Siyasi ve mali silah olarak idam ve müsadere
01 Kasım 2015 21:40 / 5027 kez okundu!
'Çekip almak' anlamına gelen 'müsadere tarih boyunca olduğu gibi bazen ahlaki gerekçelerle, bazen siyasi gerekçelerle, bazen mali gerekçelerle bazen bunların kombinasyonu halinde, devletin sıkça başvurduğu bir yöntem olarak tüm Osmanlı dönemine damgasını vurmuştur
Koza İpek Grubu’na ‘kayyum’ atanması ve ardından yaşananlar İslam devletlerinde (Dört Halife, Emeviler, Abbasiler, Eyyübiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde) neredeyse rutin olan ‘müsadere’ uygulamalarına ne kadar benziyor…
‘Müsadere’, ’ısrarla istemek’ manasına gelen ‘sudür’ kökünden türemiş olup ‘çekip almak’ anlamına gelir. İslam tarihinin başlarında yolsuzluk, zimmet, rüşvet, devlete karşı suç işleme, casusluk, emirlere itaat etmeme vb. gibi gerekçelerle cezalandırılan devlet erkânının geride bıraktığı mallara ceza veya tedbir olarak devlet veya hükümet adına el konmasına ‘müsadere’ denirdi.
TAZİR CEZALARI
İslam devletlerinde ‘müsadere’ ‘tazir cezası’ hükmünde kabul edilirdi. Tazir cezaları, İslam hukukuna göre sınırları Kuran ve Sünnet tarafından belirlenmemiş cezalardı. Bu yüzden cezaya esas teşkil eden suçun ne olduğu ve cezanın nasıl uygulanacağı merkezi otoritenin veya onun atadığı hakimin kararıyla belirleniyordu.
Doktrin böyleydi ancak uygulamada müsadereye tabi tutulacak kişinin yargılaması bile yapılmadan, müsadere kararıyla eş zamanlı olarak idam cezası veya sürgün cezasının ilan edildiği, dolayısıyla suçlamaya maruz kalan kişinin kendisini savunmasına imkan bile olmadığı yüzlerce örnek vardır. Müsadere durumunda ölenin mirasçıları hiçbir hak talep edemez, bazı istisnai durumlar haricinde kişinin ailesine hiçbir bedel ödenmezdi. Müsadereden kaçmak için en çok başvurulan yöntem vakıf kurmaktı. Çünkü İslam hukukuna göre vakıf malları Allah’a ya da cemaate devredildiği için müsadere edilemezdi. (Vakıflarla ilgili yazım için üstüne tıklayın: “Sosyal devlet mi, sadaka kültürü mü?”)
İslam kaynaklarına göre ilk müsadere uygulaması II. Halife Ömer döneminde (bazılarına göre Peygamber döneminde) yapılmıştı. Peygamber ve Ömer, haksız kazanç sağlayan yöneticilerin mallarına el koyarlardı. Yani ilk müsaderelerde ahlaki kaygılar öndeydi. Yine İslam kaynaklarına göre Emeviler bu yöntemi muhaliflerini tasfiye etmek için kullandılar. Abbasiler de selefleri Emevileri cezalandırmak için…Yani giderek müsadere siyasal mücadele aracı oldu.
FETRET DÖNEMİ VE MUSA ÇELEBİ’NİN MÜSADERELERİ
Osmanlı döneminde herhangi bir sebeple hükümdarın gazabına uğrayan yüksek dereceli askeri ve sivil devlet görevlilerinin (‘padişahın kullarının’) hapis ve idamı ve mallarının beytülmal (kamu/devlet) namına zapt ve müsaderesi, sıklıkla karşılaşılan bir durumdu. Reaya (halk) ve ulema (alimler sınıfı) ‘padişahın kulu’ statüsünde olmadığından müsadereye tabi değildi. Yine de tarih içinde ilmiye sınıfından kişilerin bile müsadereden kurtulamadığına dair örnekler var. Zaten müsadere edilecek değerli malı olmadığından reaya müsaderesine dair tarihe geçmiş bir kayıt ise yok.
“İlk müsadereler Fetret Dönemi’nde (1402-1413) Edirne’de hüküm süren Musa Çelebi tarafından yapılmıştır” diyen kaynaklar olduğu gibi, diğer taht iddiacılarına karşı Musa Çelebi’ye destek vermek için isyan eden Şeyh Bedreddin’in mallarının bile idamından sonra müsadere edilmediğini ileri süren kaynaklar da var.
