hurkus
|
Kedi ve Chaplin... - Mehmet Güreli
Davetsiz bir misafirdir bazen eve gelip yerleşen, hayatınıza yeni boyutlar katan. Hatta hiç konuşmayan, gülümsemeyen ve herhangi bir söz dinlemeye de pek niyeti varmış gibi görünmeyen.
Yıllar önce bir kedinin kapının önünde varlığını duyurması, güzel gözleriyle bize bakışı, açık bir biçimde, ben geldim deyişi böyle bir şeydi.
Bugün de aynı sahne tüm canlılığıyla gözümün önünde; kapıyı açmamız ve içeri girişi. Gururla, sakin, kararlı yürüyüşü...
Seçici tavrı, etrafa göz atarkenki benimsemiş bakışları...
Sonra tanışma, konuşma ve yerleşme faslı, kısaca yorucu olmayan, sanki önceden bilinen paylaşım rahatlığı.
Bir adım sonra koltukta kitaplar arasında şekerlemeler, baladları andıran ses çıkarmalar, mırıltılar ve çabuk sona eren bir mutluluk tablosu.
Sevince koşuşturmaların beklenmedik sonucu ve geç kalmış bir fren.
Oysa onu bir trafik kazasında kaybettiğimizden bu yana, o hâlâ yerini koruyor, çünkü onun yerini hiçbir kedi alamadı... Belki de benim kapım başka bir kedi için bir daha açılmadı.
O hâlâ yanımda benim, her gece konuşuyor benle ve diğer kedilerden neden uzak durduğumu en iyi o anlıyor, çünkü parmaklarım ona her dokunduğunda sıcaklığın sevgiye dönüşmesini çok iyi biliyor...
O yüzden şimdi bile gururlu ve sanki ölüme inanmadığını mırıldanıyor, sonra önüne bakıyor, utangaç utangaç koltuğunu özlediğini belli ediyor.
Kadere kadeh tokuşturur gibi patisini parmağıma dokunduruyor ve kayboluyor birden...
Belki de özel dediğimiz ve karşılığını tam olarak izah edemediğimiz şey de budur.
Sadece sizin paylaştığınız anlar ve kime anlatırsanız anlatın o duygu yoğunluğunu tam yansıtamayacağınızdan emin olduğunuz saatler...
Tuhaf bir biçimde yalnız, ama kimseye anlatmak, paylaşmak istemediğiniz bir içe kapanma arzusu...
Sessizce kabullenme ayinini yalnız yaşama duygusu...
Anıların gizemini abartma özelliği...
Ve zaman tüm rahatlığıyla dolaşırken etrafımızda Chaplin’in filmleri geliyor sessizce, kurtarıyor beni.
Onun yaşama direnen mizahının arkasında onu hiç yalnız bırakmayan öfkesi, köpeği her şeyiyle şehre canlılık katıyor, o müthiş kahramanı Şarlo’yu umutsuzluğun, zalimliğin, açgözlülüğün, samimiyetsizliğin ve yetersizliğin kol gezdiği dar sokakların kralı yapıyor...
Buster Keaton’la paylaştıkları sahnede ışıklar onlara eşlik ediyor. Ve Şarlo’yu yaratmak nedir bugün daha iyi anlaşılıyor. Doğru kaynaklardan beslenmiş bir dervişin kendinden emin yürüyüşü büyülüyor hâlâ dünyayı.
Philippe Soupault’nun anlatımıyla:
“O güne değin hiç karanlıkta dolaşmamıştı, karanlıkta yaşayan öcülerden korkardı. Çocukları yiyen kurtların, uğursuz kuşların, dev gibi ayıların öyküsünü çok dinlemişti... Böyle kilometrelerce yürüdükten sonra gözlerini açtı. Faltaşı gibi oldu gözleri; önünde büyük bir ova uzanıyordu, üstelik masmavi bir gökyüzü. Başını havaya kaldırdı: gökyüzünde binlerce yıldız pırıl-pırıl parlıyordu. Öylesine cıvıl-cıvıldı ki gökyüzü, insan şakıyor, türkü çağırıyor sanırdı yıldızları.”
mgureli@hotmail.com
Taraf
|