Sözlü tarihte 1915 gerçeği
27 Nisan 2010 21:32 / 3436 kez okundu!
“Bazen Muş aklıma geliyor... Vatanımızdaki evimizi, yakınlarımızı, yüksek kavak ağaçlarıyla çevrili büyük avlumuzu, avlunun kavaklarının üstüne her ilkbaharda gelip yuva kuran leylekleri hatırladığımda delireceğimi düşünüyorum...
Avludaki su kuyusunu, samanlığı, tandır evini, avlunun devamını oluşturan serin ormanı ve yaylaları... Ormandaki fındık ağacını, cevizleri, pekmezli yabani petek balını, süzme yoğurdu. Yeniyıl sofralarının süsü olan iğdeyi, kuruyemiş ve kuru üzümü, anamın adil eliyle yoğrulmuş ve pişirilmiş sütlü hamursuz ekmeği hatırlıyorum. Paskalya’da ya da benim doğum günümde annemin hamursuz ekmeğin içine sakladığı şans düğmesini... Teker teker, isimleriyle gömülmemiş ölülerimizi, mezarsız kalmış yakınlarımızı, kaybolan ağabeylerimi, onların eşlerini ve çocuklarını acıdan ağlayarak hatırlıyorum. Hayvanlaşan askerlerden kaçan ve kendilerini Murat Irmağı’nın soğuk sularına atan masum kız kardeşlerimden, genç gelinlerden hangi birini hatırlayayım, hangisi için yas tutayım...”
Geçmiş, belleklerde saklı
Bu hüzünlü ifadeler, 1893’te Muş’un Bulanık İlçesi’ne bağlı Hamzaşeyh Köyü’nde doğmuş, ancak 1915’teki Ermeni Tehciri sırasında, evinden, yurdundan sürülmüş Tonayan Abraham Tonakan’a ait. Bilindiği gibi geçmiş, sadece resmî yazışmalarda, raporlarda, bilimsel metinlerde saklı değil. Asıl, olayları yaşayanların belleklerinde kayıtlı. Yeter ki onlara kulak verin. Ailesi 1915’te Sivas’tan tehcir edilmiş etnolog Vergine Svazlian, Abraham Tonakan gibi 120 kadar kişiyle sözlü tarih çalışması yapmış. Muhtemelen çoğu artık yaşamıyor. Ölmeden önce tarihe not düşmüşler. Kimi uzun, kimi kısa konuşmuş. Kimi sakin, kimi öfkeli konuşmuş. Kimi hatırladığını söylemiş, kimi besbelli başka kaynaklarla belleğini tazelemiş. Ama hepsi birbiriyle tutarlı ve tarihsel gerçeklikle çelişmeyen anlatılar. Nesnellikten uzak parçaları bile, Ermeni toplumunun kolektif belleğini oluşturan unsurları anlamamız açısından çok önemli. İstanbul’daki Ermeni toplumunun önde gelen 250 kadar üyesinin evlerinden toplanıp, Ayaş ve Çankırı’ya sürüldüğü gün olan 24 Nisan 1915’in 95. yıldönümünde, bu tanıklıklardan bazı ifadeleri (en yansız, en az kanlı olanları) sizlerle paylaşmak istedim. Gerisini merak edenler http://www.ermeni.org/turkce adresine bakabilirler.
