ForumDuyurular  Yeni Konu 

Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı - Garbis Altınoğlu

23 Temmuz 2012

gerçek inatçıdır

Kürt Ulusal Hareketi ve Geçmişle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı

Garbis Altınoğlu


"Bütün ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinleri üzerine bir karabasan gibi çöker." Karl Marks

"Kürtler'de ağırlıklı yaşanan, kendi egemenleri ve sömürücülerinin sahip oldukları bir devletten ziyade, başka etnik kökenden hanedanlar veya sınıfların hakim oldukları devletlere ortak olmaktan, en kötü uşaklığa kadar giden bir siyasî tarihin resmîyet kazanmasıdır." Abdullah Öcalan

Giriş

Ben bu yazıda PKK'nın, Kürt halkının ya da toplumunun tarihinde önemli bir yer tutan kirli bir geleneğe sahip çıkma ve özü, Kürt halkının/ toplumun feodal önderlerinin Osmanlı-Türk gericiliğiyle işbirliği yapma olan bu geleneğini sürdürme eğilimi üzerinde duracağım. Aslında bu konuya değişik yazılarımda yer yer ve belirli ölçülerde değinmiş bulunuyorum. Ancak, Türkiye ve Ortadoğu jeografisinin devrimci dönüşümünde önemli bir rol oynamaya aday olan ve bağrında önemli bir devrimci potansiyel taşıdığını kanıtlamış bulunan bir halka önderlik eden PKK ve onun yöneticileri, sözünü ettiğim tarihsel kamburdan kurtulmak için herhangi bir adım atmamış, dahası bu kamburu özenle muhafaza etmişlerdir. Bu husus, sözkonusu eğilimin daha kapsamlı bir tarzda ele alınmasını gerektiriyor.

Bu sorunun bir yanı, geçmişte işlenmiş olan ve büyük ölçüde kollektif bir nitelik taşıyan bazı suçlarla yüzleşme gereği ise, bir yanı da başını PKK'nın çektiği Kürt ulusal hareketinin etkisini BUGÜN de hissettiren bu kirli geleneğin etkisinden kurtulmasının yakıcı gereğidir. Böylesi bir kopuşun sağlanamamasının Kürt halkının ve ulusal hareketinin büyük bedeller ve özveriler sonucu elde ettiği mevzileri yitirmesine yol açması işten bile değildir. Bunun dünyada pek çok örneğinin yaşanmış olduğu biliniyor. Böylesi bir eleştirel saptama Kürt ulusal hareketine önyargısız ve objektif bir tarzda bakmayanları ya da bakamayanları şaşırtacaktır belki. Fakat sözünü ettiğim kirli geleneğin, başını PKK'nın çektiği Kürt ulusal hareketinin yöneticilerinin düşünce, öneri ve taktiklerinde yaşamaya devam eden bir eğilim olduğunu anlamak için çok büyük bir zihinsel çaba harcamak gerekmiyor.

Nasıl bir canlının bedensel ve zihinsel sağlığını olumsuz yönde etkileyen faktörlerin üstesinden gelinememesi onun sağlıklı bir yaşam sürmesine engel olacak, hatta o organizmanın zamanla çürümesine ve belki onun erken ölümüne yol açacaksa, ilerici bir siyasal hareketin geri ve gerici toplumsal geleneklerle hesaplaşamaması da o hareketin doğru bir siyasal çizgi izlemesine engel olacak, onun siyasal olarak iflasına ve belki de erken siyasal ölümüne yol açacaktır. Aşılamaması hâlinde bu kirli gelenek Kürt ulusal hareketinin geleceğini de karartabilecektir."Başka halkları ezen bir halkın özgür olama"yacağı ilkesi burada da bütünüyle geçerlidir; Kürt feodal ağalarının ve Kürt halkının bir bölümünün uzun bir tarih dilimi boyunca, Osmanlı ve Türk gerici egemen sınıflarıyla başka ve özellikle gayrımüslim halkların ezilmesinde işbirliği yapmış olması, bu halkın kollarındaki ve ayaklarındaki zincirleri daha da sağlamlaştırmıştır. Bu kirli gelenek onun bugüne değin kendi ulusal devletini kuramamasında da çok önemli bir rol oynamıştır. Buna, feodal parçalanmanın aşılamamasını, Kürt beylerinin, şeyhlerinin, aşiret reislerinin ve savaş ağalarının bir çok kez, bölge devletlerinin ve sömürgeci ve emperyalist devletlerin "böl ve egemen ol" metodu doğrultusunda Kürt halkının öteki bölümlerine karşı savaşmış olmasını ekleyebiliriz. Aşağıda daha ayrıntılı bir biçimde göstereceğim gibi, bu gelenek etkisini PKK'nın tez ve taktiklerinde de hissettirmektedir. Yöneticilerinin -Türk burjuva devletiyle ve ABD ve Batı Avrupa emperyalistleriyle- pek çok uzlaşma ve flört girişimine rağmen PKK'nın Türk gericiliğiyle açık bir işbirliğine girişmemiş olduğu doğrudur. AMA, sözünü ettiğim uzlaşma ve flört girişimleri bugüne kadar başarıya ulaşmadıysa bunu, PKK'nın "devrimci sağduyusuna" ve ilkesel tutarlılığına değil, Ankara'nın siyasal kabızlığı, dargörüşlülüğü ve "Kürt sorunu"nu bazı önemsiz ödünler vererek "çözme" esneklik, irade ve cesaretinden bile yoksun olmasına borçluyuz. Dünya işçi sınıfı ve halklarının tarihsel deneyimi; az-çok tutarlı demokratik ve ulusal kurtuluşçu bir çizgi izlemeyen -ve hatta izleyen- ulusal hareketlerin zafere ulaşmalarının ardından kendi ülkelerindeki ya da bölgelerindeki diğer ezilen ulus ve milliyetlerle gerçek bir dayanışma içinde olmak bir yana onların davalarına karşı duyarsız kalabileceğini, hatta onlara karşı ezen ulusun egemen sınıfıyla ya da emperyalist burjuvaziyle birlikte hareket edebileceğini yeniden ve yeniden göstermiştir ve gösterecektir de. Bu, adıgeçen hareketlerin işçi sınıfının devrimci önderliğinden yoksun olmaları ve buna bağlı olarak demokratik devrim aşamasında çakılıp kalmamaları ve kesintisiz bir biçimde sosyalist devrime geçememeleri hâlinde, onyılları kapsayan büyük özveriler sonucu elde edilen kazanımların yeniden yitirileceğini öngören Marksist-Leninist öğretiyi doğrular.

Eleştirinin keskin oklarını egemen sınıflara yöneltmek, devrimci hareketler için hemen hemen her zaman görece kolay bir uğraş olagelmiştir. Ama ezilen sınıfların, ezilen ulusların ve diğer ezilen katmanların haklarını savunan ve eski toplumsal ve siyasal ilişkileri köklü bir biçimde değiştirmek için savaşan ya da savaştığını savunan örgüt ve hareketler için, eleştiri oklarını kendisine yöneltmek kural olarak daha zor ve daha sancılıdır. Bu saptamanın PKK için fazlasıyla geçerli olduğu söylenebilir. Gerçi Abdullah Öcalan, "Bir parti, kendi adına yapılan bu tutum ve uygulamaların hesabını sormazsa lekelenir, kendi özüne ters düşmüş olur” (PKK IV. Ulusal Kongresi’ne Sunulan Politik Rapor, Köln, Weşanen Serxwebun, 1992, s. 156) demişti. Ancak pratik PKK'nın, içtenlikli ve devrimci eleştiriye hiç de dostça yaklaşmadığını göstermiştir. Oysa, üzerinde yükseldiği tarihsel ve toplumsal zemin, özellikle de Kürt halkının ve PKK'nın kendi tarihi, sahici bir özeleştiri anlayışı ve pratiğinin yaşamsal bir önem taşıdığını gösterir. Aslında, her gerçek devrimci hareket için özeleştiri, sadece sıradan bir gereklilik değildir; onun kusurlarından ve hatalarından arınması için mutlak bir gerekliliktir. Marks'ın, 19. yüzyılın proleter devrimleri için söylediği şu sözler pekala ulusal ve demokratik kurtuluş hareketleri için de bir rehber ilke olabilir:

"Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler,... kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler..." (Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Ankara, Sol Yayınları, 1990, s. 18)