M. Zeki Pakalın’a göre ise Osmanlı tarihinde ilk kayıtlı-kuyutlu müsadere, Konstantinopolis’in fethinden bir gün sonra yapılmıştır. Malları ilk müsadere edilen kişi ise II. Mehmed’in ‘Fatih’ unvanı almasında önemli rolü olan Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa’dır.
FATİH VE ÇANDARLI HALİL PAŞA’NIN KATLİ
Babası II. Murad’dan kendisine miras kalan Çandarlı’nın neden II. Mehmed’in gözünden düştüğünün ve Konstantinopolis’in fethedilmesinin hemen ardından tasfiyesinin hikayesi uzundur. Bu yüzden anlatmaya girişmeyeceğim. Sadece şunu söylemekle yetineceğim: İsmail Hakkı Uzunaçarşılı gibi Çandarlı’nın taht devir teslimleri sırasında II.Murad’la II. Mehmed’in arasını bozduğunu bu yüzden II. Mehmed’in garezini çektiğini söyleyenler olduğu gibi, Erdoğan Aydın gibi Türkmen asıllı Çandarlı’nın temsil ettiği yerli unsurlarla Zağanos Paşa’nın temsil ettiği devşirme unsurlar arasındaki iktidar mücadelesinde II. Mehmed’in Zağanos Paşa’dan yana tavır almasının kurbanı olduğunu ileri sürenler var.
Arka planda böylesine büyük bir hikaye var ama Çandarlı’ya atfedilen suç Bizanslılarla işbirliği yaparak Osmanlı’ya ihanet etmekti. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın anlatımına göre II. Mehmed fetihten sonra sağ olarak ele geçirilen Bizans donanmasının amirali (megas doux) Notaras’a “niye bu kadara direnip de bunca felakete sebep oldunuz?” diye sorduğunda güya Notaras “… Bundan başka senin adamlarından bazıları sözle ve mektupla imparatora haber gönderip ‘korkma padişah size tahakküm etmeyecektir’ diyorlardı” cevabını vermişti. İşte bu ifade Çandarlının ihanetine kanıt sayılmıştı.
II. Mehmed derhal Çandarlı’nın yakalanıp hapsedilmesini emremiş, Halil Paşa elleri ve ayakları bağlı şekilde Edirne’ye gönderilmişti. Tacit’ül-Tarih’e göre “enva-ı işkence ve azap ile öldürülmüştü.” Bunlarla eş zamanlı olarak da Halil Paşa’nın “120 bin dukalık hazinesi ve mal ve mülk nesi varsa” müsadere edilmişti. Anlaşılan bu haksız infazın gözden ırak bir köşede yapılması uygun görülmüştü. Çandarlı’nın yerini alan Zağanos Paşa’nın da saltanatı uzun sürmeyecek, 1456 yılındaki Sırbistan Seferi sırasında Belgrad’ın alınamamasının faturası Zağanos Paşa’ya kesilecekti. Yine de Zağanos Paşa şanslıydı, malları müsadere edilmediği gibi Balıkesir’e sürgünle yetinilmişti.
(Fausto Zonaro’nun “Konstantinopolis’in fethi sırasında gemilerin karadan indirilmesi” tablosu)
Fatih sonrası dönemde müsadere, ulema dışındaki devlet görevlilerinden kayda değer zenginliğe sahip kişilere uzanan geniş bir yelpazede, kişilerin suçlu olup olmadığına bakılmaksızın uygulanan bir yöntem halini almıştı. Öncelikle Osmanlı yönetim anlayışına göre zaten devlet için çalışanların sahip olduğu herşey şahsa değil makama aitti. Bundan dolayı devlet için çalışan bir kişinin devlet için ne kadar çalışırsa çalışsın vefatı halinde sahip olduğu bütün serveti asıl sahibine yani devlet hazinesine aktarılması gayet meşru bir uygulamaydı. Böylece devletten bağımsız bir zenginler sınıfının ve bunlara bağlı güç odaklarının ortaya çıkması engelleniyordu. Zenginlik ve güç babadan oğula geçemediği için de tek ümit devlete kapılanmak oluyordu. Devlete kapılanma sırasında elde edilen zenginliğin o görevle sınırlı olduğunu da herkes peşinen kabul etmiş oluyordu.