Her yerde sevinç çığlıkları
1886 doğumlu Yeğyazar Karapetyan’la başlayalım: “ Jön Türklerin ve Taşnak Partisi’nin imzaladığı kardeşlik paktına göre Ermeni Kurtuluş Mücadelesi’ne son verilecekti ve Türkiye’de yaşayan bütün milletler güçlerini birleştirip vatanseverlik ruhuyla Osmanlı İmparatorluğu’nu, onun kabul ettiği Anayasa’yı ve onun ilerici kanunlar koyan yeni hükümetini sadık bir şekilde koruyacaklardı. Özel bir genelgeyle fedailer Muş’a davet edildiler. Ruben öncülüğündeki gerilla grubu silahsız olarak ortaya çıktı. Her yerde sevinç çığlıkları duyuluyordu. Hürriyet yasasıyla Ermenilere karşı onur kırıcı davranışlarda bulunmaya, dayağa, küfürlere, yağmaya, hırsızlığa ve küçümsemeye son veriliyordu. Benzer davranışlarda bulunanlar en sert cezalara, hatta ölüm cezasına çarptırılıyorlardı. Her iki halka da tam güvence veriliyordu: Ermenilere serbestçe oy verme, kendi temsilcilerini seçme ve önerme hakkı veriliyordu. Bu Batı Ermenilerinin yaşamında bir yeniden doğuş idi.”
Peki, bu mutluluk rüyası ne zamana kadar sürmüştü? Cevabı, 31 Mart Vak’ası (1909) ile eş zamanlı olarak Adana’da patlak veren kanlı olayların tanığı 1904 doğumlu Mikayel Keşişyan’dan alalım: “Adana katliamı sırasında ben beş yaşındaydım. O dehşetli geceye Türkçe ‘Camuz dellendi’ adı verildi; zira gerçekten de Sultan çıldırmıştı. Onun emriyle insanları boğazladılar. 30.000’e yakın Ermeniyi katlettiler. Evleri yakıp yıktılar, küle çevirdiler. Herkesi toplayıp Adana Irmağı’na götürdüler. Sultan Hamit’e haber gönderdiler, ‘bütün Ermenileri toplayıp ırmak kenarına getirdik, emir bekliyoruz’ diye. Bir tarafta su, öbür tarafta ateş. Babam beni kucaklamıştı. Olanları omzunun üzerinden seyrettiğimi hatırlıyorum. Annem de bizimleydi, bizi ırmağın kenarına doldurmuşlardı. Sultan’dan emir geldi: Af emri. Bizi de ‘Padişahım çok yaşa!’ diye bağırttılar.”
İlişkilerin kopması
Hükümet, tarihe Adana İğtişaşı (Karışıklıkları) olarak geçen olayların sorumlularını bulup en ağır cezalara çarptırmıştı ama Ermeni toplumu İttihatçılara güvenini kaybetmeye başlamıştı. 1912 seçimlerinde İTC Ermenilere verdiği 19 mebusluk sözünü tutmadı. İTC’nin 1913’teki kongresinde ise Türkçülük ideolojisinin belirginleşmesi ile gerilim iyice arttı. Balkan Savaşları sırasında, asker kaçakları arasındaki Ermenilerin sayısı artmaya başladı, hatta bazı Rus Ermenileri Bulgar cephesinde Osmanlı ordusuna karşı savaştılar. Şubat 1914’te Büyük devletlerin baskısıyla Padişah ‘Ermeni Reformu’ tasarısını imzalamak zorunda kaldı. Aynı yılın yazında, İTC adına Bahaddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan bir heyet Gürcü ve Azeri temsilcilerle birlikte, Taşnak Partisi’nin Erzurum’da yapılan VIII. Kongresi’ne geldiler ve Ruslara karşı destek istediler. Uluslararası ortamı lehlerine gören Taşnak liderleri ayak sürüyünce fatura devletin tüm Ermeni tebaasına kesildi. Ekim 1914’ten itibaren oluşturulan Amele Taburları tehcirin ne kadar kanlı geçeceğine dair ilk ipuçlarıydı.