Başını PKK'nın çektiği Kürt ulusal hareketi değişik açılardan eleştirilecektir ve eleştirilmelidir de. Bunu gerekli kılan en önemli faktörlerden biri de şudur: PKK ve Kürt ulusal hareketi ile dayanışma içinde olan devrimci ve ilerici çevre, grup ve kişilerin bu görevi yerine getirememekte, devrimci dayanışma ile kuyrukçuluğu birbirine karıştırmakta, Kürt ulusal hareketine yaslanarak politika yapmaya çalışmakta ve PKK yöneticilerinin ve özellikle de Abdullah Öcalan'ın her sözünde ve eyleminde bir erdem keşfetme hastalığına tutulmuş gözükmektedirler. Türkiye devrimci hareketinin ya da onun kalıntılarının Kürt ulusal hareketiyle dayanışma içinde olan bölümünün bu sakat tutumu, Türkiye solunun 1960'lı, 1979'li ve bir ölçüde 1980'li yıllarda sergilediği Türk milliyetçiliğiyle sakatlanmış tutumun diyalektiksel değil, mekaniksel karşıtıdır. Bunun kökeninde, güce tapma eğilimi ve özgüven yoksunluğu yatmaktadır. Özü, daha önceki devrimci programları ve siyasal çizgilerini ve biçimsel olarak savundukları Marksizm-Leninizmin ilkelerini reddetme ve ayaklar altına alma anlayış ve pratiğinin, yani tasfiyeciliğin yattığı bu tutum, PKK'nın olası bir çöküşü ya da -PKK yöneticilerinin yıllardır önermekte oldukları gibi- düzenle ve devletle stratejik bir bağlaşma kurmaları hâlinde rahatlıkla tam tersine ve tasfiyeciliğin bir başka biçimine, yani sosyal-şoven bir çizgiye evrilebilecektir. Demek oluyor ki, bu yazıda dile getirilecek olan eleştiri PKK'nın yanısıra, bir ölçüde onun milliyetçi ve pragmatist çizgisini ve Türk gericiliğiyle uzlaşma eğilimini görmezden gelen ve çevre, grup ve kişilerin de eleştirisi olarak ele alınmalıdır.

Süryanilere Yönelik Saldırılar

Bu yazıyı yazmaya koyulmam birbiriyle sıkısıkıya ilişkili iki yakın nedenden kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi, son aylarda ve yıllarda Süryanilere yönelik ve içinde Türk burjuva devletinin ve onun üstü örtülü desteğiyle Kürt gericilerinin de yer aldığı saldırıların artmakta olması. (Bunda yurtdışına çıkmak zorunda kalmış olan Süryaniler'in küçük bir bölümünün Türkiye'ye dönmeye başlamalarının yanısıra, bu fazlasıyla sessiz ve içine kapalı topluluğun son yıllarda ulusal ve demokratik haklarını daha fazla aramaya ve seslerini daha fazla yükseltmeye başlamaları önemli bir rol oynamaktadır.) İkincisi ise, Ahmet Türk'ün ve ardından Murat Karayılan'ın yaptığı ve gerici bir Türk-Kürt bağlaşması kurulmasını öneren açıklamalar. Birincisinden başlayalım.

Türkiye'de yaşamaya devam eden bir avuç Süryani'yi hedef alan baskıların en göze çarpanı, Midyat'taki Mor Gabriel manastırı çevresinde yaşanan ve gerici Türk yargısının altına imzasını attığı son hukuk skandalı. Ama; Kürt ulusal hareketini ve Türkiyeli devrimci ve demokratik çevreleri yeni bir sınavdan geçiren bu saldırılar asla Hazine'nin Mor Gabriel'e ait topraklara el koyma girişimiyle sınırlı değil. Türk gerici burjuva basınında çok sınırlı bir biçimde ve sıradan bir haber olarak işlenen ve bazı duyarlı kalemler dışında ilerici ve demokrat çevrelerin âdeta görmezden geldiği bu gelişmelerden birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

*2008'de AKP Mardin milletvekili ve Midyat'ın en büyük korucu ailesinden Süleyman Çelebi’nin aşiretine bağlı Yayvantepe, Eğlence ve Çandarlı adlı Kürt köylerinin muhtarları 1600 yıllık Mor Gabriel manastırının, "köylülere ait" 276 dönüm toprağı işgal ettiği savıyla Hazine’ye başvurdu.

*Almanya'daki Süryani-Asuri örgütleri Mor Gabriel (=Deyrulumur) manastırı hakkında açılan davayı protesto etmek için 25 Ocak 2009'da Berlin'de, 15.000 kişinin katıldığı büyük bir miting yaptılar.

*Hazine, 29 Ocak 2009’da Midyat Kadastro Mahkemesi’nde Mor Gabriel Vakfı aleyhine dava açtı.

*Midyat Kadastro Mahkemesi yerinde keşif yaptıktan 24 Haziran 2009’da Hazine’nin açtığı davayı reddetti.

*Temmuz 2010'da Yargıtay, Midyat Kadastro Mahkemesi'nin Mor Gabriel manastırını haklı bulan kararını bozdu.

*Eylül 2010'da Midyat'ın diyasporadan dönenlerin yaşadığı Anhel köyündeki Mor Kuryakos ve Mor Eşayo kiliselerinde beş hırsızlık olayı gerçekleşti.

*10 Ekim 2010'da Midyat’a bağlı Dergube köyünde Süryani gençler, "Hristiyanların katli vaciptir" diyen kişiler tarafından dövüldü.

*Midyat'a bağlı Elbeğendi Köyü'nde yaşayan Süryani papaz yardımcısı 45 yaşındaki İsrail Demir 2 Mayıs 2012'de, bahçesine giren hayvanlar yüzünden tartıştığı bir çoban tarafından pompalı tüfekle vuruldu ve ağır biçimde yaralandı.
*Eylül 2011'de, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 2009 yılında ders kitabı olarak okutulmasına izin verdiği ortaöğretim 10. Sınıf Tarih kitabında Süryani-Asuriler’in “hain” olarak nitelendiği ortaya çıktı.

*Mardin’deki 14 Süryani-Asuri Derneği, 1 Ekim 2011’de yaptıkları açıklamada, Tarih kitabının "Süryanilerin batılı ülkelerle işbirliği yapan hainler" olarak göstermesini protesto ettiler.

*Almanya'daki çeşitli dinsel kuruluşlar 11 Şubat 2012'de yaptıkları ortak bir açıklamayla Mor Gabriel manastırının korunmasını istediler.

*12 Şubat 2012'de Mardin'in İdil ilçesinde bulunan Süryani Kültür Kardeşlik Sevgi ve Hoşgörü Derneği’ne gece saatlerinde kimliği belirsiz kişilerce saldırı düzenlendi.

*Süryaniler 28 Şubat 2012'de Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'e başvurarak kentte bir Süryanı soykırımı anıtı dikilmesini talep ettiler.

*2 Mayıs 2012'de Mardin'in Midyat ilçesine bağlı Mercimekli (Habsunnes) Köyü’nde bulunan ve Süryanilerin kullandığı 2000 yıllık Mor Loozor manastırının inziva kulesi kimliği belirsiz kişilerce tahrip edildi.

*Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi Doğan Bekin, Süryaniler'in Büyük Asur Devletini yeniden canlandırmak istediğini ileri sürdü:

"Osmanlı döneminde toprakları 28 milyon metrekareye ulaşan ancak şu anda 875 bin metrekareye düşen ülke toprağının bu son çıkarılan yasayla birlikte bu sefer kuvvetle değil, parayla satın alma yoluna gidildiğini belirten Doğan Bekin, 'Büyük İsrail devletinin kurulması için yapılan çalışmaları herkes bilmektedir. Ancak bunu tamamlayacak bir başka önemli faktör de Güneydoğu'da Büyük Asur Devleti ile ilgili toprak satın alma ve toprakların el değiştirme süreci başlayacaktır' şeklinde konuştu." ("Toprak Satışıyla Ortaya Çıkan Yeni Tehlike: Midyat'a Vatikan kolonisi!", Milli Gazete, 23 Mayıs 2012)

*15 Haziran 2012'de Alman Parlamentosu, Türkiye'ye Süryanilerin haklarının güvence altına alınması ve dünyanın en eski manastırlarından Mor Gabriel'in korunması çağrısında bulundu.

*16 Haziran 2012'de Mor Gabriel'in kadim topraklarından bir kısmı Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararıyla ve kesin olarak Hazine'ye devredildi.

*4 Temmuz 2012'de İsveç'te Süryani, Alevî, Ermeni, Kürt örgütleri ortak bir açıklama yaparak Türk devletinin Mor Gabriel manastırına ait topraklara elkoymasını kınadı.

*21 Temmuz 2012'de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Mor Gabriel Manastırı'nı 'Hazine arazisinde işgalci sayan' kararının gerekçesini açıkladı.

Bu olgulara şu tanıklığı da eklemeden edemeyeceğim:

"Sitere Ana, eli kolu ile Midyat ı anlatıyor. Biz, Süryanilerin buralarda güvenli yaşayıp yaşamadığını sordukça, o çevreyi anlatıyor. Israrlı sorularımız karşısında dayanamayarak, Buralarda aşiret var, onlarsa Süryanileri bir de yoksulları eziyor diyor. Eli ile tarlaları işaret ederek Hepsi onların, bizler onların xulamlarıyız diyor. Süryanilerde ağalığın hiç olmadığını söyleyen Sitere Ana, şimdiki aşiret reisi ağaların aynı zamanda korucu olduğunu anlatıyor. Felemeze Cuma, Felemeze Aslan, Süleyman Çelebi, Abdullah Taş isimli ağaların isimlerini bir solukta sıralıyor.

