Sevgili Büyük Teyze
07 Ağustos 2018 09:40 / 1286 kez okundu!
Onca insan, onca kapıdan geçen, onca soru, sorun, kalbağrısı, yarın olsun hayr’olsun, bu da geçer ya hu, umudu kesme Yaradandan, Allah el kınamaz ayıbı versin, senden olmayana da kulak ver, nasıl sığardı o eve, anlamazdık.
****
Sevgili Büyük Teyze,
Eşrefpaşa’daki, akıldânesi olduğun mahalleden yazıyorum, adlarınız dolaşık geldiğinden sana büyük teyze derdim, görümcene küçük teyze, evlerimiz gene bitişik, bir var ki sakinleri farklı, devir pek farklı. Sözle bile vurmaya kıyamadığın ama, iyi ve akıllı olsun diye öğütlediğin, dinlediğin, sırrını sakladığın insanlar gün günden tuhaflaştı. Siz bu mahallede otururken ve bir maniimiz olmadığında birbirimize ev oturmasına gittiğimiz, akıl ve el aldığımız günlerimizde insanlar ayıbı sahiden bilir miydi, bana mı öyle gelirdi?
Hayattan bîhaber, Rabbena hep bana diyen insanları, kapısını örtüp, dışarıyı düşünmeyenleri, dünya tutuşmuşken karlı dağdan serin olanları gördükçe kahroluyorum. Ömür dediğin çizgi roman sanki, sil, çiz, üstünden tank geçse kalk, tozunu silkele, kaldığın yerden yaşamayı sürdür. Kalbin yalnız kan pompalasın, sızlamasın, kanamasın, en önemlisi sen’sin, ötekileri görme gitsin, duyma rahatla, el uzatıp da başını derde sokma. Vur patlasın, çal oynasın, sen buna değersin.
Aman ha, vefa’yı bilmeyesin.
‘Sevmeyene karınca yük/sevene filler karınca/dağı bile taşır insan/âşık olup inanınca’ mı demiş Şems-i Tebrizi hazretleri, boşver, aşk meşk fuzuli iş, paran var mı paran, yeterince hain misin, ondan haber ver…
Varsa eğlenmek, yoksa tablet, başkası mı, o ne demek?
Bizim evin müdürü çocuk…Çocuğun dediği olur. Ne isterse alırız, önünde baş eğeriz, yokluğu bilmesin, aman… Öbürleri yok’luktan geliyor, onlar varlığı bilmese iyi olur.
Aşkı esirgerdin, aşk’tan yanaydın, ama, ilk kocanı üç çocuğunla buraya göçerken İzmir’lere, yeni kocanla elele verip, çalışıp kök salmıştın, göçün ve geçimin kolay olduğu bugünlerde değil, altmış yıl önce. O zaman teşerrüf ettik.Yokuş yukarı bir evdi, sizinki, bir şeftali ağacı, birçok basamağı, minicik kümesi, geniş bir taşlığı, bahçenin bir köşesinde zemini kaba beton mutfağı, önü boydan boya cam, fırdolayı yerden döşek serilmiş hayat’ı, köşede maltızı, üç ve beş basamakla çıkılan iki minnak odası, odanın birinin penceresinden çıkılan küçümencik teraslı, senin üstüne olan bir evcik. Şimdi doğudan göçmüş kiracı var, dilimiz ayrı olsa da anlaşıyoruz. Öbür yanda, oyacı çakır Ayşamteyzelerin evinde artık Sivas’lı Emine hatunlar oturuyor, iki oğluyla, aynen öncekiler gibi, sefertası misali, birbuçuk odalı katlarda. Onlar inşaatçı. Siyasi Sakiye bey ve kocası Hasan hanım öleli çok oldu. Onların evinde Mardin’liler var şimdi, bütün dişleri altın, bir sürü çocuk var, simitçi onlar, komşusu için gözyaşı dökmeyi bilen.
Artık sokaktan motorize AVM’ler geçiyor, herşey geçer mi, herşey satan herkes geçiyor. O ot bohçasını sırtlamış, bahçende soluklanan köylü teyzeler yok, tahan pekmezci ve zeytinyağcı yok, macuncu, kader kısmetçi, dondurmacı, turşucu ve hallaç yok, bazı önemli şeyler ve şahsiyetler yok’a yazıldı, çağırsak da gelmez artık. Akşam olunca tam gaz ve sesi bangır bangırlar geçmeye başlıyor, sevdalıların şarkısı kahırlı, uyuşturucu çeken, satanlar gene aynı. Polis hala ara ara bassa da mahalle kavgaları bitti. Karşımızdaki koca tarla, ki otun, çiçeğin envaı biterdi, inekler, tavuklar yayılırdı, uçurtma uçururduk, ne oyunlar oynardık, minik evlerin sakinleri orada soluklanırdı, satıldı, çok katlı evler yapıldı, hepsi ruhsatsız, kulak asan yok, sanırım tarla devletindi, şimdi herkesin. Köşedeki kısmetsiz minik fırın gene çalışmıyor, ama, ön yüzünde çöp kutuları dizili, bir köşesine de canından bezmiş birinin yazdığı: Bir Mucize Olsa.