Değirmendeki insan kafaları
1907 doğumlu Yozgatlı Veronika Berberyan o günleri şöyle anlatıyor: “Cumartesi günü, akşama doğru bütün erkekleri Türk ordusuna göndermek üzere toplamışlar; fakat orada Ermenileri Türklerden ayırmışlar. Dedem, Papaz Hakob Berberyan Ermenilerin silahaltına alınan Türklerden ayrıldığını görünce demiş ki: ‘Niçin Ermenileri ayırıyorsunuz?’ Türk binbaşı şöyle cevap vermiş: ‘Papaz Efendi, Ermeniler yol yapmaya gidecek, Türkler ise Rus cephesine.’ Ertesi gün pazardı. Dedem Kutsal Ayin’i bitirmiş ve daha yeni eve gelmişti. Nefes dahi alamadan kötü haber bize ulaştı. Artin Ağa’nın oğlu değirmenciydi; sabah kalkıp çalışmaya gitmiş, değirmenin yanında bir sürü insan kafatası, ayaklar, eller görmüş. Dili korkudan tutulmuş bir halde, nefes nefese koşarak eve dönmüş ve gördüğünü anlatmış. Artin Ağa oğluyla birlikte gelip dedeme dedi ki: ‘Dün akşam askere götürülenleri gece vakti boğazlamışlar.’ Dedem şöyle cevap verdi: ‘Gidin, Kaymakam’a şikâyet edin.’ Artin Ağa Kaymakam’a şikâyet etmeye gitmiş; ama o gece artık eve gelmemiş.”
İlk sürgünler, 26 Şubat 1915 tarihli bir telgrafla başlamıştı ancak bunlar askerî amaçlı olup İngilizlerin çıkartma yapmasından korkulan Çukurova bölgesindeki (Erzin ve Dörtyol’daki) Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesini kapsıyordu. Bunu seferberlik emrine uymayı reddeden bir grup Ermeni gencin direnişe geçtiği (hikâyesini iki hafta önce anlattığım) Zeytun’dan yapılan sürgünler izledi.
Antranik’in gönüllüleri
Resmî tarihin tehcirin gerekçesi olarak gösterdiği meşhur Van ayaklanmasının arifesinde Ermeni komitacılar, Van-Çatak ve Başkale arasındaki telgraf tellerini kesmişler, ardından Türklere ve Kürtlere (Hamidiyelere) büyük kayıplar verdirmişlerdi. 10 gün sonra, Van’ın genç ve sert Valisi Cevdet Paşa isyancılara barış çağrısı yaptı. Çağrıya uyarak yola çıkan on kişilik heyet, Cevdet Paşa’nın kuvvetleri tarafından yakalanıp öldürüldü.
Gerisini 1905’te Van’ın Kem Köyü’nde doğmuş olan Sirak Mesrop Manaysan’dan dinleyelim: “4 mart günü İşkhan’ı (Ermeni toplum lideri) Hirç Köyü’nde öldürdükleri haberi ulaştı. Bununla da yetinmeyerek onun iki çocuğunu da diri diri kuyuya atmışlar. Biz, bunu duyunca, vatandaşlarla birlikte çok korktuk; Türklerin saldırısına hazırlanmaya başladık. 5 Mart 1915 günü güçlü bir topçu ateşi duyduk. Halk meydanda toplandı ve gitti kiliseye doldu. Türkler zaten önceden seferberlik ilan edip, bütün gençleri götürmüşlerdi. Her gün, Türkler Ermenileri tutup gözlerimizin önünde asıyor ya da boğazlıyorlardı. (...) Bir iki ay orada kaldıktan sonra kaçarak Van’a yaklaşmaya başladık. Van’a yaklaşıp Kağakameç’e gireceğimiz sırada, Türkler bizi durdurup erkek aramaya başladılar. Dürbünle seyreden Van kahramanları başladı ateş etmeye. Türklerden bazıları yere yığıldı, bazıları da kaçtı ve biz kurtulduk. Van’a girdik. (...) Türkler Rus Ordusu’nun Salmast’tan Van’a doğru geldiğini duyarak panik içinde uzaklaşmaya başladılar. Bizimkiler saldırarak, sadece Türkleri imha etmekle kalmayıp, top, mermi, vs. gibi büyük bir ganimet de ele geçirdiler. 6 mayıs <1915> günü Van Kalesi üzerinde Ermenistan bayrağı dalgalandı. Vaspurakanlılar <‘soylu toprakların halkı’> Rus birliklerini ve Antranik Paşa komutasındaki Ermeni gönüllülerini büyük sevgi gösterileriyle karşıladılar.”
