Sevgili öğretmenim

07 Mayıs 2018 21:51 / 1309 kez okundu!

 

 

Siz dünya değiştireli epey oluyor. Şimdi memleket kalktı, oynuyor. Çengiye çalgıya gerek yok, herkes bir makamdan döktürüyor. Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiyoruz, eskileri atıyoruz, dümeni, darbeyi, alayı, kalayı iplemeyen, çalışanla yan yatanın fark olacağı, sorumlu, tarafgir, esaslı, eylemci ve iş bitiren cumhurbaşkanının başkan olarak devlet gemisini en derin ve zorlu sularda yürüteceği bir seçim arefesindeyiz…

 

*****

 

Sevgili öğretmenim,

 

Yaşasaydınız yüz yaşında olacaktınız. Bunca uzun yaşamazdınız, biliyorum, çünkü hem akıllı, hem duygulu bir hanımefendiydiniz.

İlkokul öğretmenimiz Fatma Uzel, niyeyse soyadınızı Us’el diye söyleyesim gelirdi, akıl veren anlamında, öyleydiniz çünkü. Ömrümde üç Fatma’nın mührü var, biri anane sultan, diğeri ilkokul ikinci sınıftaki öğretmenim Fatma Erek, sonuncusu siz. Tılsımlı hatun oluyor, Fatma’lar. Üç Fatma’nın eleğinden geçmek ne büyük şansmış, şimdi daha iyi anlıyorum.

Geçtiğimiz Pazar günü sizi andık, çünkü okulumuzun 52 yıl önceki öğrencilerinin buluşma günündeydik. İyi niyetle girişilmiş olsa da, aynı mahallede hâlâ oturan eski öğrencileriniz bile, başka şehirde yaşayan benimle haberdar olmuştu, Karşıyaka’da işyeri olan arkadaşlarımız da duymamış.

Çalışanlarla birlikte sayımız otuzu ya buldu ya bulmadı, sanırım bulmadı, biz üç kız öğrenciydik, yani yaşlı öğrenciler, sıralardan emekli olsak da öğrenmekten geri durmayanlar. Âlime ve Olcay matematik öğretmenleri, yani öğrencileriniz,bir de hayalci öğrenciniz bende’niz.

İlkin okulu bulamadım, çünkü hem şekli değişmiş, hem adı. Sokağın adı bile Aydoğdu iken, bakkalından apartmanına bu ad küçücük bir sokağa serpiştirilmişken, okulun adı bağışta bulunan bir ailenin, gene o okul öğrencisi olan, rahmetli oğullarının adıyla değişmişti. Para bağış şartnamesinde baş koşul bu olduğundan, değiştirilmesi teklif dahi (!) edilemezmiş. Okulumuzun adını geri istiyoruz kampanyası mafiş, anlayacağınız.

Ne olurdu, kocaman bir kütüphane, laboratuar, sanat sınıfları yapsalardı da, bu şekilde ödeşilseydi. Okulun adı Aydoğdu kalaydı.

Neyse, hadi bu böyle, ya okulun simgesi eski şapel, girişteki koca alınlıklı, sütunlu tarihi yapı nereye uçup gitmiş? Yerine lojman yapılmış. Bahçedeki ağaçlar, oyun alanları zaten kalmamış. Ek binalarla okul büyütülmüş, kütüphanesi bile var, sıradan olsa da…

Nasıl farklı bir öğretmendiniz… Eğitim enstitüsünde okurken, matematik öğretmeni çıkacakken, ince hastalık kapınızı çalmış, iyileştikten sonra ilkokul öğretmenliğini sürdürmüşsünüz. Herkese anlatacak bir hikayem var, sayenizde…

Bir de siyah beyaz fotografimiz, arkasına dolmakalemle yazıp imzaladığınız ithaf, ‘edebiyatçı kızıma…’