"Ağalardan bahsederken ferman zamanından korktuğunu anlatıyor. Fermanın ise gayrımüslimlerin geçmişte yaşadığı mezalime denk geldiğini daha sonra anlıyoruz...

"(Midyat Süryani Kültür Derneği kurucularından- G. A.) Jacop Gabriel, 1915 olaylarını herkes Ermeniler üzerinde tartışsa da bu felâketin dikkat çekmeyen en büyük mağdurlarından birinin de Süryaniler olduğunu hatırlatıyor. Pek çok Süryani'nin kılıçtan geçirilmesi yüzünden Seyfo olarak anılan sürecin etkilerinin günümüzde de derin olduğundan söz ediyor. Bu nedenle de Süryaniler'in kendi toplumundan olmayanlara karşı mesafeli ve kaygılı olduğunun altını çiziyor...

"Jacob Gabriel, Seyfo'yu anlatıyor bize: 'Seyfo döneminde Süryani nüfusumuzun büyük bir bölümü gitmek zorunda kaldı. Bunun travmasını hâlen yaşıyoruz. 90 yıl geçmesine rağmen yaşananlar unutulmadı. 500 bin insanımız katledildi. Kalanlar dağıldı. Suriye, Irak, Lübnan a gidenler dahi oldu. Hayatta kalanlar köylerde bir süre yaşadılar. Sonra yine gidişler oldu. Ancak geri dönüşler de oldu. 1970'e kadar nüfusumuz epey toplandı. Ancak daha sonra göçler yine başladı...'

"Gabriel net sayısını bilmese de, çok sayıda köylerinin boşaltıldığını ısrarla anlatıyor...

"Örneğin Turize Bagok Dağı nda biri hariç 8 Süryani köyü boşaltılmış. 60 bin dolaylarında olan nüfuslarının Midyat'ta şimdi 450, köylerle birlikte ise 2500 dolaylarında olduğunu söylüyor. Ayrıca Süryaniler'in kutsal ana yurdu olarak gördüğü Mardin, İdil, Dargeçit ve Nusaybin arasından oluşan Turabidin bölgesinde yaşananları da anlatıyor...

"Süryaniler'in feodal düzene bağlı yaşamak zorunda bırakıldığından da yakınıyor. Özellikle köylerin aynı zamanda korucu olan aşiret ağalarına bağlanması ile Süryaniler'in zorlandığını, daha önce terketmek zorunda kaldıkları topraklarına bu insanların hakim olması yüzünden, topraklarına yeniden sahip olmanın güçleştiğine işaret ediyor.

"Gabriel, 'Süryaniler kendilerine ait toprakları ekerdi. Büyük bir kısmı tapuluydu. Zamanla boşalan köyler ve katledilen köylülerin toprağına korucular el koymuştu. Gidenler topraklarını alabilmek için üç katı para ödemek zorunda kalıyor. Kürtler aslında kendi toplumları içinde Süryaniler'i kucaklayalım çağrısı yapmalıdır. Sorunsuz toprakların geri verilmesi gerekiyor' diyor son olarak... " (Yüksel Genç, "Tarihten kalan kent: Midyat", Günlük Gazete, 4 Kasım 2009)

Bugünkü Türkiye'nin Turabdin denen ve Mardin ve çevre illeri kapsayan bölgesinde yaşanan Süryaniler'in 1915'te, kendilerinin Seyfo (=Kılıç) olarak adlandırdığı bir kıyım yaşadığı, bu kıyımda ve Süryani'lerin mallarının yağmalanmasında bölgede bulunan Kürt aşiretlerinin önemli bir sorumluluğu olduğu, Türk burjuva devletinin Süryani'leri hedef alan baskısının tüm 20. yüzyıl boyunca sürdüğü ve şimdi de çevredeki Kürt aşiretlerinin de katılımıyla -daha kısıtlı bir biçimde de olsa- sürmekte olduğu biliniyor. Tabiî, bir zamanlar yüzbinlerce insanın yaşadığı bu bölgede şimdi yaşamakta olan Süryani'lerin sayısının birkaç bini geçmediği, herhangi bir kollektif hakka sahip olmayan bu halkın sesini duyurmanın ve haklarını savunmanın tüm demokrat ve ilerici güçlerin temel görevlerinden biri olduğu da. Ne var ki, bu görevin yerine getirilmekte olduğu söylenemez. Peki, Kürt ulusal hareketi ve onun yöneticileri bu konuya nasıl yaklaşıyor, bu konuda nasıl bir tavır sergiliyorlar?

27 Mayıs 2012'de ANF'nda yayınlanan bir haberde şöyle deniyordu:

"Belçika’nın başkenti Brüksel’de toplanan KNK 12. Genel Kurulu 2. gün oturumları başladı. Yemin töreniyle başlayan ikinci gün oturumları siyasal gündem ile ulusal kongre-konferans hakkındaki tartışmalarla devam ediyor. KNK’nin kurucu üyelerinden George Aryo, Güney ve Kuzey Kürdistan’da Asurilere yönelik saldırıların arttığını belirterek, Kürt örgütlerine saldırılara karşı sesiz kalmamaları çağrısında bulundu." ("KNK Genel Kurulu'nda 'Asuri' eleştirisi") Aryo'nun, "Güney ve Kuzey Kürdistan’da Asurilere yönelik saldırıların arttığını belirt"mesi ve "Kürt örgütlerine saldırılara karşı sesiz kalmamaları çağrısında bulun"ması, çok da üstü örtülü olmayan bir eleştiri sayılmalı. Türkiye'deki Süryani halkının haklarını savunmanın, gene Süryani kökenli bir KNK kurucu üyesine (George Aryo) ya da Süryani kökenli BDP milletvekiline (Erol Dora) kaldığı dikkate alındığında bu eleştirinin hiç de yersiz olmadığı anlaşılabilir. Bellibaşlı Kürt örgütlerinin (KCK, DTK, BDP) Süryani halkına yapılan saldırılara karşı bir eylemi, bir girişimi, hatta bir açıklaması yok gibidir. İnternette yaptığım sınırlı bir taramada ben sadece iki kaleme rastlayabildim: Bunlardan birincisi; 20 Şubat 2011'de Diyarbakır'da toplanan DTK İnanç Komisyonu'nun Sonuç Bildirgesinde, o da diğer ezilen etnik gruplar, dinler ve mezheplerin arasında Süryanilerin adının da yer alması, ikincisi ise Halkların Demokratik Kongresi'nin 11 Temmuz 2012 tarihli açıklamasında Alevîlerin yanısıra Süryanilerin dinsel özgürlüklerinin savunulması ve Mor Gabriel manastırını hedef alan saldırının kınanması.

Daha eski belgelere göz attığımızda şöyle bir durumla karşılaşıyoruz. 20 Mart 2005 tarihli Koma Ciwaken Kürdistan Sözleşmesi adlı belgede ne Süryaniler'den, ne de Alevîler'den, Ezidîler'den, Keldaniler'den, Ermeniler'den vb. söz edilmektedir. Öte yandan, Demokratik Toplum Partisi programında şu tümce yar alıyor:

"Êzidi ve Süryani-Asurî-Nasturî gibi inanç gruplarının kendilerini ifade etmelerinin önündeki engeller kaldırılacak, her türlü ibadet ve eğitimlerine olanak sağlanacaktır." Barış ve Demokrasi Partisi programında ise şöyle deniyor bu konuda:

"Türkiye Cumhuriyeti çok kimlikli, çok dilli, ve çok kültürlüdür. Bu kültürel değerler partimizin övünç kaynağıdır. Türkler, Kürtler, Çerkezler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler, Araplar, Lazlar bu toprakları kendi kültürel değerleriyle harmanlayıp bir kültür mozaiği oluşturmuşlardır."

Az-çok tutarlı ve kişilikli bir ulusal kurtuluş hareketinin Türkiye sınırları içinde yaşayan ve korkunç kıyımlara hedef olmuş olan Hristiyan halkların bugün yaşamakta oldukları haksızlıklara karşı ÇOK DAHA net ve eylemli bir tutum alması gerekirken Kürt ulusal hareketi çatısı altında yer alan örgütler ve onların yöneticileri bu konuda doğru dürüst bir açıklama bile yapmamışlardır. Demokratik Toplum Kongresi eşbaşkanı ve BDP (ve daha önce DTP) Mardin milletvekili Ahmet Türk'ün olsun BDP Mardin milletvekili Gülseren Yıldırım'ın olsun bu konuda seslerini yükseltmemeleri ise bir başka tuhaf ve kabul edilemez tutum. (1) Üstelik bu sessizlik, bugün Midyat ve çevresinde Kürt kökenli bir ağanın (AKP milletvekili Süleyman Çelebi) ve onun aşiretinden köylülerin Türk burjuva devletiyle elele Süryani halkına karşı bir dizi suç işlemekte olduğu koşullarda yaşanıyor. Oysa Kürt halkının ve ulusal hareketinin, gerek bu güncel ve gerekse de çok iyi bilinen tarihsel nedenlere bağlı olarak Süryani halkıyla sıkı bir dayanışma içinde olmaları gerekirdi. "Çok iyi bilinen tarihsel nedenler" derken bir kısım Kürt feodal beylerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk onyıllarında Ermeni, Nasturî, Ezidî halklarının yanısıra Süryani halkına karşı işlenmiş çok ağır suça ortaklık etmiş, bu halklara karşı Osmanlı ve Türk gericileriyle işbirliği hâlinde kıyımlar gerçekleştirmiş ve onların mal ve zenginliklerine el koymuş olmasını kastediyorum. Bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak için bazı araştırmacıların söyledikleri ve yazdıklarına göz atmamız gerekiyor.

