"Türklüğü tahkir ve tezyif ettiğinden..." - Ayşe Hür
22 Mayıs 2008 06:19 / 2285 kez okundu!
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Cemil Koçak, Başbakanlık arşivinde çalışırken tesadüfen gayrimüslim azınlık mensupları hakkında Türklüğü tahkir ettikleri gerekçesi ile 1926-1942 yılları arasında açılmış 421 dosya, başka nedenlerle (hakaret vs.) açılmış
AYIN KARANLIK YÜZÜ
Cemil Koçak’ın dediğine göre bu dosyalarda suç tutanakları ekli olmadığı için, ne yazık ki, hangi olayın/olayların, neyin/nelerin, hangi ifade tarzlarının, hangi tutumun/tutumların ‘Türklüğü tahkir’ olarak algılandığına dair bilgileri edinemiyoruz. Yerel mahkeme arşivlerinde çalışmak da kolay değil çünkü çoğu dosyada kimlik bilgileri gibi en temel bilgiler bile eksik. Dolayısıyla şimdilik, bu dava dosyalarındaki bilgileri dönemin gazetelerine yansımış bilgilerle birlikte ele almak zorunlu oluyor. Umuyorum ki bu yazı sayesinde, hem bu topraklarda, gayrimüslim azınlıklara karşı gösterdiğimizi iddia ettiğimiz ‘hoşgörü’ meselesi üzerine biraz daha düşünürüz, hem de 301.Madde’nin (ve benzerlerinin) neden tadil edilmesinin değil, tamamen kalkması gerektiğini tersini düşünenlere daha kolay anlatabiliriz.
TCK’NİN 159. MADDESİ
Bugünkü 301. maddenin babası olan ve 1 Mart 1926’da kabul edilen Türk Ceza Kanunu’nun 159. Maddesi’ne göre TBMM’yi, hükümetin manevi şahsını, orduyu, donanmayı yahut Türklüğü ‘tahkir ve tezyif etmek’ (aşağılamak ve küçük düşürmek) üç seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis, ‘Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına sövmek’ ise altı ayı geçmemek üzere hapis ve otuz liradan yüz liraya kadar para cezasını gerektiriyordu. 160. Maddeye göre, takibat için Adliye Vekâleti’nin ve TBMM’nin izin vermesi gerekiyordu. Yani, Söz konusu kişilerin yargılanması için TBMM izin vermişti.
Cemil Koçak’ın incelediği 554 dosya arasında 1924, 1928 yıllarına ait dava dosyaları olmadığı gibi, 1933 ve 1934 yılında açılmış sadece iki dava var. Bu durum, o yıllarda dava mı açılmadı mı yoksa arşivler mi ortada yok sorusunu sorduruyor. Ancak mevcut dosyalar bile, bu maddelerin kullanım amaçları konusunda bir fikir veriyor. Örneğin 1925-1927 arasında gayrimüslimler hakkında Türklüğe hakaret etmekten dolayı açılan dava sayısı 62 iken, Müslümanlara açılan dava sayısı 43. Oran yüzde 59’a yüzde 41’dir. Halbuki 1927 Nüfus sayımında gayrimüslim nüfus 350-360 bin civarında, buna karşılık toplam nüfus 13.360.000 kişidir. Yani gayrimüslim nüfusun Müslüman nüfusa oranı yüzde 2,5’tur. Ama daha düşündürücü olan, haklarında dava açılan Müslümanların ‘Arap, Arnavut, Afgani, Dağıstanlı, Kürt, Bağdatlı, Acem, Çingene, Kıpti, Abaza, Laz, Kosovalı, Giritli, Bulgar, İranlı, Çerkez, Romen göçmeni, dönme’ gibi sıfatlarla anılan ‘gayri-Türk’ unsurlar olması. Dolayısıyla gayri Türk-Türk oranı çok daha vahim.