Alt mahalle evlerinin duvarlarını gerdanlık misali süslüyor, ‘sevmeyip de taşa mı dönelim?’ ve ‘Bu hayatın heycanı meycanı yok!’ derin sözleri.
On çocuk doğurdu diye Kızılay’ın altın madalya verdiği komşumuz öleli çok oldu, hani kocası bekçiydi, bu kadar çocuğu ne ara denk getirip de yaptığını bilmediğimiz, ne dirayetli, çalışkan kadındı. Çocuğun teki seyyar muhallebiciden iki üç tane alıp hepsini, ötekilere göstere göstere yediğinde, bir hışımla inip, mahallenin bütün çocuklarına muhallebi almıştı hani, bir ömür geçti üstünden, bu dersi unutmadı kimse.
Ne çok acıyla, ölümle sınanmıştın, gene de umuttan hiç kesilmezdin. Usta terziydin, kocanın dikişlerine yardım ederdin, sabahlara dek gözünün nurunu akıtarak. Azıcık kestirir, birlikte oturduğun dul görümcen mangala cezveyi sürerken, sen Kur’an-ı Kerim okumaya başlardın, böyle böyle hatmederdin, sesin güzel, okuyuşun makamlıydı, sonra evin işleri, bir horantaya yetecek yemeğin maltızda pişirilmesi, temizlik, ardından iş donunuzu (şalvar) çıkarıp, tertemiz ev elbisenle oturup bir sapı kırık, lastikle tutturduğun gözlüğü takıp, tığ dürterdin, kıza, geline, hısıma, mahallenin gariplerine çeyiz diye…
Okuldan size gelirdim, karnımı doyururdunuz, ama, dikkatle izlediğim evinizde asıl kalbimi, ruhumu doyururdunuz, yastık arkasından size hayali masal çıkarır, anlatırdım, dikkatle dinlerdiniz. O evden kaç hikaye yazdım sonradan. En büyük ve en küçük oğullarını delikanlıyken trafik terörüne kurban verdin, onların sevdiği türküler çalınca inceden gözyaşı dökerdin, gereksiz söz etmez ama herkesin kalbinin ağrısını sezerdin, öğüt verir, edebildiğince yardım eder, sır tutardın asıl, sır…Şimdi herşeyin âşikare olduğu dandik zamanlardayız, iyi ki görmedin. Darbelerde de idamlarda da gözyaşı dökerdin, dimdik dururdun ama.
Onca insan, onca kapıdan geçen, onca soru, sorun, kalbağrısı, yarın olsun hayr’olsun, bu da geçer ya hu, umudu kesme Yaradandan, Allah el kınamaz ayıbı versin, senden olmayana da kulak ver, nasıl sığardı o eve, anlamazdık.
Bütün bu sözler nereye gitti, nasıl alafucuruk bozdumana kesti ortalık böyle? Eksilen neydi? Nasıl onaracağız bu yeni insanı?
Sizin gününüzde gelin kıza tepsi giderdi, kurbanlık koç süslenir götürülürdü, şimdi evden eve sır ve söz götürülüyor. Herşey gösterişe, paraya saçıp savurmaya ayarlı artık. Sünnet düğününde sünnet çocuğunun annesine gelinlik giydiriyorlar, aile vinçe biniyor, vinç havaya kaldırıyor onları, havada göbek atıyorlar.
Sonra, ister sünnet çocuğu ister kız kınasında, atı çıkarılmış bir fayton arabası, eski model bir Cadillac’a bağlanıyor, önde cazbant, yani gırnatacı, davulcu, arkada, faytonda mürüvveti görülen ve ailesi, hayli komik olsa da sokaklarda gezdiriliyor…
Duvarlar sessizce bağırıyor, bir mucize olsa, diye. Mahallemizde gene birçok dil, sizin gününüzdeki diller olmasa da, farklı diller, farklı yörelerin insanları, ama, umudun alfabesi hep aynı. Dağı taşı tutan terörün hakkından gelindi, son darbe sanılan işgal püskürtüldü, altı ok’un hal-i pür melâli hâlâ aynı ve yastık arkasından çıkartılacak hiçbir masal güzel son yazamıyor.
İzmir’i hiç sorma, ‘her yer İzmir gibi olsa’ diye bir slogan çıkarmışlar, yazık değil mi o her yer’e? Bunca zaman nasıl budayıp indirmişler bu şehri? Nasıl olacak?
Hem insanların kalbi, terbiyesi, hem bu şehir, nasıl onarılacak? Varsa ben, yoksa ben, ötekinin canı çıksın, ayıbını nasıl atacağız üstümüzden.
Herkes Ayşamteyze gibi on tane doğurmuyor ama gene de kalabalığız, nasıl öğretilecek incelikler, başkasını da düşünmek, yeterince konuşmak, daha çok susmak, küfrü silmek, sokağı ve siyasetçiyi hakkıyla görmek, doğru anlamak?
Zor zamanlardayız, az hasarla atlatmayı umuyoruz ve sen gibileri, ama, asıl komşuluğu ve bana ne demeyenleri çok özlüyoruz…
Ayşe KİLİMCİ
05.08.2018