Ayşe Hür, bu konuyu işlediği bir yazısında 1914-15 yıllarında çıkarılan bir fermanın bazı Kürt aşiretlerinin Süryaniler'e saldırması için bir kıvılcım anlamına geldiğini şöyle anlatıyordu:

"Fermanın (fermana Fıleh’a denen Hristiyan fermanının- G. A.) Süryaniler'e uygulanmasının en önemli nedeninin devletin merkezî bir kararı olmaktan çok bölgedeki Kürtler ve Arapların Ermenilere yönelik fermanı bir fırsat olarak değerlendirip Süryanilere yönelik katliamlara başladıkları, bunun en önemli nedeninin de bölgedeki Süryani nüfusunun elindeki malları ele geçirmek olduğu inancı oldukça yaygındır...

"Ancak bölgedeki Müslümanların fermanı bir fırsat olarak gördükleri de bir başka gerçektir. Örneğin, Süryaniler bölgedeki Kürt aşiretleri tarafından aşiret kapsamı içine alınmakla birlikte, Ferman sırasında bu aşiretlerin çoğu kendilerine sahip çıkmamış; hatta aynı aşiret mensupları tarafından da baskıya maruz kalmıştır...

"Bölgede Müslümanlar arasında yaygın kanı ve iddia, ferman sırasında Müslümanların çoğu Süryani’yi koruduğudur. Ancak gerek Süryanilerden gerek Müslümanlardan bunun tersi konusunda örnek olayları anlatanlar da vardır. Ferman sonrası Süryani mallarına yönelik yağmanın izlerine günlük dilde hâlâ rastlanmaktadır. Örneğin, birisinin fazla malı olup, eğer bunun fazla emek harcamadan elde edildiğine inanılması durumunda kullanılan, Kürtçe 'bixwin, malê fıla ye' (yiyin Hristiyan malıdır) sözü bunun en tipik örneğidir. Günümüzde bazı Kürtlerin dedelerinin yaptıklarını tasvip etmediklerini söylemelerine karşın yaşanan olayın büyüklüğü nedeniyle Kürtlere yönelik güvensizlik Süryaniler arasında hâlâ çok yaygındır." ("Mezopotamya’nın Kadim Halkı: Süryaniler", 16 Aralık 2008)

İsmail Beşikçi, 23 Mart 2012 de, İstanbul’da gerçekleşen Süryaniler Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada Kürt aşiretlerinin, "bazı Kürd bölgelerinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı yoğun bir şekilde kullanıl"dığını belirttikten sonra İttihat ve Terakki çetesinin, kendisiyle suçortaklığı yapan Kürtleri manevî bir tutsaklık altına almasını şöyle anlatıyordu:

"Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak tasarruf etmek ister. İşte o zaman devletle karşı karşıya gelir. Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna göz yumabilirim. Ama sen de benim görüşlerimi destekleyeceksin. Benim görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi hâlde, bu malı senin elinden alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin görüşleri elbette Kürdlerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir." ("Süryaniler ve Yakındoğu")

Öte yandan, Seyfo Center'ın yöneticisi Sabri Atman 2 Nisan 2012'de yaptığı bir söyleşi sırasında, kendisine yöneltilen bir soru üzerine Kürtlerin rolü hakkında şöyle konuşuyordu:

"1915’te Süryani ve Ermenilere yapılan soykırımda Kürt rolünün de olduğunu ve bir çok Kürt aşiretinin bu uğursuz katliamda kullanıldığını düşünüyor ve söylüyorum. 1915 Soykırımında Kürt tarafının da rolü var ve bu olay örtbas edilmemeli, tam tersine açık bir şekilde incelenmeli dendiği zaman, buna tepkisel olarak gelen, ‘ama Ermeniler Kürtlere falan yerde şunu yaptı’, ‘Süryaniler de Kürtlere karşı….’, gibi ’ama’lı ve gerekçeli yaklaşımı kişi olarak bir çok Kürt sitesinde okuyucu mektupları ve yazıları olarak kısa bir süre önce takip ettim. Konuştuğum bazı Kürt dostlarımın da benzer bir eğilimi, yani ‘1915 Soykırımında Kürt rolünü’’ bilinçli bir şekilde gündeme taşımamayı veya bunun önünü kesmeyi tercih ettiklerini gözlemledim. Bu tercih bilerek yapılan bir tercihtir...

"Bu soykırımda ‘Kürtlerin rolü neydi?’ sorusu sorulsun ve tartışma konusu yapılsın. Arkasından, Abdülhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları neyin karşılığında ve kime karşı kurdurulmuştu? Bunun da arkasından şöyle bir soruyu gündeme getirilsin: 1915 Soykırımı döneminde Hamidiye Alayları dağıtılmıştı, fakat yerine geçen Süvari Birlikleri de Kürtler’den oluşuyordu. Bunların öldürdüklerinin bilançosu çıkarılsın ve talan ettikleri Ermeni ve Süryani malları araştırılsın."

Kendisi de Midyat'ın Mıhallemi halkının yaşadığı eski bir Süryani köyünde doğmuş yazar Orhan Miroğlu ise, Seyfo Soykırım Konferansı'nda yaptığı konuşmada şu bilgileri veriyordu:

"Katliam başladığında, Kürt aşiretlerinin içinden oluşturulan elli kişilik ölüm timleri kuruldu. Bunlara El Hamsin deniyordu. Bunlar yerel halktan oluşturulmuştu ve görev almayı kabul edenler, görevi gönüllü olarak kabul etmişlerdi. Bugünkü koruculuk sistemine çok benzeyen El-Hamsin birlikleri resmî üniforma giyiyor, devletten silâh alıyor ve cephanelerini ordu birliklerinden sağlıyorlardı...

"Merkezî hükümetten gelen emirler ağırlıklı olarak Ermenileri hedef alıyordu ve basitçe tehciri hedefliyordu. Ayrıntılı tehcir programı vardı ama o Ermeniler içindi.

"Süryaniler için böyle bir şeyden bahsedilemiyordu. Süryanilerin kaderi büyük oranda yerel yöneticilerin arzu ve isteklerine bırakılmıştı...

"Ermeniler, düşmanla işbirliği yapmak ve isyan etmekle suçlanıyordu. Ama Süryanilere böyle bir suçlama yapmak mümkün değildi. Turabdin bölgesinde yaşayan Süryanilerin siyasal manada kaderlerini Osmanlı imparatorluğuna bağlamış görünüyorlardı...

"1915’te Kürtler Ermeni ve Süryani katliamında önemli rol oynadılar. Bu rolün öyle sıradan bir rol olmadığı açıktır.
"Hele Süryani’lerin Turabdin bölgesinde yok olmaları tamamen yerel otoritelerle, Kürt ve Arap aşiretleri arasındaki işbirliği sonucunda gerçekleşti...

" ‘Dema fermana fıllaha’ diye başlayan hikayeler Kürtler arasında yıllarca dilden dile dolaştı durdu.

"Ama bu hikayelerde anlatılan insanlık suçunu kabul etmek, Kürtler’e hep ağır geldi.

"Suça ortaklığı kabullenmek söz konusu olduğunda, Kürt aydınlarının iyi bir sınav verdiği söylenemez.

"Aydınlarımız, aşiretlerin katliamlarda oynadıkları rolü tamamen İttihatçıların kışkırtıcılığına bağladılar.

"Oysa, Hamidiye Alaylarını oluşturan güçlü aşiretler çeşitli sebeplerle ama en çok da bu etnik temizliğin bir Hristiyan-Müslüman kavgası olduğuna inandırıldıkları için suçortaklığı yaptılar...

"Kürtler’in katliamlarda oynadıkları rol, soykırımın meydana gelmesinde belirleyici bir roldür. Onlar İttihatçılar’ın propagandalarına gerçekten inandılar, veya inanmak işlerine geldi. Kürtler 1915’ten önce meydana gelen katliamlarda bir suçortaklığı yaşamışlardı ve bu suçortaklığının psikolojisiyle davrandılar...

"Kürt aydını son zamanlara kadar bu netameli tarihî dönem hakkında suskun kalmayı tercih etti ve kendisi de sayısız katliamlara maruz kalmış bir halkın, katliamlardan sorumlu olarak gösterilmesine çok sıcak bakmadı.
"Kürtler’in katliamlardaki rolünün abartılmaması gerektiğini savundu...

