankara’nın Mustafa Sagir’i idam etmeden önce elinden geldiğince kanıt toplamaya ve casusluk suçunu dönemin hukuku uyarınca kanıtlamaya gayret ettiğini gösteriyor. 

Her zamanki gibi anlatacaklarımız bitmedi ama yerimiz bitti. Herkese paranoyasız bir hafta diliyorum… 


Özet Kaynakça 
Hüseyin Işık, “Unuttuğumuz bir kahraman: Mümin Aksoy”, Askeri Tarih Bülteni, S. 42,1997, s. 52-67, Ahmet Mehmetefendioğlu, "İşgal İzmir'inin 'İlk Haini', Kurtuluş'un 'Son Kahramanı Gavûr Mümin", İzmir Tarih ve Toplum, Ocak 2010, s. 5-8, Üftade Çukurova, Kurtuluş Yıllarında İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve İngiliz İstihbaratının Çalışmaları, Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 1988; Serdar Yurtveser, “Milli Mücadele Yıllarında İstihbarat Faaliyetlerinin Olaylar Çerçevesinde İncelenmesi, (1919-1922), Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2007; Feridun Kandemir, İstiklal Savaşında Bozguncular ve Casuslar, Yayına Hazırlayan: Nejat Ağbaba, Yakın Tarihimiz Yayınları, 1964; Selahi Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’nin Türkiye’deki Faaliyetleri, TTK, 1995; Selahi Sonyer, “Son Osmanlı Padişahı Vahidettin ve İngilizler”, Belleten, Cilt: XXXIX, Sayı: 154, Nisan 1975, s. 257-264.

 
Ayşe HÜR
Radikal, 04.05.2014
 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.