Ortasu ile Gülyazı’nın ortasında…
14 Ocak 2012 10:52 / 1916 kez okundu!
Pırıl pırıl bir hava karşılıyor beni Diyarbakır’da. İlk kez geldiğim bir şehrin kendini beğendirme işvesi olmalı bu diyorum kendi kendime. Gelir gelmez mucizevî bir sıcaklık ve rahatlık hissi duymuş olmam da düşündürüyor bunu.
Uçaktayken pilotun hava sıcaklığını sıfır derece olarak anons ettiğini hatırlıyorum. Bu kadar güzel bir hava nasıl olur da sıfır derece olabilir sorusuna yanıt da benden Diyarbakır’a bir jest: bir şehir bir gönüle girmeyi kafasına koymaya görsün…
Cengiz’i arıyorum, dışarıda havaalanının önünde buluşuyoruz. Onlar da birkaç dakika önce inmişler İstanbul uçağından. İzmir’den gelen bir tek ben varım. Yazar, sanatçı, vekil, politikacı toplam otuz dört kişiyiz. Uludere’nin Ortasu ve Gülyazı köyünde hava saldırısı sırasında yaşamını yitiren otuz dört kişiyi anmak ve yakınlarına başsağlığı dilemek için oradayız.
Ayaküstü birkaç laftan sonra gelen minibüslerle Sur Belediye Başkanlığına doğru yola çıkıyoruz. Uzak değil, kısa bir süre sonra Belediye’ye varıyor minibüsler. Odasının kapısında, gülen bir yüzle karşılıyor bizi Abdullah Demirbaş. Bizden önce gelen Ferhat Tunç da içerde. O da tek tek tokalaşıyor gelenlerle.
Başkanı düşündüğümün aksine, sağlıklı ve neşeli buluyorum. Malum, nicedir "Herediter Derin Ven Trombozu" isimli kalıtsal bir hastalıktan muzdarip. Bu hastalığın tedavisi için yurtdışına gidememesinden dolayı kamuoyu da epeydir haberdar ondan.
İlk havadan sudan konuşmalar güncel Uludere‘de öldürülen köylülere, oradan da haklarında açılan davalara geliyor. Başkan’ın iddianamelere girmiş komiklikleri anlatması Uludere katliamının hüznünü ve kızgınlığını azaltıyor, rahatlatıyor gelenleri. Üzerimize çökmüş kederli hava dağılıyor.
Başkan’ın gülmeyi bilen biri olduğu hastalığını alaya alan konuşmalarıyla da belli oluyor iyice. Açılan onca dava, nicedir çekilen bir hastalık, tedavisi konusunda çıkarılan engellemeler her ne kadar bir yana konulacak cinsten olmasa da bir başka şey var ki bütün bu sıkıntıları da unutturacak nitelikte geliyor bana. İki oğlundan biri dağda gerilla, diğeriyse asker Başkanın... Bu bir baba için onca derdin ortasında kolay bir durum olmasa gerek. Ama o tedirginliğini saklamasa da her şeye rağmen umutlu. Onu dinlerken her kelimesinde o umudu hissedebiliyorsunuz. Sürekli bir şeylerle uğraşarak ya da etkinliklerin içinde olarak kendini meşgul ettiğini ve yaşama öyle tutunabildiğini söylüyor. Dağda çocukları olan ve yüreğinde dağ misali kocaman tedirginlikler yaşayan annelere, babalara aynı yöntemi önerdiğini de ekliyor. Düşünüyorum, gerçekten de başka nasıl ayakta durabilir ki bir insan bunca zorun, derdin, sıkıntının ortasında?
Az sonra çaylar geliyor. Henüz birkaç yudum alıyoruz ki Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel giriyor odaya. Onlar da tek tek tokalaşıyor gelenlerle. BDP İl Başkanı da geldikten sonra süren kısa laflamaların ardından kahvaltı için kalkıyoruz hep beraber.
