Tarih yoktur, tarihçi vardır - Ayşe Hür

22 Aralık 2007 05:19 / 2844 kez okundu!

 

Bir süredir bu sütunlarda birlikte oluyoruz. Ben bu buluşmadan çok mutluyum. Yazılarımın, cümlelerimin uzun ve yoğun olmasından şikayet edenler var. Hak veriyorum, bu benim kusurlarımdan biri. Elimden geldiğince kendimi düzeltmeye çalışacağım. Ama daha bü

Batı dillerinde, “tarih” için kullanılan sözcüklerin kökeni olan EskiYunanca’daki historein fiili "öğrenmeye çalışmak, araştırmak, incelemek, keşfe çıkmak, gezerek tanımak, sormak, soruşturmak, sorarak bilgi edinmek, sözle ya da yazıyla bildiğini aktarmak" gibi onlarca anlama gelirdi. Nitekim, Mısır'dan Karadeniz'in kuzeybatı kıyılarında uzandığı tahayyül edilen İskit ülkesine; İtalya'dan Anadolu'ya kadar uzanan dev bir coğrafyaya dair yazdığı 9 ciltlik ünlü eseri, kendisinden yaklaşık 7 yüzyıl sonra, Historiai (Tarihler) adıyla anılacak olan ‘Tarihin Babası’ Herodotos (MÖ. 484-425), ille de gördüklerini anlatmak zorunda hissetmemişti kendini. Bazen söze "ben gördüm" diye başlamış, bazen "söylediler ki" demiş, bazen "dendiğine göre" diye devam etmişti. Üstelik bunları yaparken, tarih vermeyi de pek şart görmemişti. Kendisine ‘Tarihin Babası’ diyenler olduğu kadar ‘Yalanın Babası’ diyenlerin de olması bu yüzdendi. Gerçeklikle efsane, tarih ile destan arasındaki farklara kafa yoran ise başka bir Yunanlı, Thukydides (M.Ö. 460 - 404) oldu. Thukydides, anlatısı boyunca birinci şahsa, yani tarihçiye dair tüm izleri silmeyi hedefledi. Ona göre tarih bir çeşit vakayiname idi, tarihçi ise sadece olayları izleyen bir göz ve yazan bir eldi.




Roma'da, historia iki damar halinde gelişti. Bunların birincisi olayların Annales denen yıllıklara kaydedilmesi geleneği, ikincisi ise tarihin nasıl yazılabileceğini konu alan Historiographia (tarih yazımı) meselesi idi. Bu dönemde, aynı zamanda, geçmişi hatırlamayı dinsel bir görev olarak gören Yahudiler ve onlardan devraldıkları gelenekle Eski Ahit'e (Tevrat'a) kendi tarihlerini ekleyen ilk Hıristiyanlar, tarih yazımına dinsel bir içerik kattılar.




16.yüzyıldan itibaren, Reform ve Aydınlanma akımlarının da etkisiyle, tarih tekrar dünyevileşirken, 19.yüzyılda tarihi katı kurallara bağlı objektif bir bilim olarak tanımlayan Leopold von Ranke (1795-1886) tarihte gerçekten neler olduğunu göstermenin aslında tanrının düzenini ortaya koymak olduğunu ileri sürerek, dünyevi olanla dinsel olanı birbirine karıştırdı. Ama asıl, “belge fetişizmi” dediğimiz bir tür tarihçi hastalığının temelini attı. Sonuç olarak, Herodotos'tan Ranke'ye kadar uzanan tarih yazımının temel iddiaları şöyle idi: 1) Tarih, gerçekten var olan kişiler ve gerçekten icra edilmiş eylemleri ortaya koyar, 2) İnsani eylemler, aktörlerin niyetlerine ayna tutar, dolayısıyla tutarlı bir anlatı kurmak isteyen tarihçinin görevi bu niyetleri kavramaktır, 3) Olaylar tutarlı bir silsile içinde öncekileri izler, dolayısıyla tarih, tek boyutlu bir zaman içinde ilerler. Yani ortada "tarihsel gerçeklik" diye bir şey vardır ve tarihçi bunu ortaya çıkarabilir!




