Milli cellatlar, cellat mukallitleri
04 Nisan 2011 10:52 / 5582 kez okundu!
Kayseri’de 18 ay önce kaybolan üç çocuğun vahşi bir cinayete kurban gittiğinin anlaşılması üzerine 1984’den beri fiilen, 2003’ten itibaren de resmen uygulanmayan idam cezası yeniden gündeme geldi. Gün geçmiyor ki, bir televizyon programında ‘asmak yetmez, derilerini yüzmeli, çengele asmalı’ makamında bir konuşma duyulmasın.
Bu furyada, PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan’ın da idam edilmesini hayal eden siyasiler sayesinde, tartışmanın süreceği anlaşılıyor. Bu alt metni bir yana bırakırsak, idam cezasının ne adi ne siyasi suçtan caydırıcı olmadığına dair onlarca araştırma, bulgu, istatistik olduğu halde ve Türkiye hâlâ 1961-1984 arasındaki siyasi idamların utancını yaşarken, bu kampanyaya katılanlar arasında hukukçuların, gazetecilerin, siyasi parti liderlerinin bulunması gerçekten tüyler ürpertici. Üstelik bu kişiler, gazetelere “terörle mücadele sırasında 1000 kişiyi öldürmüş olabilirim” diyen ‘özel harekâtçı’ Ayhan Çarkın’ın, savcılıktaki 10 saatlik bir sorgulama sonrasında elini kolunu sallayarak adliyeyi terk etmesine ses çıkarmadılar. Aynı kişiler, binlerce cinayetin faili olduğu sanılan JİTEM’in kurucusu emekli jandarma albayı Arif Doğan, televizyon kanallarında verdiği cinayet emirlerini haykırarak anlatırken de sus pus oturmuşlardı. Siirt’teki Kasaplar Deresi’nden çıkan insan kemikleri de kimseyi hoplatmadı. Halbuki en az Ahmet Şık ve Nedim Şener için gösterdiğimiz kadar tepki vermeliydik bunlara.
Mademki ülkemizde ölüme, öldürmeye, cellatlara bu kadar yoğun sempati duyuluyor, bu hafta, görev yaptığı 25 yılda 5 bini aşkın kişiyi astığı anlaşılan ‘milli celladımız’ Ali’nin hikâyesini anlatalım. Belki, idam cezası meraklılarından bazılarını, karar veren olmak yerine cellat olmaya özendirebiliriz, ya da tersinden bakarsak, ahkâm kesmekle uygulamak arasındaki farkı düşündürebiliriz.
‘Cellat Ali’ ile resmen tanışmamız, Mustafa Kemal’e yönelik ‘İzmir Suikastı Davası’ sonrasında İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkûm edilen 13 kişinin asılması vesilesiyle olur. İdamlar 13/14 Temmuz 1926 günü gece yarısı başlamış, saat 03.00’e kadar sürmüştür. Suikastı düzenlediği iddia edilen Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi suikast yapmayı planladıkları Gaffarzade Oteli’nin köşesinde, suikasta destek verdiği iddia edilen diğerleri Hükümet Meydanı, Sarı Kışla’nın önü ve Deparak civarında idam edilmişlerdi. Bu girişimle dolaylı ilişkisi olan İttihatçılar ise 26 Ağustos 1926 tarihinde Ankara’da Cebeci Hapishanesi’nde idam edileceklerdi. (Daha önce bu konuda iki yazı yazdığım için burada ayrıntıya girmiyorum.)
Cellat Ali’nin sıfatları
Feridun Kandemir İzmir Suikastinin İç Yüzü (Ekicil Tarih Yayınları, 1955) adlı kitabında İzmir’deki celladın, “Selanik Kıptisi Ali” olduğunu yazar. Osman Selim Kocahanoğlu Atatürk’e Kurulan Pusu/İzmir Suikastının İç Yüzü (Temel Yayınları, 2005) kitabında, Cemal Avcı İzmir Suikastı ve Bir Suikastın Perde Arkası (IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2007)adlı akademik çalışmasında “Kara Ali” tanımını kullanırken, Yılmaz Karakoyunlu Üç Aliler Divanı (Doğan Kitapçılık, 2020) adlı romanında Cellat Ali’den “Selanikli Çingene” olarak bahseder. Uğur Mumcu’nun Gazi Paşa’ya Suikast (um:ag Vakfı Yayınları, 2002) adlı kitabında ise kahramanımız “Selanikli Kıpti Ali” olmuştur.
