hurkus
|
“At kişnemeleriyle uyandık sabahleyin. Gözlerimizi ovalayarak ayağa fırladık: Türk atlıları kol geziyordu rıhtımda... Susup kaldık hepimiz. Cırlak bir çocuk sesi yükseldi o kadar:
– Ne yapacak şimdi Türkler?
İşin can alıcı tarafı buradaydı, evet: Ne yapacaklardı? Rıhtımdaki tek tük Türk evlerinin balkonlarından alkış sesleri ve ‘Yaşasın’lar yükseldi. Sonra resmi geçit de bitti ve bir ölüm sessizliği yerleşti ortalığa.
Bütün mavunaların içinde kıyıya en yakın olanı bizimkiydi; ilkin biz işittik tellalın bağırdığını...
– Ne diyor, ne diyor?
– Herkes korkmadan kıyıya çıkıp işine gitsin... diyor. Hiç kimseye en ufak bir kötülük edilmeyecekmiş!
– Zafer, herhalde insanların yüreğini yumuşatıyor... diye mırıldandı annem.
– Büyük devletlerin işi bu! Hıristiyanların kılına bile dokunulmamasını emrettiler mutlaka!
– Evet evet! Bugüne kadar dökülen kan yeter de artar bile!
– Bu kadar donanma, bu kadar savaş gemisi burada boşu boşuna mı demirlemiş bekliyor sandınız yani?
Bir tavus kuşu gibi kabarıp gülümseyerek bana yaklaşmıştı Kosta:
– Ya şimdi ne düşünüyorsun bakalım Manolaki... dedi... satın aldığım arazi hakkında? İyi mi etmişim, yoksa Teodoros’a kazıklanmış mıyım söyle?
Öylesine sevinçliydim ki, bin tane çılgınlık yapmış olsa, binini birden bağışlardım o anda!
Artık rahattık mavunada, huzura kavuşmuştuk! Kendi evimizdeymiş gibi yiyeceklerimizi koyduk ortaya: Tuzlu balıklar, yumurtalar, konserveler... ve karşılıklı kibarlık gösterisiyle birbirimize ikrama başladık.
Bu toplu sevinç havası içinde, birden acı bir çığlık koptu, sonra da bir uğultu:
– Yangın!
– Yangın var!
– İzmir’i ateşe verdiler!
Kırmızı siyah alevler yükseliyordu göğe doğru.
– Ermeni mahallesinin oradan geliyor!
– O taraftan geliyor evet!
– Gene Ermeniler ödüyor hepimiz adına! 'İzmir’i ateşe vermeleri imkânsız... Ne kazanırlar İzmir’i yakmakla? Şehir şimdi onların zaten!
Evet, ama biz ne kazanmıştık çekilirken Türk köylerini ateşe vermekle? Yangın gittikçe yayılıyordu. Her sokaktan, her delikten fırlayan, dehşetten çılgına dönmüş yüz binlerce insan, bir anda rıhtıma doğru hücuma kalkmıştı:
– Allahım imdada yetiş!
– Kurtarın bizi!
– Acıyın bize!
Gittikçe daha fazlalaşıyor kaçanlar. İnsanlar birbirinden seçilmiyorlar artık. Ne ilerleyen ne duran, gittikçe kabarıp dört bir tarafa taşan, simsiyah bir ırmak görüyorum sadece. Önde deniz var, arkada ateş ve ölüm! Şehrin dibinden doğru, insanların paniğe kapılmasına neden olan bir uğultu geliyor:
– Boğazlıyorlar bizi!
– Merhamet!
Ve deniz, artık bir set olmaktan çoktan çıkmıştır: Binlerce insan denize atılmakta ve boğulmaktadır artık. İnsan leşleri yarışmaktadır suda. Sokaklar dolmakta, boşalmakta, yeniden dolmaktadır. Gençler, ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar birbirini çiğnemekte ve ölmektedirler. Saldırmalar, süngüler durmadan işlemekte, tüfekler durmadan çalışmaktadır:
– Vurun keratalara!
Akşam karanlığında bir kat daha artmıştı çığlıklar. Sadece, savaş gemilerinin projektörleri, rıhtıma çevrildiği zaman, boğazlaşmaya bir an için ara veriliyordu...
Mavunaya ölmeden erişebilenler, çeşitli mahallelerdeki durumu bir bir anlattılar: Pehlivan’ın adamlarıyla Nureddin Paşa’nın askerleri, önlerine çıkan bütün ev ve dükkânları talan etmekte, yakıp yıkmaktaydılar; henüz ölmemiş erkeklere işkence ediyor, papazları kiliselerde çarmıha geriyor, dayakla yarı ölü hale getirdikleri genç kız ve delikanlıları, mihrabın üzerine uzatıp, ırzlarına geçiyorlardı. Bir baştan öbür başa bütün şehirde, Türk bıçağı habire vuruyor, vuruyor, vuruyordu...
Yangın, gece boyunca devam etmişti. Duvarlar devrilip yıkılıyor, camekanlar uçuyordu havaya, her şeyi yutuyordu alevler, ne varsa eritip yoğuruyordu... Yüzyıllar boyunca göz nuru ve alın teri dökerek ne kurduysa insanlar... Ev, fabrika, okul, tapınak, müze, hastane, kütüphane, tiyatro namına ne yaptılarsa, yanmış, yıkılmış ve sadece bir kül yığını kalmıştı geriye. Simsiyah bir duman ve yanık kokan bir kül yığını!
Dünya başımıza yıkılmıştı işte! İzmir, perişan olmuştu! Ve İzmir’le birlikte bizim de bütün hayatımız!.. Ürkmüş kuş yavruları gibi yüreklerimiz, ümit etmeyi çoktan unutmuşlardı. Amansız bir yıkıcıydı korku; insanları pençesine geçirmiş, yerle yeksan etmişti. Ve ölümü bile yenip susturmuştu sonunda...
Ölümden korkmuyordu artık insanlar; korkudan, terörden korkuyorlardı. Bir hamur yoğurur gibi yoğuruyordu işte insanlığı. Elbiselerden başlıyor, gelip yüreklere yerleşiyordu. Ve emrediyordu o amansız sesiyle: Diz çök Gavur! Çöküyorduk. Soyun Gavur! Soyunuyorduk. Bacaklarını aç Gavur! Açıyorduk. Oyna Gavur! Oynuyorduk. Tükür şerefine, tükür vatanına Gavur! Tükürüyorduk. Allahını inkar et Gavur! İnkar ettik onu da...
Peki ya koruyucularımız ne yapıyorlardı? Ne yapıyordu şeritleri altın yaldızlı amiraller, nazenin diplomatları İtilaf Devletleri’nin, güngörmüş konsülleri? Kameralar yerleştiriyorlardı gemilerin güvertesine ve boğuşmayı filme alıyorlardı! Marşlar çaldırıyorlardı bandolarına, oyun havaları çaldırıyorlardı... ıstırap çığlıklarıyla dualar, tayfalarının kulaklarını tırmalamasın diye! Oysa, ihtar mahiyetinde bir top atışı, bir tek emir... zincirini koparmış saldırganları darmadağın etmeye yeter de artardı belki... Ama yapılmadı o top atışı, o emir verilmedi!” (Benden Selam Söyle Anadoluya, s.220-223)
(Not: Mehmet Coral da kitabına Nureddin Paşa’yı ve Türkleri suçlayan bölümleri almamış.)
|