Tarih ve İdeoloji



20.yüzyılda, her alanda olduğu gibi tarih yazımı alanında da çok büyük değişiklikler yaşandı. Yaklaşımını çok beğendiğim Britanya'lı diplomat-felsefeci Edward Hallet Carr’a (1892-1982) göre tarihsel gerçekler (olgular) içine mızrak konmadan dik durmayan boş bir çuvala benzer. "Boş çuvalı dik tutan mızrak", tarihçilerin onlara yüklediği anlam ve önemdir. Yani, olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla, tarihçinin kendini objektif (nesnel) görmesi ya da tüm olgulara yani tarihsel gerçekliğe vakıf olduğunu düşünmesi bir yanılsamadır. Yani ‘tarih yoktur, tarihçi vardır’ diyenler haklıdır.



Peki, ‘objektif tarihçi’ diye bir kavram anlamsız mıdır? Elbette hayır, ama Carr'a göre ‘objektif tarihçi’, kendini objektif sayan ya da böyle görmeyi tercih eden ve kendini tüm ideolojilerden ve dönemin bağlamından bağımsız gören kişi değildir. ‘Objektif tarihçi’ ortaya koyduğu tarih yazımını, kusursuz bir gerçeklik olarak sunmaya kalkan değil; tarihsel gerçeklerin ve teorilerin sınırlarını kabul eden, değerlerin ve gerçeklerin bir arada olduğunu ve bunların kendi üzerindeki etkisini fark eden, nihayet vardığı sonuçlara, hangi gerçeklerden ve hangi değerlerden yola çıkarak vardığını söyleyen kişidir. Lafı uzattığımın farkındayım. Ama, bu sayfalarda, AGOS’ta, TARAF’ta, RADİKAL’de ya da bir başka yerde ‘tarihsel gerçeklik’ olarak ortaya koyduğum şeylerin tümünde, değer yargılarımın ve ideolojik biçimlenmemin izlerinin olduğunu hatırlatmayı borç biliyorum. Okuyucuların da, okudukları metinleri değerlendirirken, kaçınılmaz olarak, kendi değer yargıları ve ideolojik biçimlenmeleri ile yorumlar yapacağını tahmin ediyorum. Ancak, bunun aslında olumlu bir şey olduğunu düşünüyorum, çünkü iki taraf arasında farklı yaklaşımlardan doğabilecek düşünsel çatışmaların, tarihsel gerçekliğe biraz daha yaklaşmamızı sağlayacak bir yaşam pınarı işlevi görmesi pek ala mümkün. Yeter ki ortada iyi niyet olsun, yeter ki önyargılarımızın esiri olmayalım.



Peki ‘tarihsel gerçeklik’ ne işimize yarar? Bir tarihçi Balkan halkları için "o kadar çok tarihleri var ki, geleceği inşa etmeye ihtiyaç duymuyorlar" demişti. Gerçekten de, tarihe aşırı önem atfetmek, deyim yerindeyse 'tarihe saplanmak' toplumlara ayak bağı olabilir. Ama, 'fazla tarih' kadar 'az tarih' de iyi değildir. Çünkü ancak tarihe bakarak bugünü anlayabilir, içinde yaşadığımız sorunların nasıl ortaya çıktığını, nasıl şiddetlendiğini, nasıl kemikleştiğini kavrayabiliriz. Böylece geleceği inşa ederken daha az yanlış yaparız.



Tarihle şiirin eşsiz bileşiminin mucidi Ece Ayhan dediği gibi “Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!En geniş zamanlı bir şiir yazacağız” demek haddime değil ama, yakın ve uzak geçmişten konuları ele alırken amacım okura bir yol haritası sunmak değil, bize doğru diye belletilenlerin arkasında yeni, farklı bir şey var mı diye bakmaya heves uyandırmak, kasıtlı olarak çarpıtılan, atlanan, abartılanlara dikkat çekmekten ibaret. Bu yazıların, hem yazarı, hem de okuyanları, H. Carr'ın deyişiyle "yalnız geçmiş zamanların uygunsuz etkisinden değil, kendi zamanımızın uygunsuz etkisinden, gelecek zamanların ve çevrenin tiranlığından, soluduğumuz havanın basıncından da kurtarması" ve tarihe karşı daha önyargısız, daha hoşgörülü, daha kavrayıcı bir bakışla tanıştırması umuduyla herkesin bayramını kutluyor, sevgi ve selamlarımı gönderiyorum.


Ayşe Hür

www.diyarbekir.net'ten alınmıştır

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.