KANUNİ VE DEFTERDAR İSKENDER PAŞA’NIN KATLİ
Müsaderenin sistematik hale geldiği Kanuni Dönemi’nin ünlü vak’alarından biri Defterdar İskender Çelebi’nin infazı ve servetinin müsaderesiydi. İskender Çelebi’ye atfedilen suç, Irakeyn Seferi sırasındaki bazı başarısızlıklar ve yolda gerçekleşen bir soygundu. İddialara göre soygunu İskender Çelebi düzenlemişti. Suçlama büyüktü ama daha sonraki dönemlerin Osmanlı tarihçileri, İskender Çelebi’nin katlinin haksız yere olduğunda birleşirler. Onlara göre katlin nedeni, Paşanın gücünün ve servetinin aşırı derecede büyümesi idi. Bu yüzden dönemin bir başka güçlü ve zengin adamı Vezir-i Azam ‘Makbul’ (Pargalı) İbrahim Paşa’nın komplosuna kurban gitmişti. İskender Paşa iktidar savaşında, adet olduğu üzere sadece mallarını değil kafasını da kaybetmişti. Azledildikten dört ay sonra 1535 yılında Bağdat’ta Atpazarı’nda asılmıştı.
Solakzade Tarihi’ne göre İskender Çelebi’nin muhallefatında (müsadere edilecek malların listesine ‘muhallefat’ denirdi) 100’den fazla içoğlanı bulunmuş, bunlardan 10’u seçilip Kanuni Sultan Süleyman’ın haremine gönderilmişti. Kanuni ise içoğlanların eğitimini ve edepli tutumlarını çok beğenerek geride kalanların hepsinin saraya alınmalarını emretmişti. İskender Çelebi’den yadigâr kalan bu ‘kullar’ arasından Kanuni’nin damadı Vezir-i Azam Rüstem Paşa’nın damadı olacak Vezir-i Azam Ahmed Paşa, Kanuni Dönemi’nde 14 yıl Kaptan-ı Deryalık yapacak olan Piyale Paşa, Anadolu Beylerbeyi olacak olan Behram Paşa gibi önemli şahsiyetler çıkacaktı.
PARGALI İBRAHİM PAŞA’NIN MAKBUL İKEN MAKTUL OLMASI
‘Makbul’ İbrahim Paşa’nın sonunu getiren olaylardan biri olacaktı İskender Paşa’nın öldürülmesi. İbrahim Paşa, Fransızlara verilecek olan kapitülasyonlarla ilgili çalışmalarını yürütürken, 14-15 Mart 1536 gecesi iftar için saraya davet edilmiş, iftardan sonra dört dilsiz cellat tarafından boğdurulmuştu. Ölümünden sonra unvanı ‘Makbul’dan ‘Maktül’e dönecek, malları haraç mezat satılarak hazineye irad kaydedilecekti.
II. Selim Dönemi’nde (1566-1574) Rusya ve Avusturya ile yapılan savaşlar müsadere gelirleriyle finanse edilmişti. Bu tarihten sonra da müsadere sadece siyasi değil mali bir silah olarak kullanılacaktı.
Kanuni’nin ‘çaşnigircibaşısı’ (yemek tadımcısı) olarak başladığı saray kariyerini III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde (yani 1574-1603 arasında) bir kaç kez sadrazam olarak tamamlayan Koca Sinan Paşa’nın mallarının müsaderesiyle hazineye hatırı sayılır bir meblağ girdiğini yazar Osmanlı tarihçileri. Müsadereye tabi tutulan malların ‘muhallefat’ defterine hangi ayrıntıda kaydedildiğine dair fikir edinmeniz için Koca Sinan’ın muhallefatından bir kaç başlık vereyim: “600 bin duka altın, 2.900.000 akça, 20 sandık zeberced, 15 inci tesbih, 30 rota elması, 20 miskal altın tozu, 20 ibrik, 1 satranç takımı, elmas ile süslenmiş meşinden 7 sofra örtüsü, 16 siperlik, 16 eğer, 34 üzengi, güzel taşlarla süslenmiş 32 kalkan, 140 miğfer, 120 kemer, kıymetli taşlarla süslü 16 bilezik, sahanlar, 600 samur kürk, 600 vaşak kürk, 30 siyah tilki kürkü, sırmalı ve ipekli 1075 parça kumaş, 900 diğer kürk, 61 ölçek inci, 2 elmas gerdanlık, murassa 2 örtü….”
CİNCİ HOCA VE CİNCİ PARASI
Devlet bütçesinin kaybedilen savaşlar yüzünden daha büyük açıklar verdiği 17. yüzyılda birçok sadrazam, yeniçeri ağası katledilip malları müsadere edildi elbette. Hepsi de sadrazam olan Nasuh Paşa, Hüsrev Paşa, Receb Paşa, Derviş Mehmed Paşa, Silahdar Mustafa Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa bunlardan bazılarıdır. (Osmanlı döneminin sonuna kadar 44 sadrazam idam edilecek ve malları müsadere edilecektir.)