RAKAMLAR, ORANLAR
Aynı şekilde 1929-1932 yılları arasında gayrimüslimlerin aleyhine 173 dava açılmışken, Müslümanlar aleyhine (yine ezici çoğunluğu Arap, Acem, Kürt vs. gibi gayri-Türk unsurlar olmak üzere) açılan dava sayısı 154’tür. Yani oranlar yaklaşık yüzde 52’ye yüzde 48’dir. 1933-1937 yılları arasında gayrimüslimlere karşı 240 dava açılırken, Müslümanlara (unutmayalım yine ağırlıklı olarak İranlı, Çingene, Arap, Arnavut vs.) karşı 279 dava açılmıştır. İlk kez oranlar yüzde 46-yüzde 54 şeklinde gerçekleşmiştir. 1935 sayımlarına göre gayrimüslim sayısı 320 bin, toplam nüfus 16.160.000 olduğuna göre, gayrimüslim oranı yüzde 2’dir. Hâlbuki açılan dava sayısı Müslümanlara göre dokuz kat fazladır. Üstelik davaların Türkiye’nin (Doğu Anadolu bölgesi hariç) bütün bölgelerinde açılmıştır. Bu sayılara bakılırsa, bin bir badireden sonra, her nasılsa Türkiye’den gönderilmesi başarılamamış küçücük bir grubun, ne hikmetse kelleyi koltuğa alıp, durmadan Türklere hakaret ettiğini, aşağıladığını, sözün kısası dertsiz başlarına bela getirmek için büyük bir çaba harcadıklarını düşünmek mümkündür. Peki durum gerçekten böyle midir? Bunu anlamak için dönemin gazetelerine yansıyan ‘Türklüğü tahkir’ haberlerine bakmak faydalı olur.
TÜRKÇE KONUŞ!
20 Şubat 1928’de rejimin gözüne girmek isteyen bir grup İstanbul Üniversitesi öğrencisinin vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına ‘Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlarını asmasıyla başlayan dönemin gazetelerinde ‘Türkçe Konuş!’ hitabına tahammül edemeyen ‘sözde vatandaş’lardan söz edilmişti. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok kişi hakkında Türklüğü tahkir davası açıldığı biliniyor. Hatta 10 Temmuz 1929 tarihinde milliyetçi bir Türk öğrenci grubunun gazetenin basımevini tahrip etmesinden sonra Xpovıka gazetesinin sahibesi tutuklanmış ve gazete hakkında Türklüğü tahkir suçlaması ile dava açılmış. Gazete kısa süre sonra kapatılmış. Ancak, sadece Rumlar değil baskı görenler. Örneğin 16 Mayıs 1934 tarihli Son Posta gazetesinde ‘Türklüğe Hakaret’ başlıklı bir haberde Ankara Elektrik Şirketi’nde çalışan bir Yahudi kadın memurun Türkçe aleyhine konuştuğu ileri sürülerek tutuklandığı anlatılıyor.
KÖPEĞİN ADI TÜRK OLURSA
Milliyet gazetesinin 29 Ekim 1929 tarihli bir haberinde ise şöyle diyor: “Dün üçüncü cezada yeni bir Türklüğü tahkir davasının rüyetine devam olundu. Maznunlar (Zanlılar), film tüccarlarından Avram Maddeo ve Hüseyin Hüsnü Efendilerdir. Davanın mevzuu şudur: Maznunlar bir çocuk filmi getiriyorlar. Bu filmde bir köpek ve bir de maymun vardır. Köpeğin adı[na] ‘Türk’ demişler!.. Köpek filmde birçok gülünç vaziyetlerde bulunuyor ve Türklük eğlence mevzuu oluyor…” Gazetenin 31 Ekim 1929 tarihli nüshasından davanın sonucunu öğreniyoruz: “…Her ne kadar filmde ‘Türk’ adlı bir köpek varsa da, [filmin] gösterilmemiş bulunması, muhteviyatını bilerek getirdikleri sabit olmadığından ve icraatı cürmü de sabit olmadığından… maznunların beraatına ve filmin müsaderesine karar verilmiştir.”
YAZIK OLMUŞ KIZA!
