Pan Türkizm'den Irkçı Türkçülüğe - Ayşe Hür
01 Eylül 2007 09:23 / 3631 kez okundu!
Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan büyük coğrafyada yaşayan “tüm Türklerin birliği” anlamına gelen Pan Türkizm ideolojisi, Osmanlı ülkesine İsmail Gasprinsky (Gaspıralı İsmail), Hüseyinzade Ali (Turan), Ahmet Agayev (Ağaoğlu),
Bu nedenle, önce 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra Türkiye’ye sığınmış bulunan Azeriler’in 1927-1931 arasında çıkardığı Yeni Türkistan, Odlu Yurt, Yeni Kafkasya ve Azeri Türk gibi dergiler kapatıldı, Mart 1931’de ise Pan Türkist ideolojinin yuvası olan Türk Ocakları Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) bağlandı. 1932’de ise Ocakların yerini Halk Evleri aldı. 1935’te Toplanan CHF’nin Dördüncü Kurultayı’ndan sonra Türk Matbuat Birliği, Türk Kadınlar Birliği, Türk İhtiyat Zabitleri Cemiyeti, Türk Mason Locaları, Milli Türk Talebe Birliği, 1930’da kapatılan Cumhuriyetçi Serbest Fırka’yı destekleyen Yarın gazetesi ile Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Burhan Asaf Belge, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin ve Mehmet Şevki Yazman yönetimindeki Kadro gazetesi kendilerini feshetmeye zorlandılar. Bunlar yapılırken, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi adımlarla ırkçılık için son derece uygun bir ortam yaratılması ise gayet garipti. Bu hafta, Cumhuriyet’in ilk yarısında, Almanya ve Sovyetlerle ilişkiler bağlamında, ırkçılığa karşı bir uçtan bir uca savrulan politikaların tarihçesine göz atacağız.
Her Medeniyetin Kurucusu Türkler'dir!
1932’de Afet İnan, Mehmet Tevfik Bıyıklıoğlu, Samih Rıfat, Hasan Cemil Çambel, Sadri Maksudi Arsal, Reşit Galip, Yusuf Akçura ve Şemseddin Günaltay’ın geliştirdiği Türk Tarih Tezi ırkçılık akımı için iyi bir çerçeve oluşturmuştu. “Beşeriyetin en yüksek ve ilk medeni kavmi, vatanı Altaylar ve Orta Asya olan Türklerdir. Çin medeniyetinin esasını kuran Türklerdir. Mezopotamya’da İran’da milattan en aşağı 7000 sene evvel beşeriyetin ilk medeniyetini kuran ve beşeriyete ilk tarih devrini açan; Sümer, Akat ve Alam isimleri verilmekte olan Türklerdir. Mısır’da deltanın otokton sakinleri ve Mısır medeniyetinin kurucusu olan Türklerdir.” (Uluğ İğdemir, Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1973, s. 68-69) Bu teze destek olarak 1936 yılında sunulan Güneş Dil Teorisi’ne göre ise “Avrupa’dan Afrika’ya, hatta Amerika’ya kadar tüm kültür dilleri de kök dil olarak Türkçe’den” türemişti. (Üçüncü Türk Dil Kurultayı-Tezler, Müzakere Zabıtları, 1936, s.12). Ancak iş burada kalmadı ve Prof. Dr. Mazhar Osman (Uzman), 1939’da verdiği bir konferansta “Birçok çepheden yapıya muhtaç vatanı da soyu bozuklarla doldurmak, darülacezeler, bimarhane ve hapishaneler için nesil yetiştirmek te hiç şayanı temenni değildir. Onun için sağlamları çoğaltmağa teşvik ve mecbur etmeliyiz, çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz” (Mazhar Osman Uzman, Öjenik, CHP Konferanslar Serisi, Ankara, 