"Muhtemelen, merkezî hükümetin -İttihatçıların- Süryanileri sürün ve öldürün diye bir emri yoktu. Ermeni soykırımı üstünde çalışılarak, şimdiye kadar bulunan tüm belgeler, aslında Süryanileri, Ermenilerle beraber yakan ana dinamiğin yerel olduğunu gösteriyor. Hükümet de bu yerel dinamiklere-Kürtlere ve Mıhallemilere çok da müdahale etmek istemiyor ve felâket bu koşullarda gerçekleşiyor." (Seyfo Soykırım Konferansı'nda Konuşma, 7 Mayıs 2012)

İttihat ve Terakki çetesinin Süryanileri özel olarak hedef almadığını söyleyen Fuat Dündar da bu saptamaları doğrular gibidir:

"Nüfuslarının azlığından dolayı, İttihatçılar için öncelikli tehlike olarak pek algılanmayan Süryani ve Nasturîlere yönelik politikalar daha çok yerel yetkililerin ve güçlerin (vali ve mutasarrıflar, askerî yetkililer ve özellikle Teşkilât-ı Mahsusa) inisiyatifinde şekillenmiştir." (Modern Türkiye'nin Şifresi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 349-50)

Öte yandan Abdullah Öcalan'ın, bu yadsıma ve yok sayma tutumunu, hem de Ermeni jenosidi gibi çok daha fazla tartışılmış, belgelenmiş ve kanıtlanmış bir konuda daha da ileri götürdüğünü görüyoruz. O, Ermeni jenosidinden ve Pontus kıyımından esas olarak Ermeniler'in ve Rumlar'ın kendilerinin sorumlu olduğunu ileri sürdüğü 23 Haziran 2006 tarihli görüşme notlarında şöyle demişti:

"Bu söyleyeceklerim Ermeniler tarafından yanlış anlaşılmasın. Ben hiçbir halka ve haklarına karşı değilim. Mustafa Kemal'in öncülüğünde Kürtler ve Türkler arasındaki ittifak sağlanmamış olsaydı, Kürtlerin yaşadığı Kürdistan coğrafyası bugün daha çok parçaya bölünmüş olurdu. Bugün doğudaki toprakların çoğu, Erzurum, Van, Diyarbakır gibi iller, Ermenistan sınırlarında kalacaktı.

"Irak tamamen Araplaşacaktı, Suriye'nin kuzeyinde Asuristan gibi küçük bir devlet kurulacaktı. Kürtlere de Şırnak, Hakkari, belki Siirt illeri verilecekti. Türklere de Konya, Niğde, Nevşehir gibi İç Anadolu'ya sıkışmış küçük bir alan kalacaktı. Bu şekilde oluşacak küçük devletler bağımsız olamayacak, Fransız ve İngiliz emperyalizminin egemenliği altında olacaklardı. Bu küçük devletlerin bugünkü Kürt Federe Devletinden pek farkı olmayacaktı. Ermeniler ve Pontuslar o zamanki emperyalistlere güvenerek onların oyununa gelmişlerdir ve kaybetmişlerdir. Soykırıma uğramışlardır. Çünkü egemen güç olan Osmanlı 'sen beni öldüreceğine ben seni öldüreceğim' mantığıyla hareket etmiş ve bu acı tablo ortaya çıkmıştır." ("4. İttifak Önerisi") Gene o, bu tarihten yaklaşık 5 yıl sonra, bir kez daha Ermeni jenosidinin nedenini Ermen ulusal hareketini yönetenlerin hatalarına bağlarken şunları söyleyecekti:

“Ermeniler katliam ve kırıma uğradılar. Ermenilerin bugünkü durumda olmalarının nedeni dar Ermeni milliyetçiliğidir... Dar Ermeni milliyetçiliğinin bu durumundan da İngiltere sorumludur. Ermenilerin bugünkü sorunlarını aşabilmeleri için dar milliyetçilikten, dinî milliyetçilikten, Hristiyanlığa dayalı dinî milliyetçilikten de vazgeçmeleri gerekir. Bu onlara kaybettirdi.” ("Biz Cumhuriyetten Dışlanan Her Kesimin, Herkesin Partisiyiz", 13 Mart 2011)

Bu söylenenler, gerici Kürt-Türk bağlaşmasının Kürt halkının/ toplumunun kollektif bilincinde ne kadar derin kökler saldığını bir kez daha gösteriyor. Nasıl her bağlaşma birilerine karşı ise, gerici Kürt-Türk bağlaşması da tarihsel olarak, öncelikle Anadolu'nun Hristiyan halklarına ve daha sınırlı ölçüde Osmanlı'yla çatışan komşu devletlere (Çarlık Rusyası, İran vb.) karşı olagelmiştir. Ama PKK özgülünde konuşacak olursak, Kürt feodallerinden devralınan bu Ermeni-karşıtı ve Hristiyan-karşıtı önyargının kuruluşundan itibaren, yani "Ermeni sorunu"nun gündemin yakıcı bir maddesi olmadığı o günlerde bile bu örgütün programatik görüşlerine damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Abdullah Öcalan'ın tartışılmaz yönetici konumuna yükseldiği günlerden çok önce kaleme alınmış olan ve PKK için bir manifesto niteliği taşıyan 1978 tarihli bu belgenin üçüncü basısında şu satırları okuyoruz:

"Yunan-Makedonyalı'lar, Ermeniler, Romalılar, Partlar ve Sasaniler, köleci dönemde Kürtler'in memleketini sürekli işgal eden ve aralarında bir savaş alanına dönüştüren kavimlerdi." (Kürdistan Devriminin Yolu/ Manifesto, Köln, Weşanen Serxwebun, 1984) Zaman zaman ancak küçük krallıklar ya da beylikler kurmayı başarabilmiş olan Ermeniler'i, Büyük İskender'in Yunan-Makedon, Roma ve Sasani imparatorluklarıyla aynı sepete koyarak "işgalci" olarak gösteren Manifesto, daha sonraki yüzyıllar için de selektif bir tarih yazımına imza atıyor. Özelde Hamidiye Alayları'nın ve genelde Kürt emirlerinin ve aşiret reislerinin Osmanlı sultanlarıyla elele Anadolu'nun gayrımüslim halklarına karşı gerçekleştirdikleri kıyımlara değinmemeyi yeğleyen Manifesto, doğal olarak bu güçlerin 1915-16 döneminde yaşanan korkunç trajedide oynadıkları rolü de görmezden geliyor. Sözkonusu belgede bu konuda yazılanlar şu satırlardan ibaret:

"Bu plânlara göre, Kürdistan, İngiltere ile Fransa arasında paylaştıracaktı. Kurulması plânlanan Ermenistan'a da Kürdistan'ın Kuzey bölgesinin önemli bir kısmı bırakılıyordu." (aynı yerde, s. 110) Kemalistlerin bu tartışmalı argümanı, Kürt halkını kendi "ulusal kurtuluş" savaşlarına yedek güç olarak katmak için kullandıklarını bilmeyen ya da unutan Manifesto yazar(lar)ı, daha sonra şunları söylemekle yetiniyorlar:

"Bu yıllarda, çok cılız da olsa oluşan Kürt milliyetçiliğine yaşam hakkı tanımayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, savaş yıllarında 600,000 Kürdü -çoğu Toroslar'da öldü- zorla iskâna tabi tuttu. Ermeniler'i büyük bir katliamdan geçirdi." (aynı yerde, s. 113-14)

Ahmet Türk'ün ve Murat Karayılan'ın Açıklamaları

Yukarda; Süryanileri hedef alan saldırıların artmasıyla Ahmet Türk'ün ve Murat Karayılan'ın açıklamalarının birbirleriyle sıkısıkıya ilişkili olduğunu söylemiştim. Burada, bu iki olgu arasında, birinin diğerine yol açması anlamında bir neden-sonuç bağlantısı olduğunu söylemiyorum elbet. Daha çok; bu iki olgu arasında tarihsel ve güncel bir bağ, bir örtüşme, bir üstüste gelme olduğunu söylemek istiyorum. Bu olgular herşeyden önce, Kürt ulusal hareketinin gerek Süryani halkına ve diğer ezilen halklara, mezheplere ve toplum katmanlarına ve gerekse değişik milliyetlerden işçilere ve diğer sömürülen emekçilere karşı sahici bir devrimci duyarlılık sergilemediğini açığa vuruyor. İkincisi bu olgular bu hareketin, kendi tarihiyle yüzleşmediğini, yüzleşemediğini de bir kez daha açığa vuruyor. Ben bu duyarsızlık, yüzleşmeden kaçınma ve görmezden gelme tutumunun hiç de rastlansal bir nitelik taşımadığını düşünüyorum. Bunun temelinde iki faktör yatıyor. Bunlardan birincisi PKK'nın, siyasal ufku ulusal bağımsızlıkla, hatta onun da gerisinde olan "demokratik özerklik"le sınırlı olması ve bu örgütün sınıfların ve sınıf çelişmelerinin ortadan kaldırılmasını asla hedeflememesidir: PKK'nın programı, kapitalist bir Kürdistan kurma programıdır. İkincisi ise, PKK'nın Türk burjuvazisi ve devleti ile gerici bir bağlaşma kurma stratejisidir. Bu da Kürt ulusal hareketinin; Hamidiye Alaylarının ve Kürt korucularının bu kirli gelenek ve mirasını kesin bir biçimde reddetmediği ve Kürt halkını Osmanlı-Türk gericiliğine yedekleme düşüncesine kapıyı açık tuttuğu, hatta bunu istediği anlamına gelmektedir. Bu konuyu aşağıda bir kez daha ele almak kaydıyla şimdilik bir yana bırakacak ve beni bu yazıyı yazmaya iten ikinci olguyu ele alacağım.

