ADI SAADET ÖMRÜ HİCRAN TEYZEM
07 Temmuz 2023 13:31 / 686 kez okundu!
"İlhami bey kardeşimin izmirizmir.net’teki eski bir bayram yazısını okurken saadetten hicrana gidip geldim… O, Saadet teyzenin oğlu Şeref’in vefat haberini sımsıcak bir bayram yazısıyla verirken, çocukluklarında Şeref abinin mahalledeki boş mendil, şeker ötesine geçip, harçlık da veren evlerin tüyo’suna hem güldüm, hem rahmetlinin yoluna koyulduğu yeni âlemde de belki iyi bayram harçlığı karşılığına gelen güzel bir makama kavuşması, layık görülmesini aynı anda aklımdan geçirdim.
Hiç Saadet adlı hısımınız oldu mu? Olduysa bilirsiniz zaten, onların nice sınavla yorgun düşürüldüğünü gene de mutlu olmaktan, bu yolda emek etmekten hiç yorulmadıklarını…"
****
ADI SAADET ÖMRÜ HİCRAN TEYZEM
İlhami bey kardeşimin izmirizmir.net’teki eski bir bayram yazısını okurken saadetten hicrana gidip geldim… O, Saadet teyzenin oğlu Şeref’in vefat haberini sımsıcak bir bayram yazısıyla verirken, çocukluklarında Şeref abinin mahalledeki boş mendil, şeker ötesine geçip, harçlık da veren evlerin tüyo’suna hem güldüm, hem rahmetlinin yoluna koyulduğu yeni âlemde de belki iyi bayram harçlığı karşılığına gelen güzel bir makama kavuşması, layık görülmesini aynı anda aklımdan geçirdim.
Hiç Saadet adlı hısımınız oldu mu? Olduysa bilirsiniz zaten, onların nice sınavla yorgun düşürüldüğünü gene de mutlu olmaktan, bu yolda emek etmekten hiç yorulmadıklarını…
Benim Saadet teyzem terziydi, Eşrefpaşa’da. Anasının ilk kızı, abisi ardından dünyaya gelmiş. Evin, hayatın, mesleğinin, ailesinin ve döneminin bütün yükünü sırtlamış, çünkü başka şansı yokmuş. Yaşasa yüz yaşını aşacaktı. Okula gönderilmemiş, Karabağlardaki bağlarında, hepsinin niyeyse ev demeyip, bağ kulesi dedikleri konutta, 1920’lerin yokluğunu, hem ülkenin darboğazlarını; kardeş bakarak, anaya destek olarak, terzi çıraklığına koyularak geçirmiş. "Anamın ilki olacağıma dağlarda tilki olaydım", sözünü ondan duydum ilk.
“Bu akıllı fikirli kızını neden okula yollamadın?” diye ananeme sitem ettiğimde “kız kısmı o tarihlerde şeytanın mum sattığı bu uzak bağdan hangi ilkokula gidebilirdi?” yanıtı aldıydım. Hem din eğitimi verilmiş, aileden biri ölmüşlerinin ardından okusun, evde ibadet edilsin diye, bu da eğitim ananeciğime göre, mecburen... İbadeti, kireç badanası, yemekti, bulaşıktı, kuyudan su çekmeydi, makasla merhabalaşmaktı diye büyürlerken, dedemiz bağda, nasıl ettiyse artık, üzümden iflas ederken, evin tek oğlu lise dördüncü sınıf fen şubesinde tıbbıye hayallerini bağ kütüğü dibine gömüp liseyi bırakıp üç aylık astsubay kursuyla memur olup eve maaş, şeker, ekmek getirirken; diğer kız da lise birden okulu bırakıp yatılı sağlık meslek lisesine, ülkenin ilk okullu hemşire yetiştiren Haydarpaşa Numune’ye leyli meccani giderken; evin en küçük kızı tiyatro gişesinde bilet kesme işinden sahneye rütbe alırken ve evden kaçıp turne yollarına düşerken; benim Saadet teyzem dağ gibi anasının arkasındadır… Okuma yazma kursuna Eşrefpaşa'da gitmiş, okuyup yazmayı sökmüş, terzi çıraklığından ustalığa terfii etmiş, o zamanlar, fii tarihinde tasarımcı, stilist demesi henüz icadolmadığından, en has ipeklileri, gelinlik, nişanlıkları, hatta kız sanat enesütüsünde (enstitü diyemezdi, böyle söylerdi) başarılı öğrencilere verilen vali bey ödevi gereği, İzmir valisi için çamaşır, takım elbise, gömlek dikmişliği de var… Ama çokluk pamuk yatak yüzü, sedir örtüsü, yüklük örtüsü, yastık yüzü, masa örtüsü, seccade, bebe tulumu, erkek gömleği, picama, (hani o çizgili Sümer kumaşlarından) üstüne ihtisas yaptı.
Gün olup devran döndü, nakışa da koyuldu, çiçeğe de ama, bildiğiniz çiçeklerden değil, ipek kozalarını kesip gül eyleyerek, atlas zemin üstüne şiir dizeleri düşerek: “Seni benden kim ayırır, belki ölümden gayrı” en altta tokalaşan kız ve erkek eli… Duvara asmalık gül ve leylak dalları, çin iğnesi, ipek iple... Giderek kadın elbiselerinde yaratıcılık, model çizmek, o vakitler, 40’lı yıllardır sözünü ettiğim, hiçbir modelden aşırmadan model geliştirmek, dikmek, yer minderi kılıfıyla aynı zamanda… Şapkalar yapmak, kadın, erkek ve 23 Nisan törenleri için her türlü başlık, serpuş, şapka çizip biçip dikip kolalamak, sunmak, bütün bunları büyüklenmeden yapmak… Öyle bir hayal gücü ki, Almanya göçü başladığında ilk başvuran ve ilk kabul edilen benim terzim, sanatkârım Saadet teyzem… Bu arada, iki taşın arası evlenmiş, üç çocuğu ardı ardına kucaklamış.