1939, s. 5) diyerek; ileride İstanbul Valisi olacak olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay ise “Evlenirken en kıymetli servet olarak ruh, beden sıhhati aramak suretiyle Türk cemiyetine nesilden nesile en kıymetli miras olarak zinde çocuklar hediye etmek milli bir vazifedir. Almanya gibi bazı memleketler ırk hıfzısıhhasının emrettiği bu lazimeyi kısırlaştırma adı verilen bir kanunla tatbike çalışıyorlar. Demokrat memleketler irşat ve vesaya ile evlenme istişare odaları tesis etmek suretiyle vatandaşları aydınlatmak yoluyla hedefe varmaya çalışıyorlar. Bizim de bu ciheti göz önünde bulundurmamız lazımdır” diyerek Nazi ırkçılığına özendiklerini ağızlarından kaçırıverdiler. (Fahrettin Kerim Gökay, Irk Hıfzısıhhasında Irsiyetin Rolü ve Nesli Tereddiden Koruma Çareleri, CHP Konferanslar Serisi, Ankara, 1940, s. 11) Elbette, Kemalist rejimin resmi gazetesi sayılan Hakimiyet-i Milliye (Ulus) ve Ülkü dergilerinde ve 1925-1939 arasında İstanbul Üniversitesi tarafından yayımlanan Türk Antropoloji Mecmuası’nda öjenizm hakkında pek çok makale boy gösterdi, 5 ila 10 liralık banknotlara, posta pullarına Bozkurt resimleri basıldı.
Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan
Irkçı Türkçülüğün en önemli figürü hiç kuşkusuz Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975) idi. Atsız’ın 15 Mayıs 1931 ila 25 Eylül 1932 arasında yayınladığı Atsız Mecmuası’na yazanlar arasında Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali, Nihat Sami Banarlı, Orhan Şaik Gökyay, Abdulbaki Gölpınarlı ve Abdülkadir İnan gibi önemli entelektüeller bulunuyordu. 2-11 Temmuz 1932 tarihli Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında Zeki Velidi Togan ile Reşit Galip arasındaki tartışmada Togan’ın yanında yer almasının bedelini ağır ödeyen Atsız Darülfünun’daki görevinden (Fuat Köprülü’nün asistanı idi) uzaklaştırıldığı gibi Atsız Mecmuası da kapatılınca uzun süre inzivaya çekilmek zorunda kaldı.
Atatürk’ün ölümünden sonra, ırkçılığın yeni yıldızı, 1938-1943 yılları arasında Ergenekon, Bozkurt ve Gök-Börü adlı üç ırkçı-Türkçü derginin editörlüğünü yapan Reha Oğuz Türkkan idi. Dergide “Reha Kurtuluş”, “Avni Motun”, “Ergenekoncu” ve “A. Mete Turanlı” imzaları ile yazılar yazan Türkkan da “Düşünün bir kere: Büyük şef [Mustafa Kemal] ne diye ‘ırk tarihimiz’ üzerinde bu kadar ısrarla durdu?… Niçin durmadan bize: ‘tarihimizin en mühim kısmı Orta Asya’dadır!’ dedi ve oradaki ırkdaşları bize hatırlattı?... Gene o sevimsiz politika denilen nesne yüzündendir ki bize doğrudan doğruya: ‘Kandaşlar, Asya’da milyonlarca kardeşlerimiz var; esaret altında inliyorlar. Bir gün gelip onları kurtaracağız ve büyük Türk birliğini kuracağız!’ diyemedi. Fakat bir çok yerlerde bu fikrini ve bu inanışını sezdirdi… Atatürk en samimi bir Panturanistti ve bunu tahakkuk ettirebilecek bir kudretteydi.” (Ergenekon, no. 4, Şubat 1939, s. 13) diyerek meşruiyetinin temellerini gayet güzel anlattığı halde Ergenekon’un kapanmasını engelleyemedi.