Akşam gazetesinin 13, 16 ve 20 Nisan 1933 tarihli nüshalarında hikâye edilen bir olay ise Türklüğü hakaret maddesinin ne işlere yaradığına dair ilginç bir örnek. 12 nisan akşamı Galata Köprüsü’nün üzerinde bir genç kız tabanca ile beyninden vurularak öldürülmüş, uzun araştırmalardan sonra kızın hüviyeti ve olayın arkasındaki gönül hikayesi tespit edilebilmişti. Buna göre, öldürülen genç kız Anadolu Ajansı’nda daktiloluk yapan 25 yaşında Matmazel Suzan’dı. Ajansta Ahmet Ferdi Bey ile tanışan ve iki yıl birlikte yaşayan genç kız, Ahmet Fedai Bey’i bir başka genç kızla görünce ayrılmaya karar vermişti. Ancak Fedai Bey genç kızın bu kararına karşı çıkarak, tekrar birlikte olmaları için kendisini zorlamaya başlamıştı. Hatta genç kızı razı etmek için bir miktar para bile teklif etmişti. Sonra olan olmuş, Fedai Bey genç kızı köprüde öldürmüştü. Olayın ardından Fedai Bey’in işine gitmiş, cinayet olayını tartışan arkadaşlarına büyük bir pişkinlikle ‘Yazık oldu kıza!..” demişti. (Bilmem bu ifade sizlere tanıdık geldi mi? Haydi bir ipucu verelim: Pippa Baca.)
Peki diyeceksiniz ki, bu olayla Türklüğü tahkir ve tezyif etme maddesi arasındaki ilişki ne? Şu: Soruşturma sırasında Fedai Bey hikâyenin ilk bölümünü kabul etmiş ancak para meselesini ‘Matmazel Suzan’ın kendisi ile birlikte olmak için para istediği’ şeklinde açıklamıştı. İddiasına göre tartışma akşama kadar sürmüş, son olarak köprüde karşılaştıklarında yeniden açılmıştı. Fedai Bey’in iddiasına göre kendisi bu parayı veremeyeceğini söylediğinde genç kız ‘Siz Türkler zaten yaşamasını bilmezsiniz ki!...Fakat Jak isminde biri var. O bana parayı verecek…” diyerek ‘hakaretli bir şekilde’ Fedai Bey’in başına vurmuştu. Cinayetten sonra Fedai Bey “ben yaşamasını bildim!” diye haykırmıştı. Daha sonra gazetelerden öğrenildiğine göre Fedai Bey kendisini “o kadın Türklüğü tahkir etti!” diye savunmuştu.
HER DERDE DEVA
20 Nisan 1933 tarihli Akşam gazetesinde Vâ[lâ] Nû[rettin]’nun yazısı durumu gayet iyi özetliyordu: “Gazetelerde bir cinayetin tafsilatını okuyorsunuz. Sevgilisini vuran adam bu feci fiiline mazeret diye, ‘o kadın Türklüğü tahkir etti’ iddiasını ileri sürüyor. Türklüğü tahkir?.. Kanun bu küstahlığı yapacak olanları cezalandırdığı için, pek çok kimseler de buna dayanarak, çapraşık vaziyetlerden zeytinyağı gibi üste çıkmak maksadile, attıkları tokadın, soktukları bıçağın, kırdıkları her türlü potun, hatta kıydıkları canın mubahlığını böylece izah ediyorlar: ‘Efendim, Türklüğü tahkir etti de, hamiyetim kabardı. O alçağa onun için haddini bildirdim!
Düşmanını, rakibini, alacaklı yahut vereceklisini, kendisini sorguya çeken mektepteki hocasını, hulasa hoşlanmadığı, zıtlaştığı, korktuğu veya ezmek istediği insanı karakol köşelerinde süründürmek isteyen pek çok cebbar, zalim ve ceberutlar aynı bahaneyi buluyor: Ben seni bir kere Türklüğü tahkir ettin diye lekeleyeyim, başına çorabı öreyim de, sen sonra aksini ispat için, düştüğün ağdan kurtulmak üzere çırpın, çabala dur!