Hiç kimse arabalara binmeyi istemiyor, harika bir Diyarbakır sabahı; yürümek kesinlikle herkes için en iyisi. Ferhat Tunç ve Rıdvan Turan ile birlikte en arkalardayım. Ferhat Tunç’un sokakta yürümesi hayli zor. Hemen hemen herkes tanıyor onu. Durduranlar hal hatır sorduktan sonra mutlaka bir de fotoğraf çektirmek istiyor. Teklifleri hiç geri çevirmiyor Ferhat. Rıdvan gülerek, ‘Ferhat ile yolda yürümek hiç kolay değil’ diyor.
Tarihi Hasan Paşa Hanı'na ulaşıyoruz bir süre sonra. Seksen küsur yıldır babadan oğula geçen ‘Kahvaltıcı Mustafa’nın renk renk minderlerle kaplanmış kahvaltı odasında hazırlanmış upuzun bir yer sofrası buluyoruz. Bizden önce gelenler çoktan oturmuşlar bile, ne aransa bulunacak zenginlikteki sofranın başına. Ayakkabılarımı çıkarıp odanın en dibinde oturan Abdullah Başkan ile Ferhat Tunç’un arasında bir yer buluyorum kendime.
Uçakta gelirken bir şeyler yemiş olmama kızarak elimden geldiğince birçok şeyden küçük lokmalarla da olsa tadıyorum. Başkan isimlerini söyleyip, küçük hikâyelerini anlatıyor ‘bu nedir’ diye sorduğum kahvaltılık yiyeceklerin.
***
Uludere’ye gitmek için saat 10 gibi kalkıyoruz kahvaltıdan. Malum yol uzun. En az beş saatlik yolumuzun olduğunu söylüyor bilenler… Yeni gelenler, arabaların organizasyonu, kalabalık ve ilgili bir kitlenin etrafta olması yola ancak 11’e doğru çıkabilmemize imkân veriyor.
Diyarbakır’ın nispeten düz tarlalarını metre metre aşarak geçiyor ardarda dizilmiş minibüslerimiz. Üçlü koltuğun ortasında oturuyorum, solumda Yalçın Yusufoğlu sağımda ise Salih Ertural var. Uzun, kısa laflamalarla ulaşıyoruz Mardin’e. Sonrasında İdil, Cizre ve Şırnak.
Yol boyunca en çok yuvarlak biçimde taşlarla örülü küçük kalemsi yerler çekiyor dikkatimi. Ne çok var. Bir tanesini gördükten sonra anlıyorum güvenlik amaçlı siperler olduklarını. Etrafında, içinde kim bilir nelerden kopup gelmiş askerler görülüyor, minibüsler yanlarından hızla geçip giderken.
Özellikle küçük kasabalardan ve köylerden geçerken gündüz nedeniyle kenarlara çekilmiş güvenlik barikatları çarpıyor gözüme. Akşam karanlık bastığında yolların hali geliyor aklıma. Bundan 15-20 yıl öncesinde buralarda konvoyla gitmenin bile ne meşakkatli ve tehlikeli bir iş olduğunu düşündüğümde ise doğal olarak adı faili meçhule çıkan insanların kederi takılıyor yüreğime yeniden.
Yaklaşık iki saat kadar sonra karlı dağlarla çevrili Ortasu köyüne ulaşıyoruz. Saat öğleden sonra dört civarı, hava karardı kararacak. Yerel kıyafetli köylüler taziye yeri olarak seçtikleri dam misali bir yerde sıra sıra dizilmişler. Bizleri epeydir bekledikleri soğuktan kızarmış yüzlerinden ve tokalaştığımız buz gibi ellerinden belli.
Sıraya giren her insan uzatılan elleri iki ellerinin arasına alarak kabul ediyor taziyelerimizi. Sıcacık mahcup bir yüz ifadesi her tokalaşmanın çeşnisi gibi düşüyor üzerimize. Hayatımın en zor taziyesini ülkemin bu uzak coğrafyasında devletin F-16 uçaklarından atılan bombalarla ölmüş otuz dört insan için yapacağımı nerden bilebilirdim ki. Düşündükçe hem hüznüm artıyor hem öfkem.
