Tarihten gelen sorunların çözümü, nasıl bir alternatifle aşılır?
13 Ocak 2012 10:56 / 1868 kez okundu!
Değerli okuyucular, bundan önceki yazımda "Nasıl bir Alternatif Politika gerekir?" üstüne düşüncelerimi belirteceğimi ilan etmiştim. Araya uzun zaman girmesinden dolayı özür dilerim.
***
"Alternatif Politika"dan ne anlamak gerekir? Klasik Marksizmden dersler çıkarmış, onu "aşan" 1980 öncesi alışkanlıklarımızı terk eden, Yeni Demokratik Sosyalist bir "SOL-POLİTİKA"yı anlamak gerekir. Neden bir SOL-POLİTİKA?
Bu soru oldukça önemli. Bunu yanıtlarken gerek Osmanlı döneminde, gerekse onun bir devamı olan T.C.'yi de içine alan, yüz yetmiş küsür yıllık egemen sınıfların tekrarladığı ve hiç bir zaman söylediklerini yerine getiremedikleri "Demokratikleşme"yi kimlerin başarma yeteneği vardır ve "Demokratikleşme kime yarar?" sorularıyla birlikte ele almak gerekir. 3 Kasım 1839'da başlayan Tanzimat hareketiyle, o zaman Osmanlı ve bugün adı T.C. olan devlet, ne hikmetse hiçbir dönem kendi isteğiyle bir yenileme yapmamış. Dış değişme ve gelişmelerin etkisiyle söylemiş olduğu sözü de yerine getirme yeteneğinden yoksun olmuştur. Yüz yetmiş üç yıl sonra da Türkiye'de egemen olan politik güçten (hegemonyacı siyasi erk) demokratikleşmeyi beklemek, sadece hayal ve "liberal-okumuşların" sanal alemde oynanması istenilen ve bir komedinin tekrarından öteye geçmemektedir. Aynı oyunu yüz yetmiş üç yıl oynamak, dünyanın başka hiçbir yerinde görülmez. Bunu yazarken bile insan hicap duyuyor. "muasır medeniyet, küçük Amerika, çağ atlayan Türkiye", şimdikilerde "ileri demokrasi" diyor. Bu süre içinde binlerce politik oyuncu, on binlerce dalkavukları geçti. Ne acıdır ki, bizler hala onu aymazca seyrediyoruz. Bu normal bir durum değil. Bir ülke halkına sunulan bu illüzyona son verilmesi gerekmez mi? Daha önceki hükümetler ve şu an iktidarda olanlar demokratikleşmeyi, sadece milleti oyalama ve sindirme oyunu olarak kabul ediyorlar. Şunu çok iyi anmadan umulan asla gerçekleşmeyecek. Demokratikleşmeyi, politik erki elinde bulunduranların dışında, ondan ekonomik, politik, kültürel yararı olanlar başarabilir. Artık demokratikleşmeyi bir oyun olmaktan çıkaracak güçlerin düzenin dışında, asıl muhalif güçlerin olduğunu görmek gerekir. Bunları katagorik olarak söylersek, Kürtler, Aleviler, emekçiler, kadınlar, diğer kültürel, dini azınlıklar ve Türk yoksullarıdır. Demokratikleşmenin asıl sahipleri, kaderini bu topraklara bağlayan, binlerce yıldır burada biçimlenen ANADOLU halkıdır. Ne zaman halkın gerçek temsilcileri erke gelirse demokrasi o zaman gerçekleşir, sorunlar çözülür, zülüm biter ve halk mutlu olur.