Tahsin Bey’in itirafı
Rusların desteği ile Van’ı ele geçiren Ermeni çetecilerin Van ve Bitlis bölgesindeki Müslüman köylere saldırdığı ve katliamlar yaptığı doğruydu ancak, İttihatçılar kararlarını çok önceden almışlardı. 24 nisanda İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden 250 kişilik bir grup Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarılırken, 9 mayısta Van ve Bitlis vilayetlerine çekilen bir şifreli telgraf ile Van civarındaki Ermenilerin tehcir edilmeleri emredildi. 24 mayısta Van’dan tehcir yapılmasına karşı çıkan Erzurum Valisi Tahsin Bey “Van’da ihtilal olmazdı ve olamazdı. Kendimiz zorlaya zorlaya şu içinden çıkamadığımız kargaşalığı meydana getirdik ve Şark’ta orduyu müşkül mevkie soktuk” diyecekti ama İttihatçı paşalar kararlıydılar. 27 Mayıs 1915’te ülkedeki tüm Ermenilerin Suriye’nin Deyr Zor çöllerine doğru tehcirini öngören geçici kararname çıkarıldı.
1893 Muş, Bulanık doğumlu, Tonakan Abraham Tonayan, tehcir haberini nasıl aldıklarını şöyle anlatıyor: “Evimizin yanında iyi bir Türk komşumuz vardı. O, nöbetçi tayin edilmiş Türk askerini bir parça ekmek yemek üzere evine çağırmış, asker bunu reddetmiş. Türk komşumuz ona yiyecek ve şarap götürmüş. Karnı çabucak doyup sarhoş olan asker uykuya dalmış. Türk komşumuz fırsattan yararlanarak, samanlığın ormana bakan arka kapısına yaklaşmış ve bütün Ermenilerin katledilmesi için gizli bir emir olduğunu belirterek annemden köyden uzaklaşmasını rica etmiş.”
“Haydi! Gâvur kesmeye gidelim!”
Ancak, tüm ülkenin can pazarı haline geldiği bir ülkede nereye kaçabilirlerdi ki? 1903 Yozgat doğumlu Arşakuhi Petrosyan kaçınılmaz korkunç yolculuğu şöyle anlatıyor: “Yozgat dağlarında altı gün yürüdük. Su yoktu, ekmek yoktu. Susuzluktan halkın ağzı kuruyordu. Bizi sürekli, koyunlar gibi götürüyorlardı. Bir de baktık ki bir tellal geldi; başladı bağırmaya: ‘Haydi! Gâvur kesmeye gidelim! Balta kürek alalım! Gâvur kesmeye gidelim!’. Orada bir Türk köyü vardı. Türk kadınlar gelip bizim için gözyaşı döktüler; öyle bir ağladılar ki sanki önlerine cenaze konmuştu. O yaralı Ermenileri boğazlamadan evvel onların elbiselerini üzerlerinden çıkardılar ki içlerine dikili altınlar kendilerine kalsın. Tenekeler altınla dolmuştu. Ağlamalar, sızlamalar duyuluyordu. ‘Allah yardım etsin!’, ‘Ey Türk! Allahtan bul’, ‘Alçak Türk!’ Bir de baktık ki yüksek rütbeli zabitler gelip, bizimle tatlılıkla konuşmaya başladılar: ‘Bacılar, anneler, sizden rica ediyoruz; Türk olup olmayacağınıza iyi karar verin. Siz boğazlananları gördünüz. Onlar gibi olmak ister misiniz? Türk olmanız daha iyi değil mi? Yoksa sizi de onlar gibi boğazlayacağız.”