‘Başınız sağ olsun’ ya da ‘Başımız sağ olsun’ diyerek uzatıyorum elimi ölenlerin akrabalarına. Çoğu Kürtçe yanıt veriyor. Zerre anlamasam da gözlerden gözlerime uzanan bakışların ‘Siz sağ olun’, ‘Soran sağ olsun’ ya da ‘Dostlar sağ olsun’ dediğinden eminim. Bir tek genç olanlar kendilerine uzanan elleri saygıyla ‘Hoş geldiniz’ diye sıkıyorlar. Belki de ben gibi Kürtçe bilmediği anlaşılanlara söyleniyor o Türkçe sözler.
Yan yana konulmuş plastik sandalyelere oturuyoruz. Hava karardı kararacak, soğuyor da; iyice hissediliyor artık. Gençlerden biri kolonya ve şeker tutuyor gelenlere bir tepsinin içinde. Oldukça gür sesli biri gelenleri tanıtıyor diğerlerine. İlk konuşmayı yapması için Sebahat Tuncel’i anons ediyor.
Sebahat, orada bulunmamızın nedenini açıklayan kısa bir konuşma yapıyor. Yaşanan bu son olayda yalnız olduklarını hissetmemeleri için geldiğimizi, acılarını paylaştığımızı, yaşanan hukuksuzluklarda onların yanında olduğumuzu göstermek istediğimizi söylüyor. Hepimiz adına ‘Acınız acımızdır’ diyor.
Meryem Koray da titreyen sesiyle ölümlere dair duygularını paylaşıyor. Herkes üzüntülü. Yüreğimde karmakarışık duygular, taziye yerinin dışına çıkarıyorum gözlerimi, etrafı saran dağlara bakıyorum. Çocukların, gençlerin bombalandığı tepe elimi uzatsam değebileceğim kadar yakında duruyor. Üzerindeki parça parça karlarla başına ak düşmüş bir insan gibi suskun bize bakıyor sanki. Köye hâkim tepelere yerleşmiş askeriye ise tam karşıdaki tepede. Garipsiyorum, daha yakın olmalarına karşın onların o kadar uzak ve soğuk durmalarını.
Bombalanmanın olduğu dağa dikiyorum gözlerimi yeniden. Konuşmalar hızla uzaklaşıp, uğultu misali geride kalıyor. Sanki zorlasam, biraz pür dikkat kesilsem üzerlerine bomba yağan o çocukların çaresiz feryatlarını duyacakmışım gibi hissediyorum. Hele de birbirlerine sarılı bulunduğu söylenen o iki çocuğun. Hiç ayak basmadığım o dağ kovuklarını gözümün önüne getirip, onları biçare halleriyle görmeye çalışıyorum.
Havanın hızla kararmaya başlaması bir yandan, diğer taziye evlerinin epey zamandır bizleri bekliyor olmaları öte yandan zor da olsa ayrılmamızı gerektiriyor ilk taziye yerinden. Aynı şekilde tokalaşıyoruz insanlarla yine tek tek, bu kez veda için. Yüreklerine düşen ateşin yıktığı, soldurduğu kadınlar geliyor komşuların, akrabaların kollarında ağır ağır. Erkeklerin sadece tokalaşmasına karşın onlar baş sağlığı dileyenleri kadın ve erkek ayırmadan sımsıcak sarılıp, öpüyorlar. Henüz birkaç gün öncesinin o büyük acısına rağmen toplam otuz dört de olsa Türkiye’nin batısından birilerinin onların acısını paylaşmaya gelmiş olmalarının şükranı yansıyor yüzlerinde.