Aynı maddeden dolayı, Aksaray’da oturan bir ellilik hatuncağızı, Beşiktaş’ta manavlık eden bilmem ne efendiyi, cehaletimizden adını ‘Acem’ koyduğumuz bir Azeri ırkdaşı yahut namuskâr bir vatandaş olan ve bütün işlerini bizimle gören bir Şimon Efendiyi töhmet altına sokmak istiyorlar. Peki ama bu insanlar Türklüğü niçin tahkir etmiş olsun?... Ne zihniyetleri, ne mevkileri, ne menfaatleri buna imkân verir!.. Hem Türklük gibi yüksek bir mevcudiyet, yıl oniki ay, her önüne gelen tarafından tahkir edilebilir mi? (…) Kimin ne haddine? (…) Doğrusu bu gibi davaların sık sık açılması ve haberlerinin gazete sütunlarında gün geçmeden okunması bile bizi rencide ediyor. Artık bu maddeyi şarlatanlıklarına alet etmek isteyenlerin çanına ot tıkansın…
Yok, hayır: Kanunumuzdan ‘Türklüğü tahkir edenler cezalandırılır’ maddesi kaldırılsın demiyorum. Bilakis, onun işaret ettiği cezaya asıl bu şarlatanlar çarpılmalıdır…Zira bu büyük mevcudiyeti hasis hislerine ve menfaatlerine alet ederek tahkire kalkışanlar asıl onlardır.”
ŞAHİT BULMAK ZOR DEĞİL
Rıfat Bali, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri:Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945) adlı kitabında (s.528-529) tabloyu tamamlıyor: “Tek parti döneminin bir bilançosunu yapan Falih Rıftı Atay, bu maddenin keyfi ve haksız bir şekilde uygulandığını itiraf etti ve bu madde nedeniyle tutuklanan bir kişinin Atatürk’e başvurduktan sonra onun müdahalesiyle serbest bırakıldığını belirtti. Atay, tek-parti döneminde açılan Türklüğü tahkir davaları ile ilgili bir araştırma yapıldığı takdirde, Müslüman-gayrımüslim nüfus oranı elliye bir olmasına rağmen, bütün davaların sadece azınlıklara karşı açıldıklarının kolayca fark edilebileceğine dikkati çekti. Bunu da tek-parti döneminde gayrı Müslimlerin Türk toplumunun dışında kalan kişiler olarak görülmelerinden geldiğini belirtti.
Atay yazısında şunları aktarıyor: ‘Bay N. Yabancı bir şirketin başındadır. Memurları arasında bir Türk de var. Bütün Türkler mükemmel değillerdir. Bir gün patron, kendisine çeki düzen vermek istemeyen bu memurun işine son verme kararını alıyor. İşine son verilen memur müdüre gidip soruyor:
(Memur): Niye beni kovuyorsunuz?
(Müdür) : Çünkü beceriksiz birisiniz’
(Memur): O zaman bütün Türkler beceriksiz insanlardır
Kapının arkasına saklanmış ve ‘Bütün Türkler beceriksizdir’ cümlesini duyduklarını beyan etmeye hazır iki tanık bulmak zor değildir. Polis memuru çağrılıyor. İki tanığın ifadesiyle tutanak tutuluyor. Müdür tutuklanıp Savcının önüne götürülüyor. Kısa bir süre sonra kelepçelerin güzelliğini ve hapishanenin zevkini tadıyor…’
ATATÜRK’ÜN MÜDAHALESİ
Yine Rıfat Bali’nin aktardığına göre Bu vakaların kabus haline geldiğini, örneğin bir tramvayda itilen bir kadının kendini iten kişiye ‘Kabasınız, barbarsınız’ demesinin ‘Türklüğe hakaret’ şekline dönüştürülerek soruşturma konusu yapıldığını belirten Atay’a göre bu tür bir olay sonrasında suçlanan kişi Atatürk’e başvurmuş ve ‘dosyamdaki evrakları bizzat siz inceleyin ve siz bir hüküm verin. Vereceğiniz hükmü saygı ile kabul edeceğim” demişti. Günlük olaylara çok meraklı olan Atatürk de dosyayı inceletmiş ve bir tartışma sırasında sarfedilmiş önemsiz bir söz yüzünden kişinin hapiste çile doldurduğunu tespit etmişti. Sonra 159. maddenin saçmalığına kanaat getirerek ‘bu skandallara bir son verelim’ demişti.
