Tarihle düello değil, mesele sen ne kadar insansın…
27 Kasım 2011 22:48 / 1952 kez okundu!
Hayat hiç aynı kalmıyor, her saniye değiştiriyor kendini. Bir su misali akarken parmaklarımızın arasından, alelâcayip bir karnavalın atlıkarınca koltuğunda batırıp çıkarıyor o muhteşem dönüşümüne bizleri.
Kâh ağlatıyor bizi yavrusu yitip gitmiş bir anne misali, kâh güldürüyor salıncakta bulutlara ayak değdiren çocuklar gibi. An anı tutmuyor, tutamıyor bir türlü.
Hiç bıkmadan, ahlayıp puflamadan zembereği ileriye boşaldıkça, evrenin ortasına düğümlenmiş bir sayaç bizi aslımıza daha çok yakınlaştırıyor sanki. Çünkü ömrümüzden çekip giden her saniye cennetimizin de cehennemin de içimizde bir yerlerde olduğunu keşfettiriyor bize.
İçimizdeki o bilge sarrafa ben vicdan diyorum. O ki derin donduruculara sürülmüş beyinler gibi sonsuza kadar sızlamadan kalamıyor çok şükür.
Bu gerçeği düşündükçe, yaşanan bunca keşmekeşe, kargaşaya, acıya, çaresizliğe, umutsuzluğa rağmen hayatın inadına iyiye doğru aktığına daha çok inanıyorum.
Elbet her fani gibi o iyi zamanların bir an önce evrenin her dokusuna sızmasını istiyorum ben de. Hani dünya gözüyle üç beş de olsa hayatın o mutlu halinden nasiplenmek niyetine.
Düşünsenize, bütün insanlar evrenin her noktasında aynı ihtimamla uygulanacak ilkeleri savunuyorlar, özgürce, eşitçe ve kardeşçe.
Evlerde, okullarda, işyerlerinde, sokakta, kahvelerde, statlarda hayatı var eden bütün varlıkları koruyup, kollayacak prensipler uygulanıyor.
Hiç kimse zerre gocunmadan, enine boyuna yorumlamadan, küçük veya büyük hesapların kirli karanlıklarına dalmadan her faninin doğrusuna doğru, yanlışına yanlış diyebiliyor.
Kim bilir o zaman nasıl bir şey olurdu şu canından bezdirdiğimiz dünya?
***
Kötülüğü yeryüzünden silip atmak mümkün olmazdı belki ama en azından bir fenalık edilmişse, can yakılmışsa ‘Arkadaş kusura bakma ama bu yaptığın yanlış’ diyebilecek bir kültürümüz olsaydı, daha muazzam olmaz mıydı şu âlem?
Doğrularına ‘eyvallah’ denilen her faninin hatalarının, yanlışının, kötülüğünün olabileceğini gönül rahatlığıyla, gocunmadan kabul edebilseydik mesela.
Her kişiyi eksiksiz pürü pak belleyip, can yakan yanlışlarını bile bile görmemezlikten gelmeyi maharetten saymasaydık örneğin.
Zamanında yapılmış hataları, günahları hasıraltı etmenin utancını yüreklerimizle hiç tanıştırmamış olsaydık ya da.
Deve kuşu misali kafamızı kuma gömdüğümüzde sadece canımızı yakan meselelerin nerede filizlenip boynumuza dolandığı gerçeğini atladığımızı fark edebilseydik sözgelimi.
Faraza kendimize yakın bildiğimiz birilerinin işlediği günahlara sorgusuz sualsiz vicdanlarımızın gözünü kapatmayı marifet bilmeseydik.
İnsan olanın canını acıtan, vicdanını sızlatan her yanlışı göre göre, o kıyımların mesuliyetini taşıyanlara ısrarla toz kondurmamalarla geçmeseydi ömrümüz.
Onca yıl sonra dahi, geçmişin kanlı günahlarını aklamaya çalışan zavallılığı bedenlerimizle hiç tanıştırmasaydık yani.
‘Her tarihi olayı kendi zamanı içinde değerlendirmek lazım…’ türü empati yoksunu ahkâmlarla, ‘Devrim, şiddet ile gelir…’ cinsinden faşistimsi soytarılıklarla, ‘Onlar da ihanet içindeydiler…’ türü beyhude iftiralarla yaşanan acıları umursamaz bir ahlaksızlığı hiç tatmasaydı vicdanlarımız.