Ölümden kurtulmak için öyle çok kişi Müslüman olacaktı ki, Talat Paşa duruma el koyacak, Ermenilerin inanç nedeniyle değil, sadece memlekette kalmak için din değiştirdikleri söylenerek, din değiştirseler bile sürülmelerini isteyecekti.
Mardavar günü
Bugün resmî tarihçilerin tehcirin devlet planı olduğunu gözardı etmek için suçu Kürtlerin üstüne atmalarına bakın 1886 Sasun doğumlu Yeğyazar Karapetyan ne diyor: “10 haziran gününden itibaren Kürt aşiret reisleri birçok atlıyla beraber sağdan ve soldan Muş’a giriş yapıyor, emirler alıp evlerine geri dönüyorlardı. Kürtleri silahlandırmak için her gece yük arabalarıyla şehir dışına silah ve mermi taşınıyordu. Ermeni katliamını başarıyla tamamlamak için hükümet tarafından özel bir plan yapılmış, köyler taksim edilmiş, saldırı günü ve saati öyle bir incelikle belirlenmişti ki, Muş Ovası’ndaki 105 köyün tamamının imhası, tek bir çocuğun bile canı bağışlanmadan, o gün içinde tamamıyla sonuçlandırılacaktı. (...) 28 nisan günü Vardavar dinî yortusunun pazar günüydü; Ermeni milletinin mutlu bayramı. Fakat ne yazık ki o gün, Muş Ovası’ndaki Ermeniler için mardavar (insan yakma) gününe dönüştü.”
Bir başka Muşlu, 1908 doğumlu Hrant Hovhannes Gasparyan ise madalyonun öteki yüzünü gösteriyor: “Kürt dostumuz geceleri bizi evine götürüyor, bizi yedirip içiriyor, yatacak yer veriyordu. Ermeni olduğumuz anlaşılmasın diye bize Kürt isimleri koydu. Bana Adraman adını verdiler; ablama Gule, anneme Asya, ağabeyime de Haydo adlarını...”
“Çölde yüzüme dövme yaptılar”
1900 doğumlu İzmitli Baruhi Silyan’ın sözleri ise Deyr Zor’a sağ varmayı başaranların acısını hissetmemizi sağlıyor: “12 ay çölde kaldık. Ne ekmek, ne su, ne barınak, ne de başka bir şey vardı. Dokuz kişilik ailemizden sadece ben hayatta kaldım; annemi gözümün önünde öldürdüler; ablamı kaçırdılar; diğer kız kardeşim küçüktü, hastalanıp öldü; ortanca ise kayboldu ve bir daha birbirimizi bulamadık. Gelinimin karnını yırttılar. ‘Gâvurun karnındaki kız mı yoksa oğlan mı?’ dedi askerin biri; bir diğeri ise ‘gâvur erkek doğurmaz, bak da gör’ dedi ve gözümüzün önünde kılıçla gelinimin karnını yırttı. Ben dört başka kızla beraber zar zor ormanlara kaçabildim; orada bir nehir vardı; yüzerek o nehri geçtik. Bir Arap beni evine götürdü ve dedi ki: ‘Kızım, doğrudur, sizin kurallarınızda böyle bir şey yok, ama gel yüzüne dövme yapayım ki seni Ermeni zannetmesinler.’ Ben de ağladım. Ne yatağım var ne de elbisem. Yüzüme dövme yaptılar; kalın örgülerimi kestiler. Orada ev işlerini yapıyordum...”
Cemal Paşa demiş ki...