Bunu böyle söylemek yetmez. Bir de madalyonun diğer yüzü vardır. Neden bir halk yüzlerce yıldan beri, böyle köle ruhlu duruma getirilmiş, her seferinde kendini ezenlerden medet beklemiştir? Bunun da bir çok nedeni olduğu açık. Başta sosyolojik nedenler olan ANADOLU'nun çok kültürlülüğü; egemen güçler Anadolu'nun çok kültürlülüğünü, farklı etnik kökenleri kendi iktidarları için avantaj olarak görmüşler, bir kültürü diğerine karşı kullanmayı kurnazca becerme alışkanlığı edinmişler. Etnik farklılıkları, ayrı inançları birbirine karşı kışkırtıp, onları birbirine kırdırmışlardır. Önce Osmanlı devşirme orduları, sunni inançta olan halkı Türkmenlere (Alevilere) karşı kışkırtıp, yüz binlerce Anadolu insanını katletmişlerdir. Buna karşı direnen Torlak Kemal ve Börklüce taraftarları yenilmiş, kırımdan geçirilmişler. Yavuz Selim zamanında Kadı Ebu-Suud Efendi'nin fetvasıyla bir gecede kırk bin "Kızıbaş"ın başı kesilmiş. Bu katliamlardan sonra, Anadolu Alevileri dağlarda, yol gitmeyen sarp arazilerde şehir ve kasabalardan uzak yerlerde kapalı toplum olarak yaşamışlar. Yine bir kısmı da (Yürükler-Tahtacılar), yaşamını sürüleriyle dağda kapalı bir toplum olarak sürdürmüşler. Böylece Alevilerin ezici çoğunluğu 1950'ye kadar bu kapalı toplum şeklinde, devletin dışında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu katliamlar kesilmemiş, T.C. sürecinde de devam edmiştir. 1920 yılının başında, Koçkiri'de, 1938'de Dersim'de, 1978'de Maraş'ta, 1992 Sivas'ta, 1995 Gazi mahalesinde sürüp günümüze kadar gelir. Bugün de, Anadolu halkını Kürtlere karşı kullanıyolar. "Vatan bölünüyor" safsatasını politik rant elde etme aracı olarak kullanıyorlar.
Zaman gelmiş, Doğuda Kürtleri Ermenilere karşı kışkırtıp Hamiye-Alayları oluşturmuşlar. Ermenilerin malları talan edilmiş, insanlar kırımdan geçirilmiş.
İkinci neden, politik erkle, dini inancın tek elde toplanması. Batı'da olduğu gibi ikili bir erk değil de, monotik hükümranlık, söz konusu din ve politikanın sultanda toplanması, Osmanlı erkini güçlendiren en önemli etkenlerden biridir. Din Osmanlı egemenliği için önemli bir politik silah olmuştur. Osmanlı hem hükümdar ve hem de halifedir. Yeryüzünde İslam aleminin temsilcisi olduğunu ilan eder, ona karşı gelmek "Allah"a karşı gelmeyle eş anlamlı olarak kabul edilen gerici-bağımlı bir kültür oluşmuş. "Devleti-Ali Osmaniye"nin baakası her şeyden evel gelir. Bugün de farklı sözlerle aynı anlayış devam eder. "Söz konusu olan vatansa gerisi tefaruattır." Halk devlet için vardır. Halk köledir, kuldur. İtaat etmesi gereken bir kitledir.