Falih Rıfkı bu mülakatı 1951 yılında vermiş. Peki, son verilmiş miydi acaba? Gelin birlikte karar verelim. Bursa’da 7 Haziran 1940’da Refael (Karaköy) adlı bir Yahudi esnaf dükkân komşusu Mehmet’le (Savaşkan) dünya savaşı dolayısıyla asker toplamaları konusundaki sohbet ederken “Askerler giderse, karılar, kızlar bize kalır vs. (…) işleriz” der. Birkaç gün sonra Mehmet, Türk komşuları ile dükkânında kahvaltı ederken Refael’e ‘Fabrikayı hazırladın mı? Türkler askere gidiyor. Karılar, kızlar kalacak, bol bol işlersiniz” der. Bunun üzerine Refael “Kırk yılda bir şaka yaptım. Sen de onu herkese söyledin” diye sitem eder fakat Uzunçarşı’da olayı duyan Salih adında biri savcılığa koşarak Refael’in ‘Türklüğü tahkir ettiğini’ ihbar eder. Refael çareyi Yalova’ya kaçmakta bulur ancak birkaç içinde yakalanır.
KISKANÇ TÜCCAR
Olayın gerisini Bursa Valiliği’nin resmî yazısından öğrenelim: “…Ancak bu hadisenin Yahudiler aleyhinde ticari sebepler dolayısile hoşnutsuzluk eseri gösteren esnaf üzerinde nüfuz tesis etmek gayesile, yukarıda arz edilen İhsan İpeker ve arkadaşları tarafından istismar edilmek istendiği ve taze koza mevsiminin hukul [hulul] etmesi dolayısile ve koza ipek üzerinden piyasada mühim mevki tutan Yahudilerin rekabetinden, onları bu şekilde korkutup kurtulmak ve piyasada yalnız kalmak düşüncesile hareket ettikleri kanaatına varılmıştır.
İhsan İpeker’e gelince; vatan ve millet duyguları kabararak hareket eder görünen bu adam ve babası, çok zengin kimselerden olup, [1]939 Eylülünde 45 günlük talim devresi için bir kısım kuraların çağırıldığı sırada; kendisinin de çağırılacağı korkusile, hiçbir arızası olmadığı halde, doktorlara işini uydurup, gitmemeyi temin ettiği, halk arasında tevatüren söylendiği gibi, son dünya harbi dolayısile ve fabrikatör olmasını ileri sürerek, tecilini temin için Ankara’ya giderek halen orada bulunduğu, büyük kardeşi Muhsin’in de keza askerden kurtulmak gayesile dişlerini tamamen söktürdüğü… Babaları Gaffar O. Mehmet İpeker de Dağıstanlı olup… 1933 senesinde Bursa’da vaki Türkçe ezan aleyhtarlığı hadisesinde, ‘Rumlar kiliselerinde, Yahudiler havralarında serbestçe icrayı ayin ederlerken, bizlerin ibadetine ne hakla ve kim karışır? Diyerek yüzlerce kişiyi arkasına takarak… ezan hadisesini doğurmuş, bu yüzden Çorum’a sevk edilerek, bir gün hapis ve 20 Lira para cezasına mahkum olduğu…”
Yazıdan, 14 haziranda Müslüman-Türk gençlerin Yahudi mahallelerini taciz ettikleri, sonuçta mahkemenin ‘suçlu’ diye nitelediği Refael ile herhangi bir suçlama yapmadığı saldırganları barışmaya zorladığını öğreniyoruz. Anlaşılan o dönemde gayrimüslim olmak ‘suçlu’ olmak için yeter şart olup, onların mahallelerine saldırmak suç sayılmıyordu.