Sizin karatahtaya astığınız bir takvim yaprağındaki Manavgat Şelalesi resmine bakarak sınıfça yazdığımız hikayeyi İngilizceye çevirtip, Doğan Kardeş dergisinde okuduğunuz, dünya çocukları arasındaki yarışmaya yollamıştık. On yaş grubunda birinci olduğum bu yarışma ilk kez milli oluşumdu. Bakanlığın, elçiliklerin, Hindistan devleti ve yarışma yetkililerinin belgeleri, gümüş kupa gelmiş Karşıyaka postanesine, şimdi orası Emniyet Müdürlüğü, eski bir Rum konağı, yollamıştınız beni ödülü almaya. Postacı amcalar badem şekeri tutup kolonya serpmişler, paketimi vermişlerdi, müdür bile odasına çağırıp kutlamıştı, koşturarak okula döndüğümde, o yıkılan şapelin orada beni iki yaşındaki kardeşim bekliyordu, bakıcısı sinemaya gitmiş, bez torbasıyla onu getirmiş okula, ablası n’aparsa yapsın diye, o da hademe teyzenin yanında oturmuş, okulun çanıyla, o zaman zil yerine çan çalınırdı derse girer çıkarken, onunla oynuyor…

Üstümde siyah önlük beyaz yaka, kucağımda ödülüm, cebimde bademşekerleri, bir elimde de, küçük kardeşim, girdik sınıfa, bir alkış koptu, kardeşimin ödü koptu, eteklerime sarıldı.

Evde ana baba kavgası olana yetişirdiniz, ebeveyninden biri ölen, işsiz kalan, yahut bizim sınıfta olduğunca, Manisa’ya yatıp iyileşemeden dönen çocukları avuturdunuz, roller değişip de evlad hasta anasına atalık etmek zorunda kaldığında, onu öğütlerdiniz… 23 Nisan gösteri kıyafetimizin provasına, topluca götürdüydünüz sınıfı, yürüyerek gittiydik, yakındı zaten, bu şenliği hiç unutamam, siyah önlüklü bir koromuz vardı, Dağlarca’nın Üç Şehitler Destanı kitabından okuyan… Her çocuk umulmadık bir köşeden okuduydu şiirini, birinci gelmişti okulumuz. Bunu sonradan  şairine de anlattıydım, arkadaşı olmak onuruna eriştiğimde… Neyse, diyeceğim başka, prova dönüşü, ki bu da ahım şahım giysiler değildi, biliyorsunuz, basma giysilerdi, fırfırlı, şen şakrak, kendi şarkı söyleyen, şen şakran gülen elbiseler… Okula dönüş yolunda karşıdan bir çocuk geliyordu, elinde bayrak gibi tuttuğu sopası, ağzında düdüğü, rap rap yürüyen…

Sınadınız hepimizi, bu çocukta ne gördüğümüzü sorarak… Herkes bir şey söyledi, ben küçük çocuğun şortunun arka cebinden sarkan sapan lastiğini fark ettim, ağaçtan çatalını görmemiştim bile, o kısım cebinde saklıydı zaten, ben taş yerleştirilip çekilen lastiğini görmüştüm, bunu benden gayrı fark eden yoktu. Bir mahalle arasında, kaldırım üstünde sözlü sınava çekiliyorduk, beni yanınıza çağırıp  bi aferin çektiydiniz.’ Herkes hepinizin göreceğini gördü, bu arkadaşınız görülmesi zor olanı gördü, böyle olun hepiniz,’ dediydiniz sonra. Bunu hatırladım o gün,içim cız etti. Keşke her çocuğa kısmet olsa öğretmenin böylesi.

O zaman birbirini çiğnemezdi çocuklar, iyi okul sınavlarında öne geçmek için. Zaten o okullara gitmek sıkardı biraz. Beni annem yollamadıydı, okumak bile gücümüzü aşıyordu, kantinden bir şey almak isteyip alamamak, okulun bir etkinliğine katılamamak misal…

‘Okuyacak çocuğu kimse engelleyemez,’ diye avuttuydunuz,’ okumayacak olana da ne yapılsa boş’… Aynı tümceyi gene Dağlarca söyledi sonradan. Öğrencileriniz çocuklarınızdı, zaten çocuğunuz yoktu, sonradan evlad edindiniz bir kız çocuğunu. Gözlerinizdeki ışığı, ona yaptığınız hazırlığı hâlâ hatırlarım, umarım mutlu olmuşsunuzdur karşılıklı… Bu her zaman olamıyor, ama, bizleri bile unutulmaz anılarla nakışlayan siz, kendi evladınızı kimbilir ne has yetiştirdiniz.