Dünya yerinde durmuyor. Avrupa'da demokratik gelişmeler süreci başlamıştır. Osmanlı da bu gelişmelerden etkilenir. Böylece Tanzimat Fermanı'yla birlikte bazı formal değişimler yapılsa da, gerçek anlamda Batı olan "Demokratik" gelişmelerin Osmanlı'da olmasının sosyal, ekonomik, ne politik ve ne de kültürel bir alt yapısı vardı. Gülhane-Hattı Hümayunu sadece üst devlet erkince yürütüldüğü için de fazla bir yenilik getiremedi. Bu yeni politik süreçte de, değişmenin asıl sahipleri yoktu. Bilindiği gibi, 19. y.y. demokrasinin motor gücü Avrupa'da başta işçi sınıfı idi. 1848'de Komünist Manifesto'nun yayınlamasıyla, başta, Almanya, Fransa, Avusturya, İtalya, Danimarka ve İsveç gibi ülkelerde demokratik gelişmelerin başını Marksist Sosyal demokratlar çekiyordu. Osmanlı'da, demokrasinin sahiplerinin olmaması, halkın örgütsüz oluşu gelişmenin önünü tıkayan temel etkendi. O dönemde, Fransa ve Almanya'da okuyan genç Osmanlılarca, Anadolu kültürüne, tarihine, sosyal ve ekonomik yapısına aykırı suni bir ırk ve olmayan bir sınıf yaratmak içinde milliyetçilik hareketleri başlatırlar. Bu politik gelişmeden Anadolu halkının hiç haberi yoktu. Daha çok dışardan gelen Osmanlı askeri bürokrasisi tarafından yürütülmesi en büyük handikaptı. Sadece Milliyetçilik olarak değerlendirsek bile, bunun alt yapısı yoktu. Bunların klikler olarak devlet içinde örgütlenip varlıklarını sürdürmeleri, milliyetçilik düşüncesini savunanların işine yarıyordu. Kendilerine büyük politik, ekonomik kazanç sağlıyarak gelecekte oluşacak yeni devetin politik ve ekonomik gücünü elinde bulunduran kadrolar olarak varlıklarını sürdürdüler. Çoğumuzun bildiği gibi, milliyetçilik bir burjuva ideolojisidir. Burjuvazi iktidara geldiğinde nasyonal ideoloji de gelişmeye başladı. Türkiye'de iktidarı alacak bir burjuva olmadığı için de, darbelerle devleti eline geçirme ve servet biriktirmek şebekeleri olarak, devletin de içinde örgütsel varlıklarını südürdüler. İttihatçılar, onun bunun mallarını gasp etme kriminal (bugünkü gibi çeteleşme) örgütlenmeleri gibi devlet gücünü kendi politik ve ekonomik amaçları için kullandılar. Ermeni, Rum, Yahudi mallarını gasp etme servet elde etmeye kaynak olur. Ittihatçılarla başlayan bu çeteleşme devam eder. T.C. kuruluşunda bunlar etkin politik bir güç olarak katıldılar.
T.C. kuruluşundan 1945'e kadar tek parti iktidarını bu kadrolar devam ettirirler. Bu süreç aynı zamanda batıda faşist iktidarların da ortaya çıktığı sürece tekabül eder. Genç Cumhuriyet batıdaki faşist hareketlerden yararlanır, İtalya'dan ceza maddeleri alınarak, TCK yazılır. Meşhur 141, 142, 146... bunların en tanınan faşist kanunlardır. O süreçte, Adalet Bakanı olan M. Esat Bozkurt resmen faşizmi savunur...
1945'te yenilen faşizmle birlikte tüm Avrupa'da yeni demokratik bir süreç başlar. SB başarısıyla Avrupa'da, komünistlerin ve sosyalistlerin itibarı artar. Faşistler yargılanır. Türkiye de bu gelişmelerden etkilenir. Yine devlet eliyle "Demokratik"leşme başlatılır. CHP'den ayrılan bazı milletvekilleri, C. Bayar, A. Menderes, R. Koraltan...lar DP'yi kurarlar. DP'nin kurulması ve 1950'de iktidara gelmesiyle halkın beklentilerinin hiç biri gerçekleşmedi. Zaten gerçekleşmesi de düşünülmezdi. Gerçek bir demokrasi ne DP'nin işine yarardı ve ne de servet biriktirmek istiyen yeni palazlanmakta olan burjuvazinin işine yarardı. Zaten halk örgütsüz, sadece egemen güçlerin ne vereceğiyle yetinmenin ötesinde aktif politik bir etkisi yoktu. Bu süreçte, Türkiye Nato'ya girdi, ABD ile iki anlaşmalar yaptı. Turuman doktirini ve Marshall Yardım planıyla DP hükümetine 250 millyon dolar bir yardım yapıldı. Buna karşılık, Türkiye Kore'ye asker gönderdi ve içerde ilerici aydınlarını tutuklattı. Unutmayalım, bu sürece denk düşen, ABD'de gerici bir süreç olan Macharty dönemi başlar.