Kemal Tahir Kurt Kanunu‘nda (İthaki Yayınları, 2005) tanımlamayı biraz renklendirir. ‘Karaoğlan’la başlar, ‘Kötü Çingen’le devam eder, ‘Karaböcek’le bitirir. Arada bir sürü aşağılayıcı sözle takviye edilir bunlar. Ayrıca bir de açıklama yaptırır kahramanına: “Baba mirasıdır, bu zanaat bize.(...) Talat Paşa’nın asıcısı idi, rahmetli babamız Karaköçek (...) Çok adam asmıştır efendim hürriyette (...) alnından öpmüştür Talat Paşamız ‘Aferin ulan Karaköçek’ diye...” (s. 257-262)
Kemal Tahir, böylece ‘Çingene cellat’ ile Ermenilere karşı işlediği suçların ideolojik değil kökensel olduğunu ima etmek için olsa gerek, ‘Çingene’ olduğu iddia edilen Talat Paşa arasında bir bağ kurar. Böylece bir taşla iki kuş vurulur.
Kara değil, bembeyaz
Cellat Ali kimliği konusunda gerçeğe en yakın resmi, Ankara Üniversitesi’nde İzmir Suikastı Davası’na ilişkin söylem analizi ile doktorasını kazanan Ahmet Hilmi Balcı sunar. Balcı “İzmir Kızlarağası Hanı’nın karşısındaki yolun üzerinde dükk�nı bulunan sahaf Ali Haydar Toprak” tarafından kendisine anlatılan hikâyeyi anlatır bize. Cellat Ali’yle bir süre komşu olan Ali Haydar Toprak’a göre Cellat Ali diye anılan kişinin 1934’ten sonra soyadı Ağu ya da Ağı olup (ki 19 Mayıs 1957 tarihli Milliyet gazetesindeki bir haberden soyadının Ağı olduğu anlaşılıyor) bir Çingene veya Kıpti değil; sarışın, mavi gözlü ve açık tenli bir Makedonya göçmenidir. Yine Toprak’a göre Feridun Kandemir’in dediği gibi çevik bir yapıya sahiptir ancak Kemal Tahir‘in kurguladığı gibi cellatlığı babadan miras değildir.
Balkanlardan Konya’ya
Ali Haydar Toprak’ın bizzat Ali Ağı’dan öğrendiğine göre küçük yaşta babasız kalan Ali ve annesi, 1912-1913 Balkan Savaşı sırasında Anadolu’ya doğru yola çıkarlar. Yolda rastladıkları ailesiz bir çocuğu evlatlık alırlar ve Konya’ya geçerler. Ali bu üvey kardeşine kısa sürede bağlanır.
2 Ekim-22 Kasım 1920 arasında Konya’da patlak veren Delibaş İsyanı sırasında evlatlık kardeşiyle birlikte Aleaddin Tepesi’ne götürülen Ali, isyancıların kardeşinin derisini yüzdüklerine şahit olur. (Bir not: Ahmet Hilmi Balcı tezinde Delibaş İsyanı için 26 Eylül-7 Kasım 1919 tarihlerini veriyor ancak bu tarihler isyana adını veren Delibaş Mehmet’in de dahil olduğu Bozkır İsyanı’nın tarihleri. Buna karşılık Aleaddin Tepesi’nin işgali Delibaş İsyanı sırasında yaşanıyor. Ancak yazar dürüstçe “Bu konuda yeterli kaynağı elde edemedim. Konunun, tarihçilere düşen kısmının açıkça araştırılması gerektiği düşüncesindeyim” şeklinde bir dip not düşmüş.)