1904 doğumlu Fındıcaklı Harutyun Alboyacıyan sağ kurtulan Ermeni çocuklarının kaderine ışık tutuyor: “Ana-babamı öldürdükten sonra, beni ve benim gibi ergin olmayan çocukları toplayıp Cemal Paşa’nın Türk öksüzler yurduna götürdüler. Benim soyadım 535’ti; adım ise Şükrü’ydü. Ermeni arkadaşım da Enver adını aldı. Bizi sünnet ettiler. Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye haftalarca konuşmadılar. Eğer çavuşlar bunu duysalardı onları falakaya yatırır, tabanlarına 20-30-50 darbe vurur veya saatlerce güneşe bakmaya zorlarlardı. Bize dua ettiriyorlardı; ‘Padişahım çok yaşa!’ cümlesini üç kere tekrarlamamız gerekiyordu. Bize Türk giysileri giydiriyorlardı: beyaz entari, onun üstüne de siyah cüppe. Bir müdürümüz, birkaç bayan hocamız vardı. Cemal Paşa bize iyi bakılmasını emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir ediyor ve savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun gelecekte kendi halkını yücelteceğine, bizim gelecekte kendisine destek olacağımıza inanıyordu...”
İlerde ünlü bir edebiyatçı olan 1909 Erzincan doğumlu Garnik Stepanyan bugün bazılarımızın kafasına takılan “Ermeniler neden bir türlü geçmişi unutmuyor” sorusuna cevap veriyor sanki: “1915’te ulusumuza ve sülalemize yapılanlar korkunçtu. Sülalemizdeki 100’den fazla kişiden topu topu 15 kişi kurtuldu. Annemin sülalesinden gelen herkes ya katledildi, ya da diri diri toprağa gömüldü. Diyorlar ki, onların üzerindeki toprak hareket ediyordu. Hep düşünüyorum acaba olanları unutabilir miyiz diye, ama bizim unutmaya hakkımız yok, çünkü biz sayıca azız. İntikam çağrısı yapmıyorum, ama unutmamızı da tavsiye edemem. Ermeni ulusu kendi gözleriyle gördüklerini unutamaz.” Onu 1901 Van doğumlu Tovik Tovmas Bağdasaryan tamamlıyor: “Türklere karşı takındığımız tutum şudur ki, biz olanları asla unutmayacağız. Ama Türk halkı ne yapabilirdi ki; zira bizi herkesten evvel üst düzey Türk yöneticiler katletti!”
Bağdasaryan’ın dediği gibi ortada affedilmesi güç bir suç var. Bu suçun adı bana göre soykırım, size göre başka bir şey olabilir. Ama aslolan, birilerini suçlu ilan etmek ya da yargılamak değil, bir insani acının ya da mağduriyetin giderilmesi, dindirilmesidir. Bir acıyı dindirmenin en önemli yolu da geçmişe mağdurların ve kurbanların gözüyle bakmaya, onların bakış açısını kavramaya çalışmak, onlarla birlikte yas tutabilmektir. 24 Nisan bu nedenle bu açıdan çok anlamlı bir gün…
Ek okuma: Vahe Berberian, Baba ve Oğul Adına, (Çeviren: Talin Sucuyan), Aras Yayıncılık, 2008; Agop J. Hacikyan&Jean-Yves Soucy, Güneş O Yaz Hiç Doğmadı, (Çeviren: Zekiye Hasançebi), Pencere Yayınları, 2006
Not: Geçen haftaki “Kürt Meselesi’nde PKK’nin işlevi neydi?” başlıklı yazımda 1978 kuşağından olmama rağmen, Mahir Çayanların öldürüldüğü yerden bahsederken, Niksar-Kızıldere yerine Mardin-Kızıltepe demişim. Çok mahcup oldum. Türk tarafının can kayıplarını ‘şehit’, Kürt tarafının can kayıplarını ‘ölü’ olarak nitelemekten muradım başkaydı ama tırnak işaretleri düştüğünden tam tersi bir durum ortaya çıkmış. Elinde silah tutan PKK’li genç kıza karşılık, bayraklı tabuta sarılmış Türk baba resmi, resmî söylemi tekrarlayan bir seçim olmuş.
Ayşe Hür/Taraf
25.04.2010