Kimyasal silahların kısa tarihçesi
04 Aralık 2011 11:33 / 2179 kez okundu!
Resmî belgelere göre 13.806 ölü, 11.118 sürgünle sonuçlanan Dersim Harekâtı’na son noktayı ordunun kullandığı zehirli gazın koyduğunu ilk kez, 2008 yılında posta ile bana gönderilen bir ses kaydından öğrenmiş ve 16 Kasım 2008 tarihli “1937-1938’de Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda sizlerle paylaşmıştım. Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı.
Hatırlanacağı gibi Çağlayangil, 1937’de Malatya Emniyet Müdürü olarak Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütlemiş, Seyit Rıza ve altı arkadaşının idamlarına tanıklık etmişti. Röportajı yapan ise o sırada hesap uzmanı olarak çalışan, bugünün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu idi. Çağlayangil’in özellikle şu son sözleri tüyler ürperticiydi: “Neticeyi söylüyorum. Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden... Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti...”
Bu sözler o günlerde dikkati çekmemişti ama 2009 yılında CHP Genel Sekreteri Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” vecizesi üzerine konu tekrar gündeme geldi, Çağlayangil’in anlattıklarını doğrulayan tanıklar ortaya çıktı. Ama son günlerde bazıları Çağlayangil’in itirafını ve Dersimlilerin tanıklıklarını geçersiz kılmak için “o günlerde zehirli gaz mı vardı ki” gibi sorular soruyorlar. Hem bu soruya cevap vermek için, hem de Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin molotofkokteylini ve havaifişeği terör silahı kabul ederek iki sanığa 12 yıl 6’şar ay ceza vermesinin anlamı üzerine biraz düşünmeyi sağlamak için bu haftayı kimyasal silahların tarihçesine ayırmaya karar verdim.
İlk kimyasal silah
Tarihin en ünlü kimyasal silahı Haçlılar’ın verdiği adla Rum Ateşi (bizde Grejuva) denen gizemli silahtı. Silah ilk kez 674-678 yılları arasında Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i (bugün İstanbul) kuşatan Arap ordularına karşı kullanılmıştı. Rivayete göre silahın yarattığı korku öylesine büyük olmuştu ki, Araplar çekilmekle kalmamış Bizans’a 30 yıl süreyle yılda üç bin altın ödemeyi kabul etmişlerdi.
Silaha ilişkin anlatımlar, Rum Ateşi’nin çıkardığı sesin insanları büyük bir paniğe sevkettiğini, değdiği yerde taş taş üstünde bırakmadığını, suda bile yanmaya devam ettiğini düşündürüyor. Kaynaklarda Rum Ateşi’nin temel maddesi olarak pek çok maddenin adı veriliyor. En çok neft, sülfür ve zift karışımı; zift, reçine, sülfür karışımı, sülfür, zift, katran, günlük, doğal gübre, reçine ve keten kıtığı karışımı, ya da pamuk kıtığına emdirilmiş neft ya da neftyağı ile damıtılmış petrol karışımından sözediliyor. Rum Ateşi’nin su üstünde bile yanmaya devam etmesinin nedeni içindeki neft yağı olmalı. Bazı kaynaklarda Rum Ateşi ile birlikte canlı akreplerin ve yılanların da düşman üzerine fırlatıldığı, ayrıca toz kireç de atılarak düşmanın yoğun bir toz bulutu ile kör edildiği ya da boğulduğu da kaydedilmiş.
Ana madde konusu henüz açıklığa kavuşmadığı gibi, Rum Ateşi’nin belli bir dereceye kadar ısıtıldıktan sonra herhangi bir patlamaya neden olmadan bir boru aracılığıyla çok uzaklara püskürtülmesinde kullanılan düzeneğin de nasıl olduğu bilinmemekte. Çünkü Rum Ateşi’nin formülü yüzlerce yıl Bizans’ın en büyük devlet sırrı olarak saklanmış. Silahın dair nadir tasvirleri ise Madrid Milli Kütüphanesi’nde saklanan Skilitzes Yazması’ndaki bir kaç minyatür ile Vatikan’da bulunan 11. yüzyıla ait bir resimden ibaret.
1139’da Roma’da toplanan Lateran Konsili’nde savaş sırasında bu öldürücü silahın kullanılması yasaklanmıştı ama 1191’de Araplar, III. Haçlı Ordusu tarafından kuşatılan Akka kalesini savunurken; 1249’da ise Nil Deltasındaki Mansura şehrini kuşatan IX. Louis’nin komutasındaki Fransız ordularına karşı savaşırken Rum Ateşi’ni kullanmışlardı. Bu tarihten itibaren kaynaklarda Rum Ateşi’ne rastlanmaz, çünkü yeni yeni silahlar keşfedilmişti. Yine de Bizanslı tarihçiler Mihael Dukas ve Georgios Sfrantzes’e göre 6 Nisan-29 Mayıs 1453’te Konstantinopolis Osmanlılar tarafından kuşatıldığında da meşhur silah kullanılmıştı.