Kardeşinin intikamı için
Hikâyeye bıraktığımız yerden devam edersek; üvey kardeşinin ölümünü görmek Ali’yi çok sarsar. Ama Ali kardeşinden şanslıdır. Çünkü gün boyu epeyce kişiyi öldüren isyancılar, yorulurlar ve kalanları iple bağlayarak uykuya geçerler. Ali ve bir grup esir pilot gece karanlığından yararlanarak iplerini çözerler ve tellerin altından sürünerek kaçarlar. Pilotlar daha önce aldıkları emir uyarınca Antalya’ya gideceklerdir. Amaçları [Yunanlılarla Ege Bölgesi’nin paylaşılması yüzünden kavgalı olan] İtalyanlardan uçak almaktır. Ali de onlarla gider. Uçaklar teslim alındıktan sonra pilotlar kendisini uçakla Konya’ya götürmeyi teklif ederler ancak Ali uçaktan korktuğu için Konya’ya yayan döner. O sırada Dahiliye Vekili Refet (Bele) Bey’in komutasındaki birlikler şehre hâkim olmuştur ve isyancıları asacak adam aramaktadır. Ali gönüllü olur, çünkü asılacaklar arasında kardeşinin derisini yüzen kasabı görmüştür.
Önce İzmir sonra Menemen
Profesyonel cellatlığa 1926’daki İzmir Suikastı Davası sonrasında adım atan Cellat Ali’nin ‘yıldızını parlatan’ ise 23 Aralık 1930’da kendisine Türkçülük akımının etkisiyle ‘Kubilay’ takma adını almış olan Yedek Subay Asteğmen Mustafa Fehmi ile iki mahalle bekçisinin ölümüyle biten ‘irticai’ harekete katıldığı ileri sürülen 28 kişiyi idam etmesidir. Bu olay sonrasında kendisiyle görüşen gazetecilere Cellat Ali, “12 yıl içinde, 3 bin küsuru Konya İsyanı’nda, kalanı da İzmir’in Yunanlılardan geri alınmasından sonra olmak üzere toplam tam 5.216 kişiyi astığını” gururla beyan edecektir.
Memleket vazifesi yaptım
19 Mayıs 1957 tarihli Milliyet gazetesindeki bir haberde “İnkılaptan bu yana 3 bin kişiyi astığını” ileri süren 65 yaşındaki Cellat Ali Ağı’nın parasını çalmak için arkadaşını öldüren 22 yaşındaki H. K.’yi asmak için devlete başvurduğu yazar. Görüldüğü gibi 5.216 sayısı tenzilata uğramıştır. Sayı ileri yıllarda bine kadar düşecektir. Anlaşılan Cumhuriyet’in ilk çeyreğinin bu kadar kanlı geçmesi birilerini rahatsız etmiştir.
“Ben cellatlığımla memleket vazifesi yaptığıma inanan bir insanım” diyen ve “bu kadar hizmete mukabil kendisiyle kimsenin ilgilenmediğinden” şikâyet eden Ali Ağı sözünü, “bana maaş bağlanmalıdır” diye bağlar. Haberde 65 yaşındaki Ali Ağı evinde 25 kedi ve köpek beslediği de yazılıdır. Ancak, Ahmet Hilmi Balcı’nın doktora tezindeki sözlü tarih kaynağı İzmirli Sahaf Ali Haydar Toprak’ın “Ali Ağı’nın karısına ‘Köpekli Melahat’ denir” demesine bakılırsa, bu hayvanları Ali Ağı değil karısı besliyor olmalıdır. (Yazının sonunda değindiğim 22 Nisan 1967 tarihli gazete haberinde Ali Ağı’nın karısının adı Münevver olarak geçer.)
Metresi 5 liraya idam ipi
19 Mayıs 1957 tarihli Milliyet gazetesinde H. K.’nin idamına ilişkin iki fotoğraf görülür. Birinci fotoğrafta bir sandalyeye oturmuş Ali Ağı çay içmektedir. Fotoğrafın üzerindeki konuşma balonunda ‘Cellat Ali çayını içti ve...” ibaresi okunur. Alttaki fotoğrafın üzerinde ise “vazifesini yaptı...” yazılıdır. Gazeteci espritüel biri olmalıdır. Resimden açıkça görülen ise, Ali’nin aynen Toprak’ın anlattığı gibi akça pakça biri olduğudur.