Araya hayat girdi örtmenim, dönüp arayamadım, hatırınızı sorup elinizi öpemedim. Ama gönlüme silinmez şekilde yazıldı; evde babası dağ gibi ve şense, o kız kendinden gür güvenli olur, sınıfta öğretmeni esaslı olan çocuk hayatının sonrasında da dik durur, savrulmaz, en önemlisi de sorusuna doğru yanıtlar alacağı öğretmeni ve yamacına sokulup susacağı yahut kucağına koşacağı büyükannesi olan çocuklar mutludur, şanslıdır, hayattan hem alacaklıdır, hem hayata, evine, işine, ülkesine verimkârdır.

Onları top tüfek yıkamaz…

Bir ramazan günü, sektirmeden tuttuğunuz orucunuzu ve aylardan Ramazan olduğunu unutuverip, aşöğretmenimiz Ahmet Ersoy’un odasında bir güzel kahvenizi içmiş, sınıfa dönmüş, tam sınıf kapısından girerken anlayıp, ah ettiğiniz geldi şimdi aklıma…

Hep incecik, uzuna yakın orta boylu, engin topuklu yahut düz ayakkabılı, etek gömlek, yazsa boydan bir basma entari, kulak hizasında yandan ayrık düz saçlı, öğretmen formasının yaka ve kol kapakları beyaz, kolalı patiskadan, kürsüsü örtülü, vazosu çiçekli makamında oturmayan, hep kara tahta başında, öğrencilerinin arasında, heyecanlandığında dudaklarını uzatıp coşkusunu ele veren, notu kıt, öğretmesi muhteşem, atalık etmesi benzersiz bir hanımefendiydiniz.

Siz dünya değiştireli epey oluyor. Şimdi memleket kalktı, oynuyor. Çengiye çalgıya gerek yok, herkes bir makamdan döktürüyor. Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiyoruz, eskileri atıyoruz, dümeni, darbeyi, alayı, kalayı iplemeyen, çalışanla yan yatanın farkolacağı, sorumlu, tarafgir, esaslı, eylemci ve iş bitiren cumhurbaşkanının başkan olarak devlet gemisini en derin ve zorlu sularda yürüteceği bir seçim arefesindeyiz…

Muhalefetin başı kendi adayını, sizin bile sınıfta hiçbirimizi çağırmadığımız şekilde buyurganca çağırıp, sunuyor kamuoyuna, ‘hey sen, habire maraza çıkaran haylaz,' böyle demedi elbet, ben yakıştırdım, görünmeyeni görüp sezdiğimden olacak (!), ‘gel bakalım buraya ince oğlan’ dedi, ahanda bizim adayımız, dedi.

Ne şamata, ne şenlik bundan sonrası, seyreyleyin siz, belki öte taraftan siz bile duyacaksınız. Hiç hatırlamıyorum, tebeşir parçası hedefleyip, öğrenciye attığınızı, böyle yapan erkek öğretmenler çoktu o zamanlar, ‘eti senin, kemiği benim hocam’ diye verilirdi çocuklar, okula.

Ama orta parmağınızı kıvırıp kara tahtaya yahut kürsüye vurduğunuz hatırımda, ‘ciddi olalım, ciddi olun çocuklar!’ dediğiniz de öyle…

Seçime giderken yüce Meclis sınıfındaki, belgelenme eşiğinde olan tembel, şaşkın, küfürbaz, hokkabaz, bi dediği bi dediğini tutmaz, sınıfta ve sandıkta çakmaktan başı dönmüş, aklı bi hoş olmuş kimi haylazlar için örtmenim,’ ciddi olun bakalım’, düsturu çekseniz, ah, ah!...

Demekle olunaydı…Kimileri dolunaydı. Ay’ı yıldızı, gül’ü dikeni, lâtif’i, iyi’si, ince’si,, benden âlâsı Şam’da kayısı diyeni, küfürbazı meddahı, ağzına geleni söyleyenle rol çalanı şöyle dursun,  yedi düvel bile…

Kürsüdeki halk külyutmuyor!

Ayşe KİLİMCİ

06.05.2018

 

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.