Leonardo da Vinci’nin icadı
Sadece çok başarılı bir ressam değil, on parmağında on marifet olan, 16. yüzyılda yaşamış Leonardo da Vinci’nin bile, kireçtaşı, arsenik, sülfür ve bakır pasından oluşan bir toz karışımı düşmanı boğacak bir silah olarak kullanmayı önerdiğini biliyoruz. 17. yüzyıldan itibaren kükürt, donyağı, reçine, terebentin, güherçile ve antimon karışımı yanıcı bir madde kuşatmalarda kullanılmıştı. Bu madde yanmazsa bile çıkardığı dumanla kitlesel boğulmalara neden oluyordu. 1672 yılında Münster Piskoposu, ‘güzelavratotu ile yapılmış boğucu gazların’ kullanılmasını sağlamıştı. Ancak bu silahlar öylesine yıldırıcı olmuştu ki, 27 Ağustos 1675’te Fransızlar ve Almanlar Strasbourg Anlaşması ile bu ‘hain ve iğrenç’ zehirli silahların kullanılmasını yasaklamışlardı. Yasağa rağmen basit boğucu gazların kullanımına devam edildi.
Kaptan Mahan’ın itirazı
Örneğin 1854’te Kırım Savaşı sırasında Britanyalı bir kimyager, kakodil siyanür adlı iğrenç kokulu bir maddenin Sivastopol kuşatması sırasında kullanılmasını önerdi. Öneri Başbakan Lord Palmerstone tarafından beğenildiyse de, ilginçtir, Ordu Donatım Bölümü, düşmanı zehirlemeyi ‘kötü bir âdet’ olarak niteledi ve kabul etmedi. Kimyasal gazların kullanımına karşı ilk ciddi tavır alış 1899’da Hague Konferansı’nda oldu. Bu konferansta boğucu gazların kullanımına karşı alınan karara ret oyu veren tek kişi Amerikan temsilcisi Kaptan Alfred Thayer Mahan’dı. Mahan, “Amerikalıların yaratıcılığı yeni silahların gelişmesine sıkıştırılmamalıdır” demişti.
Elbette, silah teknolojisi Mahan’ın dilediği yönde gelişti. 1899-1902 Boer Savaşı’nda İngilizler pikrik asit dolu mermiler kullandılar. 1907 tarihli La Haye Konvansiyonu ile zehirli gazların kullanımı yasaklandığı halde Birinci Dünya Savaşı sırasında 124 bin tondan fazla zehirli gaz kullanıldı.
Bu konuda öncü olan Almanlar 22 Nisan 1915’te Belçika’nın 22 Ypres bölgesinde Fransız, Belçika, Cezayir ve Kanada tümenlerine karşı 51 bin ton klorin kullandılar ve beş bin askeri öldürdüler. Almanlar bu gazı Ruslara karşı da kullandılar. Fransızlar da Almanlara karşı fosgene ve turpunite gazını kullandılar. Karşılıklı bu saldırılarda 50 bin kişi öldü, bir milyondan fazla kişi ise zarar gördü.
Almanların içine sodyum hipoklorit ve bikarbonata batırılmış yastıklar yerleştirilmiş deri gaz maskelerini, İngilizler güya geliştirdiler (ilk örneklerde sidiğe ve sodaya batırılmış pamuklar kullanılmıştı) ama bu maskeler öyle ilkeldiler ki, ölümleri engellemek bir yana, hızlandırıyorlardı. Almanlar maskeleri daha da etkisiz kılmak için ‘at pisliği, sarımsak ve elma kokulu’ yakıcı bir gaz olan hardal gazını icat ettiler. Bu gazı difenilkloroarsin adlı kusturucu bir gazla birlikte kullanıyorlardı çünkü bu gaz maskelerin çıkarılmasını sağlıyor, böylece hardal gazının etkisi artıyordu!
Çanakkale’de gaz kullanıldı mı?