22 Haziran 1941’de Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ni işgale başlaması ardından Refik Saydam’ın 7 Temmuz 1942’de ölümü ile başbakan olan “Türkçü” Şükrü Saraçoğlu Pan Türkist harekete yeni bir ivme kazandırdı. Almanya, Türkiye’de Alman sempatizanlığını arttırmak için propaganda çalışmasına girdi. Nazi hükümetinin Dışişleri Bakanı Ribbentropp’un Alman Büyükelçisi Franz von Papen’e gönderdiği gizli bir mektuba bakılırsa, Almanya bu faaliyetler için 5 milyon Mark ayırmıştı. Trabzon Milletvekili Faik Ahmet Barutçu o günleri şöyle anlatıyor: “Alman-Sovyet harbi memlekette bir bayram havası vücuda getirmiştir. Herkes birbirini tebrik ediyor. Beş yüz senelik tarihi bir intikamın sevki ve sevinci ile kalpler derhal Alman zaferi için çarpmaya başladı. Öğleden sonra Meclis koridorunda Dışişleri Bakanı Saraçoğluna: -Siyasi gazanız bir kere daha mübarek olsun, dedim. Saraçoğlu: -Hepimizin! cevabını verdi. Mebuslar birbirlerine:-Bayramınız mübarek olsun diyorlardı.” (Siyasi Hatıralar, c. 1, Milli Mücadeleden Demokrasiye, Ankara, 2001, s. 494.)
Sovyetlerle ilişkileri normalleştirmek için Almanya ile ilişkileri, Ağustos 1944’te ve Ocak 1945’te iki kez kesen Türkiye, nihayet 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Ancak bunlar Sovyetler Birliği’ni tatmin etmemiş olmalı ki, Mart’ta Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e 1929 ve 1935’te iki kez yenilenen 1925 tarihli Tarafsızlık ve Dostluk Anlaşması’nı yenilemeyeceklerini bildirdi. Haziran ayında ise Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne geri verilmesini ve 1936 tarihli Montreaux Anlaşması’nın tadilini içeren bir teklif yaptı. Bu talepler üzerine Türkiye’deki resmi çevrelerin Pan Türkist hareketlere tavrı değişti. Bu değişikliklerin en önemli sonucu da Sabahattin Ali-Nihal Atsız Davası ile Turancılar Davası oldu.
Turancılar Davası
Sovyet orduları, 1942 Kasımı’nda Hitler’in ordularını Stalingrad önlerinde durdurunca, yönetici elitler yeniden pozisyon belirlediler ve Pan Türkist kadrolara baskıyı arttırdılar. Nihal Atsız, Orhun Gazetesi’nin 1 Mart ve 16 Nisan 1944 tarihli sayılarında “Türkçü” Başbakan Sükrü Saraçoğlu’na, Türkçü bakanı göreve davet eden iki açık mektup yazmıştı. Bunlardan ikincisinde Ankara Devlet Konservatuvarı hocalarından Sabahattin Ali, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi folklor hocası Pertev Naili Borotav ve İstanbul Üniversitesi Pedagoji Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Sadrettin Celal Antel’i vatan haini komünistler olarak ilan ettikten sonra Maarif Bakanlığı’nı da olan bitene göz yummakla suçlayınca hükümetin tepkisi sert oldu. Atsız Robert Kolej’deki görevinden atıldı, Orhun Gazetesi kapatıldı. Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız’a açtığı hakaret davası 9 Mayıs 1944’te sonuçlandı ve Atsız Sabahattin Ali’ye hakaretten suçlu bulunarak dört ay hapis ve 66 lira para cezasına çarptırıldı.