Hani sözün gelimi çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek; her daim zulme zulüm, günaha günah, ayıba ayıp, cinayete cinayet diyebilmeyi doğar doğmaz öğrenebilseydik keşke.
Gündelik politik çekişmelerin kısır döngüsünde bu denli heder olur muydu ömürlerimiz?
Vicdanlarımız bu kadar yaralanabilir miydi?
Aklımız bu denli kötüyle fingirdeşir, bedenlerimiz bu kadar kirlenir miydi ret cephelerinin çamur deryalarında?
Bu kadar ‘astığı astık, kestiği kestik’ bir sistemin dişlerinde öğütülebilir miydik kolayca ve çaresizce?
Onca katliamlarımız, katillerimiz, hukuk ihlallerimiz, faili meçhullerimiz, siyasi kayıplarımız, yok yere ölen askerlerimiz, dağa çıkan evlatlarımız, hesapsız yaşayan zümrelerimiz, hamutuyla götürenlerimiz, hırsız müteahhitlerimiz, sorumsuz yetkililerimiz, kadın cinayetlerimiz, trafik canavarımız, sokak çocuklarımız, bombalanmış köylerimiz, zehirlenmiş doğamız, kirlenmiş denizlerimiz, kuruyan göllerimiz olur muydu?
Bu çağda dahi eski veya yeni kurgulanan ‘ölümleri, yakıp yıkmaları, yerden yurttan etmeleri’ buz gibi bir duygusuzlukla kutsayabilen sevgiden nasiplenmemiş çocuklarımızla övünebilir miydik?
***
Israrla ve inatla yaşanan acıları yok sayarken insan olmanın en güzel taraflarına aklımızın, vicdanımızın gözlerini kapatıyoruz. Kör edip, özürlü bırakıyoruz bedenlerimizi.
Bu çağda, tarihimizin görüp göreceği en barbar kıyımda katledelilen 13,800 Dersimli’den bahsederken aerosol ile öldürülen sineklerden konuşur gibi soysuz bir edayı yüzlerine kuşanabilenler var hala.
Devletin planlı programlı kanlı ‘ıslah’ projelerini arsızca ‘Devrim koşullarında böyle şeyler olur’ menfurluğuyla aklarken, çoluk çocuk demeden yapılan katliamları, kadınlara tecavüzleri, yerden yurttan etmeleri, yakıp yıkmaları da rezilce akladıklarının farkında bile değiller. Onca canlı tanıkların, belgelerin, delillerin gün gibi ortada dolaşmasına aldırmadan vahşi kıyımları ısrarla haklı göstermeye çalışıyorlar.
Kendi tarihlerinde işlenmiş onca insanlık suçunu fiske ayıplamaz, yapılanları ısrarla haklı göstermeye çabalarlarken Hitler, Mussolini, Stalin’in, Pol Pot, Shuarto, Pinochet, Miloseviç, Karaciç, Mladiç, Bush, Saddam, El Beşir, Bin Ali, Kaddafi, Esad gibilerini yaşattıkları acılar konusunda eleştirmenin sadece iki yüzlülük olacağını göremiyorlar bile.
Ne amaçla olursa olsun binlerce insanı katletmenin, bir coğrafyanın aylarca kan kokmasının, derelerin günlerce kıpkızıl akmasının, hayvanlar gibi kara vagonlara yüklenen insanları yurtlarından sürmenin tek kelimeyle sadece ‘bir insanlık ayıbı’ olabileceğini haykırabilme erdeminden nasiplenemiyor dilleri.
‘Benim devletim, partim, liderim yapmışsa haklıdır’ karanlığına saplandıkça yalnızca kendilerinin değil bütün insanlığın şakulünü kaydırdıklarına aldırmıyorlar hiç.
Yılların yalanlarıyla kendilerini, sevdiklerini, dünü, bugünü, yarını yani bütünüyle bir hayatı aldatmaktan vazgeçmiyorlar. Tapındıkları tarihin devasa günahları mevzu bahis olduğunda onlara dair bütün düşünceleri pürü pak kesiliyor aniden.
Bu kadar mı nefret kuşanır diller, bu kadar mı küspeleşir yürekler, bu kadar mı sağır edilir vicdanlar bu kadar mı ihanet eder hayat denilen mucizeye dimağlar, anlamak zor.