Peki, bizde sıklıkla iddia edildiği gibi 1915’te Çanakkale (Gelibolu) Savaşı sırasında zehirli gaz kullanıldı mı? İngiliz ve Rus kaynaklarında Türk tarafının 26-27 Kasım 1915 tarihinde zehirli gaz kullandığına dair iddialar vardır. Yine iddiaya göre, Türk tarafı İngilizleri caydırmak için 50 kadar gayrımüslimi ‘rehine’ babından cepheye götürmüştü. Türk tarafı ise Churchill’in “Türkler insan bile değildir, gaz bombası atın” dediğini; İngilizlerin de Türklere karşı zehirli gaz kullanmaya çalıştığını ancak rüzgâr yüzünden başarılı olamadığını iddia ederler. Ancak bu güne dek, ne Churchill’in böyle dediğine, ne de iki tarafın da zehirli gaz kullandığına dair kanıt ortaya çıkmıştır. Bu iddiaların, Osmanlı ordusunun Almanlardan alacakları zehirli gazları kullanmaları ihtimaline karşı İngiliz askerlerine dağıtılan gaz maskelerinden kaynaklanmış olması muhtemel. Bu arada not edelim ki, İngiliz askerleri gaz maskelerini bazılarının iddia ettiği gibi “Türkler temiz savaş yaparlar” diye düşündüklerinden değil, Gelibolu’da gaz kullanılamayacağını bildiklerinden takmamışlardır. Çünkü Gelibolu gibi cephelerin iç içe geçtiği ve rüzgârın tek bir yönü olmadığı bir coğrafyada zehirli gaz kullanmak aynı zamanda intihar anlamına da gelirdi.
Çanakkale’de zehirli gaz kullanmaya fırsat bulamayan İngilizler 1920 temmuzunda işgalleri altındaki Irak’ın Necef ve Kerbela şehirlerinde başlayan halk ayaklanması sırasında uçakla zehirli gaz bombaları atma mutluluğuna (!) erdiler. Sadece emperyalistler değil, 1921’de Bolşevikler devrime karşı çıkan Tambov köylülerinin ayaklanmasını bastırmak için zehirli gaz kullanırken, İspanyol ve Fransız kuvvetleri Fas’taki Berberî ayaklanmasını bastırmak için hardal gazı kullandılar. Bu iş o kadar benimsenmişti ki, 1923’te Almanya ile SSCB, Volga Nehri civarındaki Trotsk şehrinde ortak bir kimyasal silah fabrikası kurmak için görüşmelere başladılar ama neyse ki sonunu getiremediler.
Tabun, soman ve sarin
1925’te dünyanın 16 büyük devleti savaşlarda kullanılacak silahları ve savaşan taraflara yönelik muameleleri kurallara bağlayan Cenevre Protokolü’nü imzaladılar ama durum değişmedi. (ABD protokolü ancak 1975’te imzaladı.) 1935’te Mussolini İtalya’sı Etiyopya’da hardal gazıyla 150 binden fazla kişiyi öldürdü. 1934’ten itibaren ‘kimyasal silah birlikleri’ oluşturan Almanya, 1938’de sinir gazı diye bilinen tabun, soman ve sarini üretti ancak Müttefiklerin elinde de benzer gazlar olduğunu sandığı için bunları kullanmaktan kaçındı. 1938’de Türk ordusu, Dersim’de kendi halkına karşı zehirli gaz kullandı ve ‘Dersim müşkilesini bitirdi (!)...
Literatüre “garibanların silahı” olarak geçen ve artık kullananların 12 yıl altı ay hapse mahkûm olabileceği molotofkokteyli, ilk kez 1939’da Finlandiya’yı işgal eden Rus tanklarına karşı kullanıldı. Bir cam şişe içine konan az miktarda sülfürik asit ile benzin/parafin karışımının bir filtre ile yakılmasıyla faaliyete geçen bu ilkel yangın bombasına Finliler, Finlandiya’nın işgalinden sorumlu gördükleri SSCB Dışişleri Bakanı Molotof’un adını vererek Ruslarla adeta dalga geçmişlerdi.