1950'den başlayarak, sermaye cephesinde yine Türk "burjuvazisi" devlete bağımlı ve onun eliyle gelişmesini sürdürür. "Devlet-baba"lığını devam ettirir, her zaman burjuvaziye kol kanat gerer. Sermaye devlet eliyle biriktirilmeye başlar. Fakat burjuvazinin gönlünde yatana göre bir gelişme ve sermaye biriktiremez. Bu devlete bağlımlı olması için de güdüklüğünü aşamaz. Bu durum, ta 1980 12 Eylül askeri faşist darbesine kadar devam eder. Türkiye hiç bir zaman demokratikleşemez. Devlet halk üzerinde baskısnı sürdürürken iki şeyi çok iyi kullanıp, istismar eder. "Din" ve "milliyetçilik" söylemini anti-komünist gerici bir silah olarak kullanır. Bu anlayışla Türkiye söylendiği gibi asla laik bir devlet olamaz. Sürekli olarak devletin bir dini olmuştur. Günümüzde de bu devam ediyor. 1950-1980 arasında geçerli olan propaganda şuydu: "Komünizm bu kış gelecek", "din elden gidiyor" yalanıyla halkı sürekli, Alevilere, ilerici, aydın, sosyalist gençliğe ve Kürtlere karşı kışkırtıyordu. Anadolu yoksul saf gençlerini "Ülkü ocakları " altında örgütleyip ilerici, sosyalist ve komünist düşüncede aydınlara ve gençlere saldırtıyordu.
12 Eylül faşist darbesiyle birlikte, yeni bir sermaye sınıfının tohumları atıldı. "Anadolu Kaplanları" yeni dönemin sermayedarları oldular. Bu yeni sermaye ortaya çıktığı sürece uyumlu olarak bir politika gelişti. Devlet Türk-islam sentezine göre biçimlendi. Bu yeni politika 21. yy. da neo-liberal ekonominin temsilcisi olarak da global sermayenin Orta-Doğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta-Asya ayağını oluşturdu. AKP bu sermayenin temsilcisidir. AKP'nin, elde ettiği devlet erkini asla kimseyle paylaşma anlayışı yoktur. Türk devlet geleneğinde erki diğer güçlerle paylaşma anlayışı olmamıştır.
Buraya kadar, egemen güçler açısından kısa bir değerlendirme yaptım. Amacım burada sosyal tarihi anlatmak değil. Çıkaracağımız bir ders için başlıkları hatırlatmakta yararı olur düşüncesindeyim. Burada söz edilen başlıkların her biri, üstünde sayfalarca değerlendirme yapılacak konulardır. Böyle düşünerek okunursa, yanlış algılamaya yer kalmaz.
Şimdi muhalefet cephesinde, devlet erki içinde yer almayan asıl muhalefet gücüne bakmanın zamanı geldi. Türkiye'de muhalefet cephesinde olan politik boşluk hep varoldu. Burada bir istisnayı da söylemek yerinde olur. 1970-1980 yılları devrimci sol hareketin yükseldiği bir dönemdi. Bu olumlu gelişme ise, klikleşme ve solun iç çekişmeleri yüzünden istenilen başarıya kavuşamadan 12 Eylül faşist darbesiyle dağılıp gitti.
"Yaşananlardan ve tarihten ders almak" oldukça önemli bir belirlemedir. Tarihten ve yaşananlardan ders alınmazsa, gericilerin dediği gibi "tarih tekerür eder". Ne yazık ki Türkiye'de hep benzer olaylar ve benzer politik gelişmeler sürüp gidiyor. Artık 21. yy'da yaşıyoruz. 20. yy'daki argümanlarla günümüz sorunlarına politik çözümler bulmak zor ve Globalistlerin neo-liberal hegemonyasına karşı, alışıla gelen anlayışlarla ve benzer algılamalarla alternatif politikalar oluşturmak mümkün değil. 20. yy devlet politikaları liberal ekonomiye göre oluşuyordu. Bir de liberal ekonomiye karşı bir alternatif "reel sosyalizm" vardı. Ogünkü politikalar buna göre oluşuyordu. Aynı zamanda 20. yy emperyalizm çağıydı. Sermaye dünya çapında rakabet içindeydi, girdiği krizleri iki savaş çıkararak atlattı. Dünya kaynaklarını kendi aralarında paylaşmak için emperyalistler arasında savaş oldu. On milyonlarca insan bu savaşlarda, kendi düşmanları için birbirini boğazladı. Artık egemenler için insanların birbirini boğlamaktan vazgeçmeyi öğrenmeleri bile, dünya barışı açısından çok önemli bir gelişme ve ilerleme olur.