Almanya’ya gitmiyor elbet… Yaptığı tek hata bu belki. Bir de, “bana da” diyememek.
Ben onu hep, beline kadar inen simsiyah saçlarını, başı üstüne topuz simidine sararak bir avuç tokayla tutturduğu başıyla, dizi üstündeki dikişinden gözünü ayırmadan çalışır hatırlıyorum, makinası kollu dikiş makinası, üstünde komşuları Niko’nun süngüsünün izi olan hani… İp üstünde prova edilmiş giysiler, bir manken bir boy aynası, terzinin yüz ağartanı ağır ütü, üç çocuk, iki de tiyatroya ‘intisap eden’ küçük teyzemin çocuklarının salıncağı… Yetmez gibi bir arka sokaktan bu cümbüşlü eve koşan biz iki kardeş… Ev 1.5 oda, iki minderlik minicik sofa, mendil kadar bahçe, penceresiz ve ışıksız minicik mutfak, ama, sanırsınız bir senfoni orkestrası sahne almış, hem kalabalık, hem hareket, hem şarkılar, yetmiyor, hayvanlar, kanarya, kedi, bahçede kümeste tavşanlar, iki tavuk bi horoz.
Elbet anane, dede orkestra şefi.
İnsanlar ve dikiş hiç ağır gelmese de, saçları yük oldu, dibinden kesti, eniştem akşam eve gelmedi, öylesine kırıldı. “Beni öldür, saçını kesme Saaaet” derdi, bir harfi yutarak…
Hikaye uzayınca tadı kaçar, en iyi hikaye en kısa olan, en revnaklı anlatılandır.
Bir ömür sedir örtüsünden gelinliğe, takım elbiseden ipekliye ne kumaşlar aktı geçti parmak uçlarından, kendi ipekli giyindi mi hiç?
Sordum, “hayır” dedi, “hiç” dedi. İpekliye yaraşır hayatları olmamış hiç, ondanmış…
Hacı Resul ipeklisi kestirdim, hem de Bursa’da, su yeşili, insanın elinden akan, ışıltısı göz alan, ağır, bir o kadar esaslı kumaş, topu açınca yeşilin şıkırtısı kelebek olup uçuşan…
Bir kağıda da giysi modeli çizdim, ne haddimeyse? Teyzem, böyle dik, ricasıyla…
Kıyıp dikinemedi, açıp açıp seyirlemiş, artık dikişi bıraktığı dem’ler bu dem’ler, belki yakışmayacağına vehmetti… Hünerli ellerinin yıllar içinde bozulmasına içlenirdi, bu ellere yakışmaz diye yüzük bile takmazdı. Oysa dünyamızı ve gönüllerimizi güzel kılandı kendi ve elleri… Niye böyle düşünürdü?
Kendisi, adı Saadet koyulan gencecik torunu, ki üniversite öğrencisiydi henüz, nasıl güzeldi, oğlu, dünürü, hepsi birden, Narlıdere’de bir kazada noktaladılar dünya hayatlarını…
Ölüm gelince cümle diller, şarkılar ve notalar susar, derin bir es verilir hayata.
Neden sonra bulduk o Hacı Resul ipeklisini… Hiçbirimiz el süremedi, kızı dikindi giyemedi, ihtiyaç sahibi birine verdik, Saadet teyzem de ilk ve son kere dikinip giyeceği ipekliden ve dünyadan el çekti. İpekli denince sol yanımda derin bir sızı…
Çin iğnesi nakışladığı gül dalı bende, zaman zaman okka gülü kokusu alıyorum, kimse alamasa da gül benden kokusunu esirgemiyor.
Yaradana sitem bir şiiri el yazısıyla kaydetmiş, bazen göz atıyorum.
Ben onun Eşrefpaşa’daki o minnacık evinde başı üstünde topuzu, elinde dikişi, radyoda yurttan sesler korosu, aklında yetişecek işler, çevrilecek evi, kalbinde hülyaları, tasarladığı çizimleriyle, dizi dibindeki nal biçimi mıknatısı, pencere içinde ıtırı, rengarenk çiçekleriyle hâlâ çalıştığını varsayıyorum…
Saadet teyzeniz varsa, kıymetini yaşıyorken bilin…
Sevdaya düşmüşseniz ve saadete ermek kısmet olmamışsa, aldırmayın, sevdalanmak da mühim makama ermektir, kavuşmak neyimiş? Olmasa da olur…
Elbet olsa daha iyi olur, ama, bu dünyada her şey nasip işi… Nasipte varsa kırk dağı aşar gelir, nasip değilse ne yapsanız, ne hayal edip, yaratıp, dokusanız, nakışlasanız, beyhude…
Dert tasasız, gönül yarasız bir ömür nasibolmuşsa, kaderiniz iyi çatılmışsa, denginize düşmüşseniz, evlattan yana, memleketten yana yüzünüz gülmüşse, Tanrı nakışınızı, ipeğinizi esaslısından biçmişse, küçük işlerden büyük safâlar yaratabilmişseniz, kanatlarınız incitilmemiş, koparılmamışsa kader elinde, bütün tahlilleriniz temiz çıkmışsa… Sizden mutlusu yok, inanın…
Ayşe KİLİMCİ