Anımsanacağı üzere Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk 8 Haziran'da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu tarihten bir kaç gün önce, Kürtler'i "kalleş" olarak nitelemesine sert bir biçimde karşılık vermişti. (2) Gazete haberlerine göre Türk şunları söylemişti:

"Tarihteki Kürt ve Türk ilişkilerine bakmak istiyorum. 1071 yılında Bizanslılara karşı Selçuklular Anadolu'ya geçerken Anadolu'ya Selçukluların yerleşmesine neden olan Malazgirt savaşından söz etmek istiyorum. Bugün hâlen resmî tarihe baktığınızda işte diyor 'Alparslan iki rekat namaz kıldı. Rüzgâr ters esti ve galibiyet elde edildi.' Oysa ki orada 10 bin Kürdün, Selçukluların, Müslümanların yanında yer almasıyla savaşın kaderi değişti. Ve Anadolu Selçuklulara açılmış oldu. Yine Yavuz Sultan Selim döneminde Safeviler ve Osmanlılar arasında savaş yaşanırken İdris-i Bitlisî Kürt beylerini toplayarak Osmanlıların yanında yer alarak Safevilerin Anadolu'yu işgalini âdeta engelledi. Yine Bağdat seferi yapılırken, Kürt beyleri ile toplantı yapan o zamanki padişah Kürtlere bazı güvenceleri vererek Bağdat kuşatmasına Kürtler katıldı. 1. Dünya savaşında Osmanlı devleti tamamen yıkılmış. Bir tarafta Balkanlardan, Arabistan'dan bağımsızlık, özgürlük sesleri ortaya çıkmış ve burada her halk hakkı olan, kendini yönetme iradesini göstermiş. O dönemde Kürtler bir araya geliyor. Ve Seyid Abdulkadir bir açıklama yapıyor. 'Böyle bir günde herkesin Osmanlıya düşman olduğu bir dönemde bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeşlerimizi arkadan hançerlemek doğru değildir' diyor. Bütün bunlar ortada iken kimse Kürt halkına, Kürt siyasetçisine 'Kalleş' diyemez." (Demokrat Haber, 8 Haziran 2012) Yani Ahmet Türk; kendi feodal beylerinin komutası altındaki Kürt halkının Bizans'a karşı Selçukluların, Safevilere -ve Anadolu'nun Alevî Türkmen halkına- karşı Osmanlı'nın, -Bağdat'ın fethi için- İran'a karşı Osmanlı'nın, bağımsızlık ve özgürlük isteyen Balkan ve Arap halklarına karşı bir kez daha Osmanlı'nın yanında yer almasını ve onların çıkarları için savaşmasını ve kanını dökmesini olumluluyor. O bunu, "Kürt-Türk kardeşliği" olarak niteliyor ve Kürt halkının ve Kürt siyasetçisinin "kalleş" olmadığının kanıtı sayıyor! Bununla da yetinmeyen Türk, İdris-i Bitlisî gibi bir işbirlikçiler şahını yüceltmek için, başka gün kalmamış gibi, bir dizi ilde HES projelerini sürdüren Kiler Holding'in sahibi Nahit Kiler'in kardeşi AKP milletvekili Vahit Kiler'in Piyer Loti tepesinin adının İdris-i Bitlisî tepesi yapılmasını önerdiği günü seçmişti. Oysa, Vahit Kiler'in bu önerisinin, onun kişisel bir girişimi olmadığını, bunun bir yandan AKP hükümetinin Kürtler'e nasıl baktığının bir göstergesi olduğunu, bir yandan da aynı hükümetin Alevî-düşmanı ve Hristiyan-düşmanı ruh halini yansıttığını tahmin etmek için siyaset dehası olmaya gerek yoktu. Ahmet Türk, İdris-i Bitlisî'ye sahip çıkmak suretiyle, sadece Alevîlerle Kürt ulusal hareketi arasındaki açıyı büyütmeye çalışan Türk gericilerinin ekmeğine yağ sürmekle kalmıyor, aynı zamanda bu kişiyi -haklı olarak- "hain" sayan genel Kürt ilerici kamuoyunu da karşısına alıyordu.

KCK Başkanı Murat Karayılan ise 12 Haziran'da Fırat Haber Ajansı'nda yayınlanan bir yazısında şöyle diyecekti:

"Bugün herkesin malûmudur, Ortadoğu kaynıyor, Ortadoğu’da sistem çöküyor ve bir yeniden yapılanma süreci gündemdedir. Biz Kürtler de bu süreçte statü alarak Türkiye ile birlikte yer almak istiyoruz. Ama Türkiye bunu kabul etmez ve reddederse biz o zaman farklı yol ve yöntemlerde tabiî ki derinleşmeyi esas alacağız.

"Biz barış ve çözüm istedik. Biz çözüm için çıtaları en olması gereken noktalara çektik. Bunun için ciddi çabalar sergiledik. Önder Apo yıllardır bunun için çaba sergiliyor. Türk-Kürt birliğini teorileştiren, bunun teorisini kuran, demokratik cumhuriyet eksenini bir teorik bilince dönüştüren Başkan Apo’dur ve biz bunu samimice uygulamak istedik." ("İmralı'yı Sollayarak Yumuşama Olmaz", ANF, 12 Haziran 2012)

Bu açıklamaları Avni Özgürel'in Murat Karayılan'la röportajı izledi. Haziran ayının ortalarında yayınlanan bu röportajda Karayılan şöyle diyordu:

"Bu devlet nasıl oluştu? Siz tarihçisiniz, daha iyi bilirsiniz, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ortaklaşma oldu. Daha eskisi de var yani.. Bunun 1071'i var, Yavuz Sultan Selim dönemi var. Yani Kürtler ve Türkler’in yan yana geldiğinden bu yana bir dostluk vardır."

Özgürel'in, "Dostluktan öte kader beraberliği…" biçimindeki müdahalesinden sonra Karayılan sözlerini şöyle sürdürüyordu:

"Aynen. Osmanlı Devleti'nin her hamlesinde Kürtlerin de aktif katılımı temelinde başarılar sağlanmıştır. Yani geçmişe dayalı bir birliktelik var. Cumhuriyet kuruluş sürecinde de bu birliktelik; Atatürk'ün Erzurum'a gelişi, Kürtlerin katılması, Kürtleri korumayı üstlenmesi, sonra biliyorsunuz. O süreç başladı...

"Şimdi biz diyoruz ki.. Bak, mesela Başkan Apo'nun önemi şu; Başkan Apo ilk kez bir Kürt lider olarak Türk-Kürt birlikteliğinin teorisini ortaya atmıştır. Yani bunu taktik olarak değil, bunu teorileştirmiş. Bunun üzerine kitaplar yazmış. Niye birlikte olmalıyız olgusu üzerine, yani bunu ideolojik bir duruşa dönüştürmüştür, bir de bu var...

"Mesele çözülürse bundan Türkiye kazanır. Devlet niye bu noktaya gelmiyor, onu anlamıyorum." Türkiye'yi yönetenlerin Kürtleri bir vasal, her zaman kendilerine boyun eğmeye, kendilerinin önderliğini kabul etmeye hazır bir topluluk olarak gördüklerini, PKK yöneticilerinin her vesileyle yineledikleri "kardeşlik" ve "birliktelik" önerilerinin Türk gericilerinin bu kanısını pekiştirmekten başka bir anlama gelmediğini kavrayamayan Karayılan'ın bu son sözleri aslında traji-komik bir nitelik taşıyor. Ahmet Türk'ün söylediklerini yineleyen ve onun mantığını onaylayan Karayılan, Ortadoğu’da sistemin çökmekte olduğunu ve "bir yeniden yapılanma süreci"nin gündemde olduğunu ve Kürtlerin de "bu süreçte statü alarak Türkiye ile birlikte yer almak", yani Türkiye'nin politikasına eklemlenmek istediklerini belirtiyor. Kürt halkının, Ortadoğu sahnesinde meydana gelen değişiklik ve altüst oluşlardan bu halkın ulusal ve demokratik özlemlerini yaşama geçirmek ve Türk, Fars ve Arap devletlerinin ulusal boyunduruğundan kurtulmak istemesi, kendi yazgısını belirleme doğrultuda çaba harcaması ve kendi ulusal devletini kurmak için savaşım vermesi bütünüyle meşrudur. Dahası; tutarlı demokratizm ve enternasyonalizm değişik milliyetlerden sınıf bilinçli işçileri ve tüm devrimci güçleri, Kürt halkının bu savaşımını desteklemekle yükümlü kılar. Fakat dikkat edilirse ne Ahmet Türk, ne de Murat Karayılan Kürt halkının kendi yazgısını belirleme, yani ayrı devlet kurma HAKKINDAN söz etmektedirler. Kürt ulusuna Türk ulusundan daha düşük bir statü, ikinci sınıf ulus statüsü biçen ve ulusal eşitlik ilkesini reddeden bu anlayışın patenti de, aşağıda göreceğimiz gibi Abdullah Öcalan'a aittir.