Hürriyet gazetesi yazarı Yaşar Aksoy’a göre ‘Ali Ağı’, cellatlık yapmadığı zamanlarda İzmir’in Tepecik genelevindeki minik dükk�nında tabelacılık yaparmış. Bu civardaki bütün tabelalar Ali’nin elinden çıkmış. Sahaf Toprak’a göre de, idam cezalarından kazandığı para ile Tepecik’te bir ev almış ancak bu ev bir yangında kül olmuş. Toprak, genelev tabelacılığından bahsetmiyor.
11 Mart 1965 tarihli Milliyet gazetesindeki bir haberde 76 yaşında İzmir’de öldüğü belirtilen Cellat Ali’ye dair son haber ise 22 Nisan 1967 tarihli Milliyet gazetesinden: “Yüzlerce kişiyi ipe çeken Cellat Ali’nin karısı Münevver kocasından kalan idam iplerini açık arttırmayla satmak istediğini açıklamıştır. Kocasının ölümünden sonra müşkül durumda kaldığını söyleyen Münevver ‘bazı kimselere (sara hastalığına iyi gelir diye) idam iplerinin metresini 5 liradan sattım. Bir müddet bu para ile geçindim’ demiştir.”
Malum klişe: ‘Cellatlar Çingene’dir’
Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı’nın ortak yayını olan Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (1994) adlı çok önemli kaynak eserdeki “Kara Ali” maddesi şöyledir: “Osmanlı cellatlarının en ünlüsü. 17. yy’ın ortalarında yaşadı ve yaklaşık yirmi beş yıl cellatbaşılık yaptı. Usta Süleyman’ın çırağı olarak mesleğe başladı. Pek çok cellat gibi Çingene asıllı olduğu sanılmaktadır. İri yarı bir adam olan Kara Ali, yaz kış çıplak dolaşır, sağ omzunda takılmış yalın bir kılıç taşırdı. Kuşağından kement ve çeşitli işkence aletleri sarkar, bu görünümü ile etrafa dehşet saçardı. İdam edilen kişinin giysileri ve üzerindeki paralar celladın hakkı olduğundan Kara Ali’nin kim olduğunu dahi merak etmeden büyük bir soğukkanlılıkla görevini yaptığı söylenirdi...”
“Pek çok cellat gibi Çingene asıllı olduğu sanılmaktadır” gibi bir klişeyi içeren bu maddenin altında, yazarın anonim olduğunu gösteren ‘İSTANBUL’ ibaresi olmakla birlikte, itiraf etmeliyim ki bu cümleler bana ait. İstanbul Ansiklopedisi‘nde araştırmacılık ve madde yazarlığı, 1970’lerin siyasi ortamı yüzünden geç bir tarihte alabildiğim üniversite eğitiminden sonraki ilk işimdi. Henüz kaynaklara eleştirel yaklaşmayı bilmediğim o yıllarda, bu maddeyi yazarken yararlandığım klasik kaynaklardaki klişelerin yanı sıra, ‘solcu’ olduğu için büyük saygı duyduğum Nazım Hikmet’in 1933 yılında Bursa Cezaevi’nden eşi Piraye Hanım’a yazdığı şu şiirinden de etkilenmiştim: “ölüm/bir ipte sallanan ölü/bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm/fakat emin ol ki sevgilim/zavallı bir çingenenin/kıllı, siyah bir örümceğe/benzeyen eli/geçirecekse eğer ipi boğazıma/mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nazım’a!”