21. yy emperyalist sermayenin bir doğası gereği olarak, sermayenin dünya çapında birleşmesidir... 21. yy'da yaşanan krizi Globalistler kendi aralarında savaşmadan, dünya haklarına ödetmek istiyorlar. bunun için de bölgesel savaşlar ve iç savaşları kışkırtacaklar. Kuzey Afrika'da olanlar ve Suriye'de olanlar buna çok güzel örnekler. Artık, Alman, ABD, Fransız, İngiliz, Japon, Çin, Türk sermayesi söz konusu değil. Bunlar her alanda birleşmiş, kendi gücü oranında dünya halkları sömürüsünden pay alıyorlar, doğayı tahrip ediyorlar. Politik alternatif olacak bir gücün, Türkiye'de şu slogandan vaz geçmesi gerekir: "Anti-emperyalizm" 21. yy'da anti-emperyalizm sadece sanal, yaşamda karşılığı olmayan 20. yy'da kalan nostaljidir. Bu sadece yerli Global sermaye ile birleşen büyük sermayeyi görmezlikten gelen, nasyonalist bir bakıştır. Bu da halkı köleliğe ve globalizme mahkum etmektir.
20. yy'da. örgütlenme, emperyalist döneme ait argümanlarla Lenin tarafından "Emperyalizm" tahlilinden oluşan bir anlayışa göre oluşuyordu. Bu doğru bir tanım da olsa, artık sürecini doldurdu. ikinci bir nokta, "proletarya diktatörlüğü". Bugün böyle sırf işçi sınıfından oluşan politik bir güç de yok, böyle bir gücün oluşmasının koşulları da yok. Bugün dünya çapında, örgütsüz yoksullar ve her tür üretim yapan emekçiler var. Bunlar işçi, mühendis, teknik insan, doktor, hemşire, bilgisayar kullanıcısı, yani her türlü mal ve hizmet üreten emekçiler var. Yoksullar var. Türkiye'de sistemden zarar gören Kürtler, emekçiler var, Aleviler var, kadınlar var... Yani potansiyel olarak milyonlar var. Bugün bu milyonlar kendilerini yok edenleri izliyor. Nedeni ise politik alternatifin olmaması. Bu milyonların potansiyelini politik bir güce çevirecek bir örgüte ihtiyaç vardır. Yüz altmış küsur yıldır, daha temel sorunları bile çözülmemiş bir ülkede aslında politika yapmak bir anlamıyla çok kolay. Diğer anlamıyla otuz küçücük parçalara bölündürülen örgütlerin varlığı sorunun en zor olan yanı. Ayrıca artan ırkçı milliyetçilik Kürt ve Türk emekçileri arasında güvensizlik yaratmış, dost olması gereken halklar düşman kamplara bölünmüş. Bunların önüne geçilmeden Türkiye'de politik alternatif olunmaz. Var olan örgütlerin tümü kendini feshetmeli, gerçekten sisteme alternatif bir politikada samimi iseler, yeniden bir araya gelip geçmişi aşan, yeni, ileri, farklı insani değerleri temel alan politikalarda birleşebilirler. Adalet, özgürlük, eşitlik, barış, doğa ile barışık yaşamak, farklılıklara saygı durma temelinde birleşmek Anadolu halkının yararına olur. Bu değerler, insanoğlunun on bin yıllık uğrunda savaşıp tam başaramadığı değerlerdir. Bu değerlerin sahipleri politik yaşama aktif katılmadan ve kendi varlıklarını devlet erkinde hisettirmedikleri sürece hep ezileceklerdir ve yoksul kalacaklardır. Hiç bir egemen güç kendi isteğiyle en ufak bir hakkı insanlara vermemiştir. İnsanların ancak haklarını dövüşerek elde ettikleri on binlerce kez kanıtlanmıştır. Önümüzde yeni bir anayasa süreci var. Sisteme alternatif olan güçler bu süreci iyi değerlendirirlerse, meclis dışında STK olarak aktif sürece katılırlar. Kendi anayasalarının nasıl olmasını TBMM dayatmaları mümkündür. Anayasa gibi ciddi bir konuyu, sadece meclise bırakmak demek, AKP ve diğer sistem politiklarının dayatacağı anayasayı kabul anlamında olacak.