Tutarlı demokrat ve enternasyonalistler, Kürt halkının meşru haklarını kararlılıkla savunurlar. Ancak onlar aynı zamanda Kürt halkının bu hak ve özlemlerini yaşama geçirme savaşımında bölge halklarıyla dayanışma içinde olmasını bekler ya da en azından Kürt halkının başka halklara karşı gerici bağlaşmalar içinde yer almamasını ve bölge halklarının baş düşmanları konumunda bulunan ABD emperyalizmi ve onun (Siyonist İsrail ve Türk gericiliği gibi) bağlaşık ve uşaklarıyla aynı kampta yer almamasını vb. isterler. Bu bakımdan, Irak Kürtlerini yöneten Barzani ve Talabani kliklerinin, faşist Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesine yardımcı olmak için ABD'nin Mart 2003'de Irak'ı işgal etmesini aktif bir biçimde desteklemesi önemli bir hata olmuştur. Anımsanacağı üzere, Irak'ın işgaline karşı dünya ölçeğinde bir kampanyanın sürdürüldüğü bu koşullarda PKK da benzer bir tutum takınmıştı. Oysa Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt halkının gerçek çıkarları, gerek Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye içinde ve gerekse Ortadoğu ve dünya arenasında ezen ulusların burjuvazisi, toprak ağaları ve devletlerinin, sömürgeci ve emperyalist devletlerin DEĞİL, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların ve ezilen halkların ve onların siyasal öncülerinin yanında yer almasını gerektiriyordu ve gerektiriyor. Burada, Kürt feodal beylerinin bir bölümünün 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında Ermeni, Süryani, Keldani, Ezidî vb. halklarına karşı Osmanlı-Türk gericiliğiyle bağlaşma kurması ile Barzani ve Talabani kliklerinin 2003'de Irak halkı ve devletine karşı ABD ve ortaklarıyla bağlaşma kurması arasında bir benzerlik bulunduğunun altını çizmem gerekiyor. (Ermeni, Süryani, Keldani, Ezidî vb. halklarının konumuyla Saddam Hüseyin rejiminin konumu arasında bir benzerlik olmadığı açık. Ancak ABD ve ortaklarının Irak'a karşı giriştiği saldırının esas hedefinin -geçmişte uzun süre kendisiyle işbirliği yapmış olan Saddam Hüseyin kliğinden çok- Irak halkını boyunduruk altına almak, bu ülkeyi İsrail'in stratejik hesapları doğrultusunda zayıflatmak ve olanaklıysa parçalamak olduğu biliniyor.) Aynı husus, bu aşamada pratiğe geçmemiş olmakla birlikte, PKK'nın Ortadoğu halkları ve devletlerine karşı ABD ve -içlerinde Türkiye'nin de olduğu- ortaklarıyla bağlaşma kurma eğilimi için de geçerlidir. Şimdi bunun kanıtlarını görelim.

PKK ve "Türk-Kürt Birlikteliği"

Aslında PKK'nın siyasal çizgisinin özsel bir öğesi olan bu eğilim, Abdullah Öcalan'ın 15 Şubat 1999'da yakalanmasından önce olduğu gibi bu tarihten sonra da kendisini açığa vurmaktaydı. Kendisini ve Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşımını neredeyse bütünüyle Öcalan’a endekslemiş olduğu izlenimini veren PKK Başkanlık Konseyi, “Mahkeme Sürecinde Başkan Apo ile Daha Sıkı Bütünleşelim” başlıklı açıklamasında şöyle diyordu:
“Eğer TC devleti mahkeme sürecine olumlu yaklaşırsa, yani Başkan Apo’nun çalışmalarını temel sorun olan Kürt sorununun çözümünde tarihsel fırsat olarak görür ve bu temelde Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelirse bu durum Türkiye potansiyelinin tamamen aktifleşmesine ve Kürt potansiyeli ile birleşmesine yol açacak... Bu durum yeni yüzyıla Türkiye’nin çok büyük bir atılım yaparak girmesi anlamına gelir... Bunun tersi olarak mahkeme sürecine olumsuz yaklaşılırsa, yani Başkan Apo’nun oluşturduğu çözüm şansı doğru değerlendirilmez ve Ulusal Önderliğimiz şahsında Kürt ulusal iradesi ezilmeye, katledilmeye, soykırımdan geçirmeye yönelinirse bu durum onlarca yıl sürecek olan bir Türk-Kürt düşmanlığının gelişmesine ve oluşan Türkiye potansiyelinin Kürdistan’daki savaşta tükenmesine yol açacaktır... ” (Özgür Politika, 7 Mayıs 1999, abç) "Türkiye potansiyelinin tamamen aktifleşmesine ve Kürt potansiyeli ile birleşmesine" sıcak baktığı anlaşılan PKK Başkanlık Konseyi bu açıklamasında şunu da belirtiyordu:

“Tarihsel sorunları çözen güçlere yakışan büyük bir olgunlukla her türlü duygusal ve tahrik edici yaklaşımdan uzak durarak soruna çözümleyici yaklaşım göstermek büyük gelişmelerin önünü açacaktır...” (aynı yerde, abç)

Tabiî PKK Başkanlık Konseyi, “Türkiye’nin potansiyelinin tamamen aktifleşmesi”ne, “yeni yüzyıla Türkiye’nin çok büyük bir atılım yaparak girmesi”ne yardımcı olmanın, Kürt halkının işi olmadığını unutmuş gözüküyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma ve “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne kadar uzanan bir Turan devleti oluşturma hayalleri kuran Türk faşistleri, militaristleri ve yayılmacıları öteden beri, Türkiye’nin Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kafkasya’da lider ülke olması gerektiğinden sözetmekteydiler. Ama onları bu yolda yürümeleri için özendirmek, dahası onları “büyük bir olgunluk”a sahip ve “tarihsel sorunları çözen” güçler olarak niteleyerek onore etmek ve daha da beteri onlara bu gerici ve yayılmacı politikalarını yaşama geçirmede Kürt halkının desteğini sunmaya kalkışmak, ezilen bir ulusun kurtuluş hareketine değil, Barzani ve Talabani gibi işbirlikçi güçlere yakışırdı ancak.

Öcalan’ın “demokratik birlik” ve “demokratik cumhuriyet” önerilerini benimseyen Başkanlık Konseyi Haziran ayının ilk yarısında, savcının mütalaasından sonra da bir açıklama yapacaktı. Bu açıklamada aynen şöyle deniyordu:

“Genel Başkan Abdullah Öcalan yoldaş İmralı mahkemesinde Türkiye için oldukça kapsamlı bir Demokratik Cumhuriyet projesi sunmuş, bu temelde Kürt toplumunun özgürleştirilmesinin ve Kürt sorununun çözümünün doğru yolunu göstermiştir. Demokratik Cumhuriyet ve Kürt sorununun barış ve kardeşlik temelinde çözümü, Türkiye’nin yaşadığı gelişmeleri karşılayacak, toplumsal barışı ve halkların kardeşliğini yaratacak, 21. yüzyıla Türkiye’nin ve Kürtlerin güçlü bir birlik içinde girişimini sağlayacak yegane yoldur. Bu çözüm Türk ve Kürt halklarının çıkarına olduğu gibi, savaş rantından çıkar sağlayanlar dışında, bölgede ve dünyada da herkesin çıkarınadır...” (Özgür Politika, 11 Haziran 1999, abç) Açıklama, ABD başta gelmek üzere emperyalist devletlere şu çağrıyı yapıyordu:

“İyi biliniyor ki İmralı mahkemesi uluslararası karar ve plân çerçevesinde ortaya çıkmış olan bir mahkemedir. Bu nedenle Başkan Apo’nun yaşamından ve Kürt sorununun çözümünden dünyada herkes sorumludur. Bu çerçevede barış ve demokrasi yanlısı olan herkes sorumluluğunun gereğini yerine getirmelidir. İyi niyetli tüm çevreler barış için girişimlerini şimdiden yapmalıdırlar... Özellikle başta ABD olmak üzere, Türkiye üzerinde etkili olabilecek tüm güçleri bu kritik süreçte etkinliklerini kullanmaya çağırıyoruz.” (aynı yerde)

7 Temmuz 1999'da PKK Başkanlık Konseyi’nin bir başka açıklaması yayımlanacaktı. Bu açıklamada, “yabancı güçlerin taraflar üzerindeki etkisinden dolayı barışın ve özgür ilişkilerin yerine savaşın egemen olduğu” ifade ediliyordu. Başkanlık Konseyi açıklamasında, “200 yıl boyunca süren bu karmaşanın iki halka da, Kürt halkı kadar olmasa da Türk halkına da çok şey kaybettirdiği” söyleniyordu. Konsey, “sorumluluğunun bilincinde hareket etmeyen Türk devlet yetkililerinin böylesi bir senaryoya çözümsüz tutumlarıyla olanak sağladıkları”nı belirttikten sonra şu görüşleri dile getiriyordu:

“Buna karşı Genel Başkanımız Abdullah Öcalan yoldaşın geliştirdiği Partimiz ve halkımızca tam bir kabul gören demokratik barış mücadelesi, çözümün yolunu aralamaktadır. Kürt tarafı barışçıl demokratik çözüme hazırlanırken, Türk tarafı imhayı nasıl geliştireceğinin hazırlıklarını yapıyor. Egemen olandan beklenen çözümleyici yaklaşım sergilenmemektedir...