’Deli’ unvanlı padişah I. İbrahim Dönemi’nin ünlü isimlerinden olan Cinci Hoca lakaplı Karabaşzade Hüseyin Efendi’nin, padişahın tahttan indirilmesini takiben (1648) katli ve mallarının müsaderesi hazineyi epeyce rahatlatmış, Cinci Hoca’nın toplam 2.700 kese kadar olduğu rivayet edilen altınları senelerce tedavülde kalmış, halk arasında ‘Cinci Parası’ diye anılmıştı. Cinci Hoca’nın hamisi Kösem Sultan’ın mallarının da (ki Deli İbrahim’in annesiydi) müsadere edildiğini not edelim.
(“Pargalı İbrahim Paşa”, Hans Sebald Beham, 1530)
Bu tarihe kadarki uygulamalar yine de iyiydi çünkü en azından bir kişinin mallarına el konması için bir kamunun da kabul edebileceği bir suç isnad edilmesi (yolsuzluk, isyan, casusluk vs. gibi) veya kişinin eceliyle ölmesi bekleniyordu. Ancak 18. yüzyıldan itibaren buna bile ihtiyaç duyulmadı. Malına göz konulan kişinin uydurma gerekçelerle veya hiçbir gerekçe gösterilmeden öldürülmesi yoluna bile gidildi. Özellikle taşrada, yerel yöneticiler kendilerine rakip gördükleri kişileri veya mallarına tamah ettikleri kişileri öldürmekten çekinmediler. Bazı durumlarda merkezden görevlilerin gelmesi beklenmeden (usule göre kişi İstanbul’da ölmüşse hemen, taşrada ölmüşse haber İstanbul’a gelir gelmez sultanın fermanıyla ölen kişinin yaşadığı mahaldeki valiye, kadıya, sancakbeyine veya yetkili kişilere sürecin başlatılması için emir gönderilmesinin beklenmesi gerekirdi) malların talanı yapılmış olurdu. Örneğin Pazarcık’ta yaşayan Hacı Ahmed Ağa’nın vefatının ardından daha defni bile gerçekleşmeden, o kazada yaşayan memurlar tarafından mallarının sayımına başlanmış ve mallara el konulmuştu.
(Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın 1683’te idamını gösteren bir gravür)
II. MAHMUD VE ALEMDAR MUSTAFA PAŞA
19. yüzyılda ‘müsadere’, özellikle ‘ayan’ denilen yerel yöneticilerin gücünü kırmak için kullanıldı. Ayanlık sisteminin tarihçesini anlatmaya yerimiz yok. Ama ‘ayan’ deyince aklımıza merkezi devletin zayıflamasıyla ve dirlik düzeninin bozulmasıyla eş zamanlı olarak, taşrada ortaya çıkan yerel beyler gelmeli. Bu yerel beyler başlangıçta devlet adına vergi ve asker toplama işini yürütürlerken, zamanla paranın ve silahın gücüyle palazlanmışlar, bazı durumlarda merkeze kafa tutacak güç odakları haline gelmişlerdi. II. Mahmud’un iktidara gelir gelmez (1808) yaptığı ilk işlerden biri ayanları zapt-u rapt altına almak için onlarla bir anlaşma imzalamaktı. Tarihe Sened-i İttifak olarak geçen bu anlaşma hiçbir zaman uygulanmadı ama II. Mahmud’un ayanların gücünü kırmak için müsadere yöntemini rahatlıkla kullanmasına zemin hazırladı. Elbette ayanlar ordusuyla teşkilatıyla, avanesiyle birer küçük padişah oldukları için onları sudan gerekçelerle, kurmaca mahkemelerle yargılamak kolay değildi, dolayısıyla ölümlerini beklemek icap ediyordu. Ama ölümden sonra ayanların ve onların kanadı altındaki zenginlerin malları haraç mezat satılarak geliri hazineye irad kaydediliyordu. Taşrada devlet adına bu ölümleri takiple görevli memurlar, muhbirler istihdam ediliyor, ölüm haberini ilk getirene ‘ihbariye ücreti’ veriliyordu.
Malları heyecanlı satışlara neden olmuş ayanların başında Alemdar Mustafa Paşa gelir. Okuması yazması olmayan, 40. Yeniçeri Bölüğü mensubu olarak başlayan kulluk kariyerini sırasıyla Rusçuk Ayanı, Silistre Valisi ve Tuna Seraskeri ve nihayet III. Selim ve II. Mahmud’un Sadrazamı olarak tamamlayan Alemdar Mustafa Paşa, Sened-i İttifak’ın da mimarlarındandı. Alemdâr Mustafa Paşa’nın tarihe Alemdar Vak’ası olarak geçen bir Yeniçeri isyanı sırasında ölmesini (16 Kasım 1808) fırsat bilen II. Mahmud, ayanların nüfusunu kırmak amacıyla, bir çoğunu idam ettirip (Alemdâr Mustafa Paşa’nınkiler de dahil olmak üzere) mallarını müsadere ettirmişti.