Ne derseniz deyin siz. En rezil metotlarla, en kirli hesaplarla tezgâhlanıp üstüne yok sayılmış, yasaklanmış bütün tarihsel hatalarla hesaplaşmadıkça güneş değmiş kar misali erimeye devam edecek insanlığımız.
Geçmişte yaşanmış kıyımları dahi ısrarla görmemezlikten gelirken, bugünün hukuksuzluklarına dair 'Hukuksuzluk var' diye feryat figan etmelerin hayata samimi gelmemesinin sebebi de budur zaten.
Çünkü ‘Her yeni hukuksuzluk cüretini mutlak hesabı kapanmamış eski bir adaletsizlikten alır.’
***
Hayat hiç aynı kalmıyor, her saniye değiştiriyor kendini.
Bir su misali akarken parmaklarımızın arasından, alelâcayip bir karnavalın atlıkarıncalarında yaşatıyor görkemini bizlere.
Kâh ağlatıyor kâh güldürüyor. An anı tutmazken, ömrümüzden çekip giden her saniye bize cennetimizin de cehennemin de içimizdeki vicdanımız olduğunu keşfettiriyor.
O yüzden bugün eskiye dair her sorgulama, tarihin tozlarını üfleme, kapanmış örtüleri kaldırma istekleri vicdanlarımızın nicedir terk edildiği körlüğe isyanıdır aslında.
İçimizdeki o bilge sarraf uyanıyor artık. Derin dondurucu fikirlerle dumura uğratılmış beyinlerimizin aksine vicdanlarımız nicedir es geçilen günahların azabıyla tanışıyor.
Ruhlarımıza keder verse de unutturulmaya çalışılan, es geçilen, reddedilen gerçeklerimizle yüzleşiyoruz. Yıllar önce açılan yaralarımızı sarmanın vaktinin geldiğini hissediyoruz.
Hesabı sorulmamış suçlarla adaleti, yok saydığımız acılarla barışı, danışıklı nefretlerle sevgiyi, hasta ruhlarımızla selâmeti buluşturuyoruz.
Acıyı tanıyabilen, yanlışı görebilen, kötüyü iyiden ayırabilen, hatayı kabul edebilen, özür dilemeyi becerebilen çocuklar üreyecek bu gecikmiş yüzleşmelerimizin sonunda.
Yıllardır özlemini çektiğimiz özgür, eşit, demokrat, adaletli, vicdanlı ve objektif insanlar kıpkızıl gelincikler gibi bizim yorgun ve acılı topraklarımızda da boy verecekler gayri.
Yoksa kimsenin ne tarihe kara lekeler misali düşürülmüş acıların sorumlularını mezardan çıkarıp mahkeme etmek gibi bir niyeti var ne kargaşa çıkarıp bölük pörçük olmak ne de tarihle kör bir düelloya girişmek gibi bir derdi.
İnsanlığımızın kaç okka çektiğini test edeceğimiz bir hesaplaşmadır bu sadece.
Çünkü ya içimize hapsettiğimiz marazlarla, problemlerle, yaralarla huzursuz geçecek saatlerimizi aynen yaşayacağız ya da bizi eksilten bütün travmalardan kurtulmuş sağlıklı bir toplum olarak birlikte adımlayacağız yolları.
O yüzden bu geçmişin acılarına her dokunuş iyileşme zamanının geldiğinin net delilidir artık. Amentüsü, yalnızca gerçeğe objektif ve evrensel değerlerle bakabilmek olan bir iyileşmenin hem de.
Atatürk veya diğer tarihsel şahsiyetleri hiç gocunmadan iyisi ve kötüsüyle değerlendirebilmek, hiç kimseye tanrısal bir paye bahşetmeden dönemlerindeki olayları eğrisi ve doğrusuyla öğrenebilmek sadece yaralarımızı sağaltacak, ruhlarımızı sakinleştirecek, acılarımızı dindirecek, ölülerimize huzur bahşedecektir, bu kesin.
Geçmiş veya bugünün olaylarına ne kadar hakşinas ve objektif bakabilirsek o kadar insan olduğumuz çıkacak ortaya çünkü.
Cennetimizin de cehennemin de mekanı vicdanların başkaldırısı iyi ki başladı.
Baki MURAT
27.11.2011