Gülyazı Köyü’ne doğru çıkıyoruz yola. Çok sürmüyor, birkaç dakika sonra köyün ortasında kurulu taziye meydanına geliyoruz. Daha geniş bir yerde daha büyük bir kalabalık bekliyor bizi. Tek tek onlarla da tokalaşıp, baş sağlığı dilemeleri tekrarlıyoruz yine. Genç insanlar aynı saygıyla ‘Hoş geldiniz’ diyorlar her birimize. Çocuklar meraklı gözlerle dolanıyor etrafımızda.
Önce Levent Tüzel sonra Ferhat Tunç birer konuşma yapıyorlar gelenler adına. Her söz, dinleyenlere bir yandan yaşanan acıyı yeniden anımsatıp kederlendirirken, bir yandan da barış için birlikte mücadele edilmesinin gerekliliğini vurguluyor.
Genç, yaşlı köylüler gelenlerin etrafında toplanmış, yaşananları anlatıyorlar dertli dertli. Her yeni bilgi dinleyenleri öfkeden kedere, kederden çaresizliğe taşıyıp duruyor. Yaşadıklarından öte en çok insan yerine konulmamalarının, acılarının küçümsenmesinin, kayıplarının kirletilmesinin kendilerini yaraladığını söylüyorlar hep. Onların yüreğine asıl dokunanın ‘Öteki olmak’ olduğunu sözleri de yüzleri de bütün çıplaklığıyla anlatıyor bize. O yüzden de buna dair edilen her söz yüzümüze şamar gibi iniyor. Dertleşiyor olsalar da utanan, yerin dibine girenler bir kez daha acılarına duyarsız kalmayanlar oluyor.
Mezarlığı ziyaret adettendir. Minibüslerle dağın eteklerinde kurulu mezarlığa doğru çıkıyoruz dolambaçlı yolu. Mezarlık bir yamacın eteklerinde. Arabalardan inip biraz da yaya tırmanıyoruz yokuş yukarı. Bir köylü kırmızı karanfiller sunuyor gelenlere. Upuzun dört toplu mezar yapılmış ölenler için. Her iki metrede bir dikilen taşa isim yazılmış olsa da orada o kişinin yattığından belki de kimse emin değil. Bombalanan yere ilk ulaşanların insan parçalarını torbalara doldurdukları düşünülürse hele de.
Karanfilleri, kimi mezarların üzerine bırakıyor, kimi öncesinde yapıldığı gibi toprağa dikmeye çalışıyor. Renk renk sahte, plastik çiçekler dikilmiş mezarlara yer yer. Etrafında taştan ve briketlerden sınırlar yapılmış. Yanımdaki köylüyle konuşuyorum sessizce. Olayın nasıl olduğu, oraya nasıl gittikleri, ne ile karşılaştıkları ve ayaklarımızın önünde yatanların nasıl toplanıp buralara getirildiği konusunda bölük pörçük bildiklerimi canlı bir tanıktan bir kez daha dinliyorum.
Mezarlıktan aşağı inerken öbek öbek toplanmış gençler yaşadıklarını anlatıyorlar yine yakaladıklarına. Hele aralarında henüz 13-14 yaşlarında sarışın, çilli bir oğlan çocuğu var ki sormayın. Heyecanlanıyor konuşurken, ‘Benim en sevdiğim arkadaşımdı. Hiç ayrı kalmadık. Her şeyimiz birlikteydi. Onu dünyada her şeyden fazla seviyordum. Neden öldürdüler ki onu?’ Lafını bitirir bitirmez hıçkırarak ağlarken kendince veriyor cevabını, ‘Devletin canı istedi, öldürdü.’ Belki de bu kadar basit… Devletin canı istedi öldürdü… Acaba küçük yüreğinin acısını başını dayadığı bir omuzda dindirebilir mi? Aşağı doğru inerken onu düşünüyorum.