ERMENİ DÜZYAN AİLESİ’NİN BAŞINA GELENLER
Bugün bazı yazarlar, Osmanlı döneminde gayrimüslimlerin müsadereye tabi tutulmadığını (övünerek) söylerlerse de II. Mahmud Dönemi’nde Ermeni Düzyan (Osmanlı kaynaklarındaki adlarıyla Düzoğulları) Ailesi’nin dört ferdi 1819’da idam edildikten sonra malları müsadereye tabi tutulmuştu. Barındırdığı unsurlar açısından vak’a analizine imkan sağladığından biraz ayrıntılı olarak ele almak istiyorum bu müsadereyi.
Ermeni kaynaklarına göre aile İran’dan İstanbul’a 1600 yılında gelmişti. Ailenin bilinen ilk üyesi Divriğili Artin 1600 yılında İstanbul’da bir kuyumcu dükkânı açmış, babadan oğula geçen bu meslek sayesinde, ailenin üyeleri önce saray kuyumcubaşılığına ve daha sonra darphane sarraflığı ve ifrazcıbaşılığına gelmişti. İfraz mukataası, Osmanlı Devleti tarafından Darphane’de kullanılmak üzere piyasadan kıymetli maden toplama işi için oluşturulmuştu. Önceleri devlet eliyle yürütülen maden toplama işi 17. yüzyılın sonlarından itibaren daha düzenli bir şekilde yapılabilmesi için mukataa olarak teşkilatlandırılıp özel teşebbüse verilmiş ve mukataayı alan kişi ‘Darphane İfrazcıbaşısı’ olarak anılmıştı. Aileye ‘Düz’ adının verilmesi III. Ahmed döneminde olmuştu. (Adın etimolojisi konusundaki hikayelere girmiyorum.) Ermeni kaynaklarına göre Düzyanlar, Osmanlı kaynaklarına göre Düzoğullar, 1758 yılında, o tarihe kadar Yahudilerin elinde olan ifraz mukataasına sahip olmuşlar böylece Darphâne-i Âmire İfrazcıbaşılığı babadan oğula geçerek yüz yıldan fazla bir süre Düzyanların elinde kalmıştı.
KABAKÇI MUSTAFA İSYANI VE DÜZYANLAR
Bu süreçte büyük bir güç, prestij ve servet biriktiren Düzyanlar ilk tehlikeyi 1807 yılında çıkan Kabakçı Mustafa İsyanı’nı sırasında yaşamıştı. Yeniçeriler, halkın gözünü korkutmak amacıyla gayrimüslim cemaaatlerinin ileri gelenlerini idam edip mallarını müsadere etmeyi planladıklarında, seçtikleri ilk kişiler Rumlardan Meyhaneci Todoraki, Yahudilerden Şapçı Mois, Ortodoks Ermenilerden Harutyun Amira Noraduknkyan ve Katolik Ermenilerden Ohannes Çelebi Düzyan olmuştu. Ancak ifraz ve ipek mukaatasını işleten Kazaz Artin Bezciyan, bazı Yeniçeri ağalarıyla arasının iyi olmasından faydalanarak bu idamları engellemeyi başarmıştı.
Kabakçı Mustafa İsyanı’yla başa geçen IV. Mustafa döneminde de, ondan sonra başa geçen II. Mahmud dönemlerinde de Ohannes Çelebi Düzyan bu görevine devam etmekle kalmadı Ohannes’in oğullarından Kirkor, Saray Kuyumcubaşısı ve Darphane İfrazcıbaşısı olurken, kardeşi Sarkis Çelebi de aile işlerini yürüttü. İki kardeş II. Mahmud’un en mutemed adamlarından olarak Saray’a teklifsiz (örneğin bir ayrıcalık işareti olan ‘samur kürk giyerek’) girip çıkabilmekteydiler. İlişkiler öyle iyiydi ki, Düzyanların Yeniköy’de yaptırdıkları bir yalının inşaat masraflarının bir bölümü II. Mahmud tarafından ihsan edilmişti.