AKP, 21. yy'da neo-liberal politikanın Türkiye versiyonudur. Halkın hiçbir temel sorununu çözecek yetenek ve düşüncede olan bir politik hareket değildir. Bugün militarist klikle aralarında olan kavga, sadece iktidar olmanın ve pastada pay almanın kavgasından öte bir anlamı yok. AKP sadece kendine yönelik olan millitarist örgütlenmeden hesap soruyor. Diğer katliamların hesabını sormak gibi bir niyeti de yok. İktidarı paylaşma anlayışı, Türk devlet geleneğinde olmayan bir anlayıştır. Tek başına hükmetme geleneksel bir politik kültürdür. İster Osmanlı olsun, T.C. olsun, iktidarı ele geçirenler diğerleriyle paylaşmak istememişlerdir. Bu yüzden, kardeş katilleri, arkadaş katledilmeleri, politik suikastlara günümüzde bile tanık oluyoruz. İktidar edenler rızalarıyla hiç bir kimseye en ufak bir hakkı reva görmemişlerdir. Bunun içindir ki, halkın temel sorunları hala çözülmemiştir.
Türkiye 21. yy'a çözülmeyen temel sorunlarla girmiş. Temel insan hakkı olan eğitimin her aşaması paralı duruma getirilmiştir. Sağlık konusunda yine benzer bir durum var. Bastır parayı al sağlık hizmetini. Paran yoksa, sana ölüm yakışır. Ulaşımda her gün ortalama 25-30 kişi trafik kazalarında ölüyor. Politikacılar ve taraftarları müteahhitler durmadan kara yolu inşa ediyor. Hakın parasıyla halk için ölüm yolları yapılıyor. Konut, bir başka temel sorun. Devlet eliyle zenginleşen inşaat firmaları, insanları diri diri mezara koyuyor. Bu mezarlarda otururken, onlara layık görülen sadece mutlu ölüm oluyor. Bunu en son Van depreminde yeniden yaşadık. Doğal çevrenin katledilmesi ve GDO'lu besinler halkın yaşamını tehdit eden başka büyük bir bela. Çevre kirlenmesiyle artan kanser vakaları kadınlarımzın kabusu oluyor. Diğer yönden, alerji vakaları, salgın hastalıklar temel etkeni çevre kirlenmesi ve beslenme bozukluğu. Bundan 30 yıl önce yediğimiz, domates, hıyar, lahana, turp, marul, elma armut, karpuz... artık yok. Hibrit (ürün vermeyen kısır) tohumlar devlet eliyle, iktidar yandaşları ithal yolu ile halka satıp, hem parasını hem de canını alıyorlar. Tüm bunları çözecek programlara sahip politik bir alternatife Türkiye'nin ihtiyacı var. İnsanlar yaşamak istiyorlarsa, kendilerini kendilerinden başkasının kurtaramayacağını görmelidirler. Yoksa, Globalistler tarafından yok olacaklar.
Bahattin SEVEN
13.01.2012
Son Güncelleme Tarihi: 13 Ocak 2012 12:08