Zehirli gaz merakı Yeni Dünya’ya da geçmişti. Nitekim 2 Aralık 1943’te İtalya’nın Bari limanında Alman güçlerince batırılan Amerikan gemilerinde bol miktarda hardal gazı olduğu anlaşıldı. Aynı dönemde, Japonya, Hindi Çin’de ve Mançurya’da bol bol zehirli gaz kullanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere, ABD ve Rusya, Almanlardan geriye kalan sinir gazlarını yoğunlaştırarak kalıcı sinir gazları ürettiler. İngilizlerin icadı V, ABD’lilerin icadı VX, Rusların icadı ise VR-55 ve Goman adıyla anılacaktı. Bu devletler müttefiklerini de bu nimetten mahrum etmediler elbette. Mısır 1966-1967’de Yemen iç savaşında; Libya 1969’da Çad’da hardal gazı kullandı. Aynı yıl ABD’nin Utah eyaletinde depodan sızan VX gazı binlerce koyunu öldürdü. ABD 1963-1973’te Vietnam’da “Kargaşaları Bastırma Gazları” dediği kusturucu, göz yaşartıcı, yanıcı kimyasalları ve 800-1200 derece ısı veren korkunç napalm bombasını kullandı. Vietnam, 1975-1981’de Laos ve Kamboçya’da; Sovyetler Birliği 1979’dan sonra Afganistan’da; Irak 1984-1988’de İran’a karşı kimyasal ve biyolojik silahlar kullandı. Mart 1988’de Saddam Hüseyin, VX, hardal gazı ve sarin karışımını Halepçe’de Kürtlere karşı kullandı. Bu saldırıda altı bin kişi öldü, 65 bin kişi çeşitli zararlar gördü. İran da aynı dönemde savunma amaçlı (!) kimyasal silah üretimine başladı.
Tokyo Metrosu’na sarin
Günümüzde sadece devletler değil terör örgütleri de kimyasal silahları çok seviyor. 1995 mart ayında Tokyo Metrosu’na sarin atarak 12 kişinin ölümüne ve beş bin 700 kişinin hastanelik olmasına neden olan Aum Shinrikyo örgütü Hinduizm ve Budizm’den esinlenmiş, kıyamet gününe inanan bir çeşit dinsel fanatikler topluluğuydu. Renksiz ve kokusuz olduğu için tesbit edilmesi son derece güç olan sarin gazının üretimi ileri teknoloji gerektiriyordu ama yıllık bir milyar dolardan fazla cirosu olan ve üyelerini Japonya’nın seçkin üniversite öğrencilerinden ve bilim adamlarından derleyen örgüt için sarini üretmek zor olmamıştı.
Son olarak İsrail, 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelttiği “Dökme Kurşun Operasyonu” sırasında fosfor gazı kullandı. İsrail savunmasını “Fosfor bombası, kimyasal silah olarak nitelendirilse de, askerî açık alanlarda geceleri çatışma bölgesini aydınlatma ya da çıkardığı yoğun dumanla karşı tarafın hedefini köreltme amacıyla kullanılabiliyor, biz de öyle kullandık” diye yaptı.
ABD ve Rusya’nın stokları
1993 yılında 130 ülke, kimyasal silahların yasaklanmasını öngören antlaşmaya imza attı, anlaşma 1997’de yürürlüğe girebildi. Bugün Suriye’nin elinde bir miktar sarin olduğu, HAMAS’ın da sarin peşinde olduğuna dair ipuçları var. Ama bu tür silahların ana deposu ABD ile Rusya. ABD’nin elinde 36 bin ton kimyasal gaz olduğu, sadece sinir gazı stoklarının dünya nüfusunun dört bin katını öldürecek miktarda olduğu söyleniyor. Rusya’nın elinde ise 270 ila 360 bin ton arasında fosgene, tabun, sarin, soman, hardal ve hidrosiyanik asit olduğu sanılıyor. Hâl böyleyken, özünde çok haklı bir tepki olmakla birlikte, İran’ın nükleer silah edinmesine bu ülkelerin karşı çıkması çifte standardın daniskası oluyor.
Bu kısa özet sadece kimyasal silahların tarihçesine dair. Daha ateşli silahlar var, biyolojik silahlar var, nükleer silahlar var... Şimdi bu tarihçeye bakınca, 1937-1938’de Dersim’de “devlet Kürtleri mağaralara doldurdu ve fare gibi zehirledi” diye itirafta bulunan İhsan Sabri Çağlayangil’e ve zehirli gazla yakınları öldürülmüş Dersimlilere inanmamak mümkün mü? Peki, molotofkokteylini veya havaifişeği 12 yıl altı ayla cezalandıran bir mahkemenin, acaba 13.806 kişiyi ateşli silahlarla, bombalarla, zehirli gazlarla öldüren bir devlete ne kadar ceza kesmesi adil olur?
Özet Kaynakça: Ayşe Hür, “Rum Ateşi’nin Sırrı Neydi?”, Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 50-53; L. Szinicz, History of chemical and biological warfare agents, Toxicology, Volume 214, Issue 3, 30 October 2005, s. 167-181; Richard Price, “A genealogy of the chemical weapons taboo”, International Organization, Volume 49, Issue 01, December 1995, s. 73-103; Yetkin İşcen, “Kimyasal silah, Çanakkale’de hiç kullanılmadı”, Çanakkale 1915, Nisan 2010, s. 34-42.
Ayşe HÜR
Taraf, 04.12.2011