(Kabakçı Mustafa İsyanı’nın nedenlerinden biri olan Nizam-ı Cedid Ordusu’na dair bir gravür)
DÜZYANLARIN DÖNEN TALİHİ
Ne olmuştu da böylesine itibarlı bir aile birden kendisini okkanın altında bulmuştu? Şanizade Tarihi’ne göre Sarkis ve Kirkor Çelebi’lerin debdebeli yaşama düşkünlükleri biliniyordu. Ancak Darphane Nazırı olan Abdurrahman Fevzi Efendi’nin de gösterişe düşkünlüğü ve işinde yeterince mahir olmadığı herkes tarafından gayet iyi biliniyordu. Bu kadro darphane hesaplarını ya yeteri kadar titiz tutamadığı için ya da gerçekten kötü ve yersiz harcamalar yaptıkları için hesaplarda büyük açıklar ortaya çıkmıştı. Bu durum, halk arasında ‘Devlet Kahyası’ diye tanınan II. Mahmud’un başdanışmanı Halet Efendi’nin uzun süredir kafasındaki planı yürürlüğe sokmasına vesile oldu.
Darphane Nazırı Abdurrahman Fevzi Efendi ile arasının iyi olmadığı bilinen Halet Efendi, açığın en yüksek noktaya ulaştığı an duruma el koydu. Önce Abdurrahman Efendi’yi Darphane Nazırlığı’ndan azlettirip Dahiliye Nazırlığı’na tayin ettirdi. Yerine getirdiği yakın adamı Hayrullah Efendi darphane hesaplarını gözden geçirdi ve bütçede açık tespit etti. İddialara göre 20 bin keseden fazla (bazı kaynaklara göre yaklaşık 10 milyon, bazılarına göre 20 milyon kuruşluk) akçeyi zimmetlerine geçirmekle suçlanan Sarkis ve Kirkor Çelebiler önce Darphane’ye hapsedildiler, ardından Düzyan Ailesi’nin tüm fertlerinden, Darphane’ye olan borçlarının ödenmesi için borç senedi imzalamaları istendi. Damat Oseb Aznavuroğlu hariç ailenin tüm fertleri borç senedini imzaladığı halde, damadın tavrı bahane edilerek Kaptan-ı Derya Abdullah Paşa, Tersane Kethüdası, Bostancıbaşı, Topçubaşı, Kaleağası ve beraberindeki Yeniçeriler, Düzyanların ve yakınlarının evlerine baskınlar yapıp bütün mal varlıklarına el koydular. Ailenin akrabaları ve hizmetlerinde çalışanların erkek olanları hapishaneye, kadınlar ve çocuklar ise Kumkapı’daki Ermeni Patriklanesi’ne gönderildiler.
Bundan sonraki bir ay içinde Düzyanların idamı için gerekçe aranmaya başlandı. Çünkü ailenin mal varlığının satışı sonunda elde edilecek gelir Darphane’nin açığını kapatmaya yetiyordu. Dolayısıyla idama gerek yoktu. Sonunda aranan gerekçe bulundu. Düzyanların yalısında yapılan aramalarda o tarihlerde devlet nezdinde henüz tanınmamış olan Katolik mezhebine (onun da Mıkhitarist koluna) ait ayin malzemeleri ve bir şapel bulunmuştu. İddialara göre Düzyanların idamına bir türlü gönlü razı olmayan II. Mahmud, şapel meselesiyle ikna olmuştu.
(Düzyan Ailesi’nin bazı üyeleri)
DÜZYANLARIN İDAMI
Sıra idamları yerine getirmeye geldi. 16 Ekim 1819 tarihinde Sarkis Çelebi ağabeyi Kirkor Çelebi Bab-ı Hümayun önünde idam edildiler. Aynı gün diğer kardeşleri Mikail ve amcalarının oğlu Mıgırdiç Kuruçeşme’deki yalılarında Yeniçeriler tarafından pencereye asılarak idam edildi. Yerleşik teamüle göre denize atılması gereken cesetler II. Mahmud’un Başveziri Burdurlu Derviş Mehmed Paşa’nın sarrafı Matheos Amira Allahverdi Efendi tarafından 2.500 altına satın alınarak Kurçeşme’deki aile kabristanlığına defnedildi. Ağabeyleri idam edildiğinde Mora’da bulunan ailenin diğer oğlu Agop Çelebi daha sonra İstanbul’a getirildi ve diğer iki kardeşi Boğos Bey ve Garabed Çelebi’yle birlikte 26 Şubat 1820 tarihinde Kayseri’ye sürgüne gönderildi. Ailenin diğer üyeleri ise Niğde, Lefkoşa, Midilli, İstanköy, Limni, Rodos’a sürüldü. İlk fasılda kellesini kurtaran Abdurrahman Fevzi Efendi ise 17 gün Dahiliye Nazırlığı yaptıktan sonra konağı ve yalısı mühürlenerek, Dimetoka’ya sürgüne gönderildi ve ardından idam edildi.