Yıllar içinde başka örneklere de rastladım. Örneğin 1950’li yıllarda Demokrat Parti (DP) yanlısı Zafer gazetesinin sahibi Turhan Dilligil’in 1988’de yayımlanan İmralı’da Üç Mezar adlı kitabında, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun 16-17 Eylül 1961’de idamlarıyla ilgili şu bilgiyi veriliyordu: “Cellat ise Üsküdar’da bekçibaşı Kemal Ayson imiş. DP döneminde suiistimali tespit edilip vazifesinden atılmış bir Çingene cellat. Bundan dolayı çok kinliydi. İnfazlara başlanacakken yapmadık hareket bırakmadı, ağır küfürler etti. Tam infaz sırasında bizleri geriye döndürdüler.”
Benzer şekilde 12 Eylül 1980 darbesi sırasında ve sonrasında görev yapan (örneğin yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980’de asılan 17 yaşındaki Erdal Eren’i ve 7 Ağustos 1982’de ASALA’nın gerçekleştirdiği Esenboğa katliamının faillerinden Levon Ekmekçiyan’ı asan) Hüseyin Yalçın’ın ‘Çingene’ olduğu söylenmişti. Ancak bunun doğru olup olmadığını bilmiyoruz.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Sonuç olarak, kimse idam cezasını koyan, bu cezayı veren kişilerin ırkını, milliyetini, cinsiyetini merak etmez ama, cezayı uygulayanın izini sürer. Ve bu bağlamda ‘cellat-çingene’ kavram çifti değişik formlarda da olsa, her daim karşımıza çıkar. Ne zaman bir cellattan söz edilse ‘Kara’, ‘Çingene’, ‘Kıpti’ gibi niteleme sıfatları kullanılması, bir yandan Çingenelere yönelik önyargıyı, bir yandan da cellatlık gibi kötü bir mesleğin ‘beyaz’ olanlara, Türklere, Balkanlılara yakıştırılmadığını gösterir. Halbuki yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, idam cezasını uygulayan sadece emir kuludur, asıl ayıp bu cezayı ihdas edende ve verendedir. Dahası, Cumhuriyet tarihinin en ünlü celladı, kendi ifadesine göre 5.126 kişiyi yağlı urganla öteki dünyaya uğurlayan Cellat Ali, ‘Kara’, ‘Çingene’ ya da ‘Selanikli Kıpti’ değil, aynen Nazım Hikmet gibi, sarışın, mavi gözlü, açık tenli bir Makedonya göçmeniydi. Umarım ulusça bu acı gerçeklerle yaşamayı başarabiliriz (!)
Açıklama: Geçen haftaki “Birkaç ‘Fahrenheit 451’ hikâyesi” başlıklı yazıma Güney Danimarka Üniversitesi’nden Sosyolog Doçent Dr. Ümit Necef bir düzeltme notu gönderdi. Notta özetle şunlar yazılı: “Danimarkalı imamların İslam Konferansı’na sunduğu dosyaya eklenen üç karikatürden/fotoğraftan hiçbiri Danimarka’da yayımlanmamıştı. İmamlar, Danimarka’da basılmış karikatürlerin yeterince provakatif olmadığını düşünmüşler ve cidden aşağılayıcı (ama basılmamış ve/veya imal edilmiş) karikatürlerle dosyayı takviye etme ihtiyacı duymuşlardı. Bu durum ortaya çıktığında da büyük prestij kaybına uğramışlardı.
Ayrıca, 2006 ocağında Jyllands-Posten ile dayanışmak için tartışma yaratan karikatürleri tekrar yayımlayan gazeteler sizin söylediğiniz gibi sadece ‘sağ muhafazakâr gazeteler’ değildi. Fransa’da yayımlanan Le Canard enchaine gibi ‘sol eğilimli’ diye bilinen dergi de karikatürleri basmıştı.”
Okurumuz Dr. Ümit Necef’e katkısından dolayı teşekkür ederim.
Kaynakça: Ahmet Hilmi Balcı, “İzmir İstiklal Mahkemesi ve İzmir Basını (1906-1926 Cumhuriyet’in De Facto Kuruluşu: Ahenk Gazetesi’nde Söylem/İktidar”, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gazetecilik Ana Bilim Dalı’nda 2007 yılında kabul edilmiş doktora tezi; Milliyet gazetesinin internet arşivi.
Ayşe Hür
03.04.2011