Bir taziye evi daha var, gelmişken oraya da gitmeli diyor gruba öncülük edenler. Yolu uzun değil. Mezarlık yolundan görünüyor mahallenin ışıkları. Geniş bir bahçede onlarca kişiyi sıraya dizilmiş beklerken buluyoruz yine. Bu kez ateşler de yakılmış, soğuyan hava kırılsın diye. Taziye diledikten sonra bir plastik sandalyeye çöküyorum. Bir iki metre önümdeki ateşe gençlerin yeni çalılar atmalarına takılıyor gözüm. Ateş hızla sarıp sarmalıyor yeni atılan çalıları. İlkay Akkaya’nın okuduğu ağıt ile ateşin içindeki kora dalıp gidiyorum. Böyle haksız, hukuksuz öldürülen insanların geride bıraktıkları ateşi bu ateşle kıyaslamak mümkün olabilir mi? Nasıl yanar bir ananın, babanın, kardeşin, sevgilinin yüreği gidenlerin ardından? ’Ya insan canı bildiğini kol kol, bacak bacak, baş baş topraktan, kayadan toparlayıp çuvallara doldurduğunda ne hisseder?
Yanan ateşten havaya uçan kıvılcımların İlkay’ın ağıtlarını gökyüzüne taşıdığını düşünüyorum. Herkes suskun. O an gökyüzüne yükselen ağıtın vicdanlarımızı yeniden otuz dört canın acısıyla tanıştırdığına inanıyorum. Her şeyden habersiz ateşin çevresinde oynayan küçük çocuklara bakıyorum, nedense daha çok artıyor hüznüm. Dağlara çıkmasını istemediği çocukları, böyle hoyratça bombalayarak mı engelleyecek bu ülke, bu devlet? Anlayamıyorum.
Yerimden kalkıp ateşin ötesinde bir köylüyle dertleşiyorum. Konu, bu ölümlerin duyulmasından sonra maksatlı olarak ağızlara sakız edilen şu kaçakçılık. Oraların ne kadar eski bir işi olduğunu anlatıyor köylü. Babası da, babasının babası da kaçakçılık yaparmış. Tehlikelerini, yaşanmış ölümleri, sakatlanmaları, alınan cezaları dillendiriyor üzüntüyle. Var olan tek doğru dürüst arazilerinin de askeriyeye verildiğini ekliyor konuşmamıza katılan diğer bir köylü.
O ara başsağlığı dilemek için yeniden davet edilen Ferhat Tunç, konuşmak yerine 'Daye daye' adlı bir ağıt okumak istediğini söylüyor mikrofondan. Lakin sözcükler takılıp kalıyor boğazına. Türküsüne başlayamadan ağlayarak sessizce oturuyor yerine. Yanımda duran köylüler de ağlıyor. ’Daye… Acep ne demek’ diye düşünürken Kürtçe 'Anne' anlamına geldiğini öğreniyorum onlardan. Atılan bombalarla parça parça bedenlerinden olurken kim bilir ne çok ‘Daye...’ diye feryat ettiklerini düşünüyorum ölen çocukların, ateşin kıpkızıl koruna kilitlemişken kendimi.
Sözler, ağıtlar, ateş, soğuk, mezar, ölüm… Ortasu ile Gülyazı’nın ortasında kayboluyor yüreğim. Küçük bir çocuk misali acı yüklü diğer yüreklerin arasında ondan ona, ondan ona dokunurken kaybettiriyor kendini. Ardından koşan bir baba gibi kalıyorum orta yerde, nefessiz. Yüreğimin geride bıraktığı boşlukta ‘Altmış lira için kaçağa giden babamı öldürdüler. Şimdi bize ölü parası vereceklerini söylüyorlar. Ben para filan istemiyorum. Ben babamı istiyorum’ diye ağlayan çocuğun sesi yankılanıyor.
Onun bu acılı isteğine karşılık ben, zafer işaretli küçük parmaklarını gökyüzüne dikip, sloganlar atan yaşıtları için yasak, sürgün, hapis, faili meçhul, kaçakçılık, bombalanma, kayıp bilmeden yaşayacakları barış dolu bir ülke istiyorum.
Her gidiş, her el veriş, her çaba, her uğraş, her destek bunun için değil mi zaten?
Baki MURAT
13.01.2012