DÜZYANLARIN MUHALLEFATI
Düzyanların muhallefatının satışı ve alacaklarının tahsili 1820 yılı içinde bitirildi. Bazı müsaderelerden sonra mal varlığının nakde çevrilmesi işinin 40 yıla kadar yayıldığı bilindiği için bu süre çok hızlıydı. Satış sonrasında oluşan 16,5 milyon kuruşluk hasılat o dönem için çok büyük bir miktardı çünkü örneğin 1814 yılında Hazine-i Âmire’nin toplam geliri 18 milyon kuruş civarındaydı. Dahası 28 yıllık süre zarfında Darphâne-i Âmire’ye aktarılan toplam muhallefat bedeli 11,5 milyon kuruş civarındaydı. Yani Düzyanların serveti hakikaten iktidar mahfillerini ve halk kesimlerini rahatsız edecek kadar büyüktü. Ancak bu servet asırlar içinde ve devletin koruması, izni ve teşviki ile edinilmiş bir servetti. Yani İslam hukukuna göre de örfi hukuka göre de meşru idi.
Bu 16,5 milyon kuruştan önce Darphane’nin alacağı olan 10,1 milyon kuruş kesildi, kalan paradan ailenin borçları ödendi. Ancak kalan para borçları karşılamaya yetmediğinden alacaklılara, her 100 kuruşluk alacakları için 58 kuruşluk ödeme yapıldı. (Bu usule ‘garame’ denirdi.) Merak edenler olabilir, Düzyanların müsaderesi sermayenin ‘İslamlaştırılması’ değildi çünkü 66 parçalık gayrimenkulü satın alan toplam 16 kişiden 7’si sarraf olup bunların biri dışındakiler yine gayrimüslimdi. İşin ilginç yanlarından biri de, güya devletin zararını karşılamak için yapılan satışlar sırasında gayrimenkulleri satın alan kişilerden bazılarının Darphâne-i Âmire’den borç almalarıydı!
Düzyanların katlinde önemli rolü olan Halet Efendi, 1822’de Tepedelenli Ali Paşa’nın katlini ve mallarının müsaderesini de örgütleyen kişiydi. Kaynaklarda Halet Efendi’nin Yahudi Sarrafı Haskil’in de Darphâne-i Âmire’nin ifrazcıbaşılığı makamanı Ermenilerden geri almak için Düzyanlara karşı komployu kışkırttığı belirtilir. Nitekim Düzyan kardeşlerin idamından sonra bu emelini gerçekleştirmek için girişimlerde bulunmuş ancak, 1758 tarihli “Darphane başına Yahudi getirilemez” fetvasının padişaha hatırlatılması üzerine bu girişimi akim kalmıştı. Ancak Düzoğulları’nın Kuruçeşme’deki sahilhanelerinden biri sarraf Haskil’e verilmişti.
DÜZYANLARIN AFFI
Diyeceksiniz ki, Düzyanların suçu sabit olmasa bu kadar ağır cezalar verilir miydi? Haklısınız ama o zaman, sadece dört yıl sonra, 1823 yılında,Şehzade Abdülmecid’in doğumunun şerefine Saray’da yapılan kutlama sırasında, Düzyan Ailesi’nin kızlarının, sürgündeki kardeşlerinin affını dilemesi üzerine II. Mahmud’un bu isteği kabul etmesini, Halet Efendi ve sarrafı Haskil’i idam ettirmesini, o sırada Darphâne-i Âmire İfrazcıbaşısı olan Kazaz Artin’in yanında çalışmaya başlayan Agop Çelebi’nin Kazaz Artin’in vefatından sonra Darphâne-i Âmire İfrazcıbaşılığına atanmasını, Agop Çelebi’nin İstanbul’daki ilk Katolik Ermeni Kilisesi olan Surp Pırgiç Kilisesi’ni kurmasına izin verilmesini, idam edilenlerden Sarkis Çelebi’nin oğlu Mihran Bey’in 1894 yılında vefatına kadar Darphane’de ve yeni kurulan Maliye Nezareti’nde önemli görevlerde bulunmalarını, bununla birlikte saray kuyumcubaşılığını ve sarraflığını da yürütmelerini, Osmanlı Devleti’nde ilk kurulan bankaların (örneğin Osmanlı Bankası’nın) sermayedarları ve idarecileri arasında Düzyanların yer almasını ve daha nice olayı nasıl açıklayabiliriz?