ZAVALLI İLYA
Bu da 5 Ağustos 1952 tarihli Hürriyet’ten bir haber: Uzun zamandan beri İzmir’de yaşamakta olan 50-55 yaşlarında İlya isimli bir Yahudi bir Ağustos günü saat 11’de Birinci Kordon’da dururken, bir gemiden çıkmakta olan Yunanlı, İtalyan ve Fransız turistlere yaklaşarak Türkiye aleyhine ileri geri konuşmaya başlar. Yahudi, özellikle Yunanlı turistlere ‘Bu vatan sizlerindir. Buraları Türklere bırakmayın. Türkler gayet kötü insanlardır. Buraları onlardan alarak bizleri kurtarın. Ben bu kadar zamandır onlar için çalıştığım halde, bakın halime…’ şeklinde konuşmuştur. İlya daha sonra Türklere, Türkiye’ye ve Atatürk’e hakaret etmiştir… Gazetenin haberine göre ‘nankör Yahudi’nin bu iğrenç isnad ve küfürleri karşısında iyice asabı bozulan’ bir genç İlya’yı dövmeye başlamış, zaten kendilerini zor tutan halkın da katılımı ile adam ‘vurun, öldürün, yaşatmayın nankörü!’ haykırışları arasında linç edilmeye kalkmıştı. İlya’nın derdinin ne olduğunu 14 Ağustos 1952 tarihli Şalom gazetesinden öğrenecektik: “İzmir’de Türklüğe Hakaret Eden Musevi’nin Deli Olduğu Anlaşıldı” başlıklı haberde İlya’nın raporlu bir deli olduğunu tüm İzmirlilerin bildiği, zaten emniyet tarafından da serbest bırakıldığı yazıyordu.
15-22 Şubat 1955 tarihli Vatan gazetelerinde Sadun Tanju tarafından tefrika edilmiş bir haberde ise kumarbazların ağına düşerek 60 bin lira borçlanan Linguafon Şirketi’nin sahibi Vitali Bilen’in kumarbazlar tarafından hem taciz edildiği hem de baskı yapmak için ‘Türklüğe hakaret’ suçlamasıyla tutuklandığı yazılıyordu. Yazıda davanın akıbeti verilmemiş.
RUM KIZLARDAKİ CESARETE BAK!
Bu da 4 Mayıs 1958 tarihli Demokrat İzmir gazetesinden: Gazetedeki habere göre Fener Rum Lisesi’nde okuyan bazı kızlar, Sultan Selim Lisesi’nde okuyan bazı kızlara “pis Türkler, sırtınızda giyeceğiniz yok, üstünüzde yok başınızda yok, ne diye böyle işlerle uğraşıyorsunuz?” diye laf atmışlar. Gazete ‘böyle işlerin’ ne olduğunu belirtmemiş ama, bu lafın üzerine çıkan kavgaya yüzlerce kişi katılmış. Sonuçta Rum kızlar ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ suçundan gözaltına alınmışlar. Ancak bu haber mutlu bitiyor. Rum kızları, Türk kızlarının kişisel bir olayı bu hale getirdiğini söyleyerek suçlamaları reddetmişler, karakol da hepsini serbest bırakmış.
Sadun Tanju, Dolu Dizgin (Milliyet Yayınları, İst. S. 105-106) adlı kitabında şunları anlatıyor: “Hiç beklenmedik zamanlarda da yırtıcı, hırçın, edepsiz oluverirdi. Bir vak’ası vardı. Beyoğlu sinemalarından birinin önünde, sinirine dokunan bir cikletçi çocuğa tokat atmış, çocuğun haline acıyan İngiliz asıllı bir Madam da ‘Utanmıyor musun el kadar çocuğu tokatlamaya!’ deyince, zavallı kadını Türklüğe hakaret etti diye, karakollarda süründürmüştü. Koyu Türkçü ve milliyetçi görünmeye özel bir dikkat gösteriyordu…”
Yazarın sözünü ettiği Ekrem Hamdi König’in, Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman subaylarının yanında istihbaratçı olarak çalışmış, Almanların kendisine verdiği ‘König’ kod adını 1934’te soyadı olarak almış, adı Nazilerin isteğiyle İspanya’daki Franko güçlerine uçak temin ederken yapılan bir sahteciliğe karışmış şaibeli biri olarak Türklüğe yaptığı büyük katkıları aklımızın bir köşesinde tutarak soralım: Ne dersiniz, Falih Rıfkı’nın dediği gibi ‘bu tür skandallara’ son verilmiş mi?
04.05.2008