Nihal Atsız’ın cezaevine konulmak üzere tutuklanmasının ardından Reha Oğuz Türkkan ve 45 ırkçı-Turancı daha tutuklandı. 7 Eylül 1944’te 23 kişi hakkında “hükümeti devirmek için GÜREM adlı gizli bir örgüt kurmak” suçlamasıyla dava açıldı. İddialara göre sanıklar tutuklulukları sırasında “tabutluk”lara konmuş, aç susuz bırakılmış, dövülmüş, sövülmüşlerdi. (Hikmet Tanyu, Türkçülük Davası ve Türkiye’de İşkenceler, 1950, s. 7-9) Hakkındaki suçlamaları duyunca “Bunlar, yıllarca, Atatürk tarafından bizzat tayin ve tavzif edilen Mahmut Esat Bozkurt tarafından devletin üniversitelerinde, İnkılap Tarihi kürsüsünden söylenmiştir. On binlerce genç ve içlerinde de ben, bu sözleri duyduk. Bu telkinler altında kaldık. Atatürkçülüğün, Kemalizmin bu olduğuna inandık. İmtihanlarda ancak bu surette cevap vererek sınıf geçebildik. Bu dersler, bilahare devlet tarafından yayınlanmıştır. Aynı sözler, aynı profesör tarafından, Siyasal Bilgiler Okulunda; Teşkilat-ı Esasiye kürsüsünden de söylenmiştir. Anayasamızın manası bize böyle anlatılmıştı” diye şaşkınlığını anlatan Türkkan ve 10 arkadaşı 66 oturumdan sonra 29 Mart 1945’te 11 ay ila 10 yıl arasında değişen ağır hapis cezalarına ve 13 ay 15 günden 4 yıla kadar sürgün cezalarına çarptırıldılar. Zeki Velidi Togan “hükümeti devirmek”ten suçlu bulunan tek kişiydi. Reha Oğuz Türkkan, gizli örgüt kurmaktan, Nihal Atsız, 3 Mayıs mitinginden dolayı suçlu bulunmuştu. İleriki yıllarda hareketin önderliğini alacak olan Alparslan Türkeş ise davada 9 ay 10 gün hapis cezası almıştı.
Savaşı kazanan Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin arasının bozulması üzerine, Pan Türkistler’e karşı tutum bir kez daha yön değiştirdi. Davanın temyizi üzerine, 25 Ekim 1945’te Turancılar Davası sanıklarının yeniden yargılanmasına karar verildi. 26 Ağustos 1946’da başlayan ikinci yargılama ilk davanın tersine basında pek yer bulmadı. 31 Mart 1946’da mahkeme, sanıklar aleyhine yapılan suçlamaların kanıtlanamadığını, sanıkların tek yaptığının komünizm gibi gayri-milli bir ideolojiye yönelik “milli bir tavır“ olduğunu söyleyerek tutuklu sanıkların beraatlerini istedi. Tutukluların hepsi serbest bırakıldı ve Turancılar Davası kapandı.
Davadan sonra ABD’ye giden ve orada psikoloji tahsil eden Reha Oğuz Türkkan 1974’te ülkeye döndükten sonra şöyle demişti: “Bu Kürt, şu Arnavut diye ayırıcılık yaparsak, Türk toplumu içinde erimeğe yüz tutmuş unsurların ayrılık hislerini kamçılamış olacağız, bir gün gelecek Türk’ün dış düşmanları bu hisleri daha da kışkırtıp ülkemizi karıştırmaya kalkışacaklar. Hem sonra, ırk ayrımı akıl ve hukuk sahasında kalmayabilir, kin de doğurur ve iş his tarafına kayınca, insanlık dışı haksızlıklara yol açabilir... Bir de hissi sebepten bu uygulama düşüncemi terk ettim: Tutuklama günlerimde, aramızda bulunan biri Abaza, diğeri de Arnavut ve Kürt karışımı olan iki genç, öyle cesur ve mertçe davrandılar, Türkçü hatta Türk ırkçısı fikirlerine ne kadar candan sarıldıklarını öylesine ispat ettiler ki, içimde hem sevgi hem de utanma hissi uyandı. Buna benzer kim bilir ne kadar “gayrı Türk” dediğimiz vatandaşımız vardı. Bunları itmeğe, sen bizden değilsin demeğe gönlümüz nasıl razı olabilirdi?”
(Tabutluktan Gurbete, İstanbul, 1975 s. 403-4)
Doğru söze ne denir?
Ayşe Hür