Sonuç olarak Düzyanların başına gelenlerinin pek çok nedeni vardır. Bu nedenler bu yazıda anlattığım pek çok olayın arka planını oluşturan unsurların hemen hepsini barındıran örnek bir olaydır. Bunları özetlersek: 1) Düzyanların çok büyük bir servete kavuşması ve bu zenginliğin hem padişahı hem de Saray’daki pek çok kişiyi rahatsız etmiştir. 2) Darphane İfrazcıbaşılığı’nı ellerinden almaları Yahudi cemaatinin husumetini çekmiştir. 3) Düzyanlar Katolik olmaları yüzünden Ortodoks Ermenilerin düşmanlığını kazanmışlardır. 4) Düzyanların Katolikliğin Mıkhitarist kolundan oluşu, Katolikliğin Latin kolundan olanların canını sıkmıştır. 5) Halet Efendi’nin Abdurrahman Fevzi Efendi ile iktidar mücadelesi Düzyanlar üzerinden yürütülmüştür. 6) Halet Efendi’nin Paris Sefiri olduğu yıllarda Sarkis Çelebi’den bir miktar borç aldığı ancak bu borcu geri ödeyemediği için Düzyanlara karşı mahcubiyeti olduğu da söylenir. 7) Bazı kaynaklara göre Kazaz Artin Efendi’nin Düzyanlara yönelik hisleri de iyi değildir. 8) Düzyanların Darphane’yi kötü yönetmeleri eyleme geçmek için gerekli bahaneyi sağlamıştır.
Sonuç olarak ‘müsadere’ tarih boyunca olduğu gibi bazen ahlaki gerekçelerle, bazen siyasi gerekçelerle, bazen mali gerekçelerle bazen bunların kombinasyonu halinde, devletin sıkça başvurduğu bir yöntem olarak tüm Osmanlı dönemine damgasını vurmuş, Düzyanların idamı ve müsaderesi ise tüm bu gerekçelerin üstüste düştüğü örnek bir olay olarak tarihe geçmiştir.
II. Mahmud, müsaderelerdeki keyfiliğe karşı saraydan ve halktan tepkiler artınca, 1826’da kendiliğinden vefat eden memurların mallarının müsaderesini yasaklayacak 1838’de hakim kararıyla olmayıp, sadece padişah emriyle müsadere yapılmayacağı güvencesini verecekti. Her türlü müsaderenin kesin olarak yürürlükten kaldırılması ise 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile olacaktı.
Yazının esin kaynağı olan Koza İpek Grubu’nun kayyuma verilmesi ve ardından gruba bağlı medya kuruluşlarında yürütülen yüz kızartıcı operasyonlara bakılırsa yeni bir Tanzimat Fermanı’na ihtiyacımız olduğu açık…
Özet Kaynakça:
Sevgi Gül Akyılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Yönetici Sınıf Açısından Müsadere Uygulaması”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, 2008, S.1-2, s. 389-420 ( http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/12_15.pdf ); Cavit Baysun, “Müsadere”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 8, MEB Yayınları, 1993, s. 671-673; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi (18. yüzyıldan Tanzimat’a Mali Tarih), Alan Yayıncılık,1986; Mensure Öztürk, “Rusçuk Âyanı Alemdâr Mustafa Paşa ve Mallarının Müsadere Sürecine Kısa Bir Bakış”, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 7, Nisan 2015, s. 95-129; Cahit Telci, “Osmanlı Devleti`nde 18. Yüzyılda Muhallefat ve Müsadere Süreci”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt:12, Sayı:2, Aralık 2007, 145-166; M. Ali Ünal, “Osmanlı İmparatorluğunda Müsadere”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ağustos 1987, s. 95-111; Fatma Nur Aysan, “II. Mahmud Döneminde Dersaadette Bir Ailenin Muhallefatı: Düzoğulları”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde kabul edilmiş yüksek lisans tezi, 2013; Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, Literatür Yayıncılık, 2013.
Okurdan: Geçen haftaki yazımda ( http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/aktrollerin-alamet-i-farikasi-osmanli-devlet-armasi-1458837/ ) kaynak olarak kullandığım Osmanlı Devlet Arması (Dönence Yayınları, 1997) adlı kitabın yazarı Kemal Özdemir, ortada bu kadar arma meraklısı var gibi göründüğü halde kitabın (ki konuyu bilimsel yönüyle ele alan pek çok makaleyi barındırıyor kitap) raflarda kaldığını, MÜSİAD üyesi işadamlarına bir mektupla kitabı indirimli alabileceklerini belirttikleri halde tek bir işadamının bile geri dönmediğini belirten bir mail attı. Bu bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.
Ayşe HÜR
Radikal, 01.11.2015