“Eğer gireceğimiz yüzyılı da savaş sürecine dönüştürmek istemiyorsak ve barıştan yana tercih yapmak istiyorsak önderliğimizin uzattığı barış eli tutulmalıdır. Egemen bir devlet olmanın bir gereği olarak hoşgörülü ve çözümleyici bir tutum tercih edilmelidir. Türk ulusu büyüklüğünü bu temelde göstermelidir. Hem Devlet, hem de ulus olarak Türk’ü yüceltecek olan barışçıl, demokratik bir çözümü gerçekleştirmelidir.” (abç) deniyordu.

Açıklamanın “Devrimci, Demokratik, Yurtsever Güçlere” başlıklı bölümünde ise PKK Başkanlık Konseyi, devrimci güçlerin PKK’nın başlattığı “barışçıl, demokratik çözüm mücadelesi” karşısındaki tutumunu eleştiriyor, yani “Demokratik Cumhuriyet temelinde çözüme katkıda bulunmaya çağır”dığı bu güçlerin de sözkonusu ihanet ve teslimiyet sürecine katılmasını talep ediyordu. (3)

Burada, Öcalan'ın ve diğer PKK yöneticilerinin sık sık kullandığı "Kürt-Türk birlikteliği/ bağlaşması", "Kürt-Türk kardeşliği" ya da "ortak demokratik cumhuriyet" gibi kavramlar üzerinde durmamız gerekiyor. Sömürücü sınıflar; "barış", "demokrasi", "adalet", "özgürlük", "uygarlık", "eşitlik" gibi kavramları sömürülen sınıfları ve ezilen ulusları ve diğer ezilen katmanları aldatmak için kullanmada büyük bir deneyim edinmişlerdir. Bu sınıflar ve onların ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtulamamış olan reformistler ve sözde devrimciler bu sözcükleri ve kavramları ezilen sınıfları ve ulusları şaşırtmak için kullanmışlardır ve kullanmaktadırlar. Tutarlı demokrat ve enternasyonalistlere gelince onlar, herşeyden önce her türden ayrıcalıklara olduğu gibi ulusal ayrıcalıklara da karşıdırlar. Bir başka deyişle onlar ulusların eşitliğinden, yani "küçük" uluslarla "büyük" ulusların, bu bağlamda Kürt ulusuyla Türk ulusunun AYNI HAKLARA olmasından yanadırlar. Bu bakımdan, Öcalan'ın ve onun izinden giden PKK yöneticilerinin, Kürt ulusunun kendi yazgısını belirleme hakkını reddetmeleri onların; Kürt halkının, ezen ulusun devletinin, yani Türkiye'nin sınırları içinde zorla tutulmasını, yani ilhakı onaylamaları anlamına gelmektedir. Tabiî bu genel olarak emperyalist ve sömürgeci burjuvazinin başka halkları zorla boyunduruk altına almasını meşru görmek ve göstermek anlamına da gelmektedir. Bu hakkın savunulmasının Kürt ulusunun ille de ayrılması ve ayrı devlet kurması demek olmadığı bellidir. Marksizmin ABC’sini bilenler, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının ayrılma ve ayrı devlet kurma zorunluluğu anlamına gelmediğini de bilir ve Öcalan’ın Savunma’sında yaptığı gibi bu ikisinin kasıtlı bir biçimde birbirine karıştırılmasına karşı çıkarlar. Ulusların ayrılma özgürlüğünü, eşlerin boşanma özgürlüğüne benzeten Lenin, Şubat-Mayıs 1914'te kaleme aldığı "Ulusların Kendi Yazgılarını Belirleme Hakkı" başlıklı makalesinde şöyle diyordu:

"Ulusların kendi yazgılarını belirleme özgürlüğünü, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları ayrılıkçılığı teşvik etmekle suçlamak, boşanma özgürlüğünü savunanları aile bağlarını yıkmayı teşvik etmekle suçlamak kadar ahmakça ve ikiyüzlüce bir davranıştır... kapitalist devlet koşullarında, kendi yazgısını belirleme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik metotlara karşı polis yönetimi metotlarını savunmaktan başka bir anlama gelmez." (Collected Works, Cilt 20, Moskova, Progress Publishers, 1972, s. 422-23) Demek oluyor ki Öcalan, Kürt ulusunun ayrılma ve ayrı bir devlet kurma HAKKINI reddetmekle egemen Türk ulusunun ayrıcalıklı konumunu ve " demokratik metotlara karşı polis yönetimi metotlarını savunmakta"dır.

Buradan hemen "Kürt-Türk birlikteliği/ bağlaşması", "Kürt-Türk kardeşliği" ve "demokratik cumhuriyet" üzerine yapılan gevezeliklere geçebiliriz. Tutarlı demokratizm bizi şu soruları sormakla yükümlü kılar: KİMİN KİMİNLE KARDEŞLİĞİ? KİMİN KİMİNLE BİRLİĞİ? KİMİN KİMİNLE BARIŞI? Kürt halkı ve ulusal hareketiyle Türk gericilerinin, faşistlerinin, generallerinin, büyük burjuvalarının kardeşliği, birlikteliği ve barışı mı? Evleri yakılan, köy, kasaba ve kentleri bombardımana hedef olan, kız ve oğulları kurşuna dizilen, binlercesi askerî ve sivil cezaevlerinde en korkunç işkencelere tabi tutulan ve faili meçhul cinayetlere kurban giden, köylerinden kovulan, diline kilit vurulan, siyasal temsilcileri bugün bile binlerle cezaevlerine doldurulan, yasal örgütleri polis-yargı kıskacına alınan Kürt halkının BU bay ve bayanlarla kardeşliği, birlikteliği ve barışı mı? PKK yöneticilerine bakılırsa, evet BU bay ve bayanlarla kardeşlik, birliktelik ve barışı. Geçmişte; Alparslan'ın, Yavuz Sultan Selim'in, II. Abdülhamit'in ve Mustafa Kemal'in Kürt beyleri, şeyhleri ve toprak ağalarıyla bağlaşmalarını örnek göstermeleri ve her fırsatta bu örneklerin bugünün Anadolusu'nda Kürt-Türk ilişkileri için bir model olabileceğini ileri sürmeleri tam da bu anlama gelmektedir. Oysa, elleri sadece Kürt halkının değil, tüm Anadolu halklarının -hatta Balkan ve Arap halklarının- kanlarıyla lekeli Osmanlı-Türk gericiliğinin bu sürdürücüleri ve temsilcileriyle ne kardeşlik, ne birliktelik, ne de barış olanaklıdır. (4)

Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin kalıntıları, bilebildiğim kadarıyla şimdiye kadar açımladığım gerici yaklaşımları doğrudan ve sağa-sola bükmeden eleştirmemişlerdir. Onların, gerici Türk-Kürt ittifakı düşüncesini 1971’de, yani bundan 41 yıl önce tutarlı bir tarzda eleştirmiş olan Mahir Çayan’ın gerisine düşmüş olmaları hazin, ama gerçek. Çayan haklı olarak, devrimci öncüleri tarafından yönetilmeyen, dolayısıyla 'kendi' egemen sınıflarının denetiminde olan halkların, bir başka gerici ya da emperyalist bir güce karşı sözde ortak eylemi ve dayanışmasının, hiçbir biçimde halkların kardeşliği ve dayanışması olarak adlandırılamayacağı kanısındaydı. O, tam da bu anlayışla hareket eden ve Kürtler'i Osmanlı-Türk gericiliğine karşı çıkmadıkları, ona boyun eğdikleri ve isyan etmedikleri için öven Mihri Belli’yi şöyle eleştiriyordu:

“Toplantıda Kürt meselesini de tam bir şövenist, bir küçük-burjuva milliyetçisi gibi ele almıştır Mihri Belli. 'Türkiye'de aşağı-yukarı dört milyon Kürt yaşıyor. bu Kürt topluluğu ile Türkler'in kardeşliği tarihin sınavından geçmiştir. 19. yüzyıla kadar Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarını korudular (boldlar M. Çayan'ın)... 1880'den 1925 Şeyh Said isyanına kadar sözü edilecek bir Kürt isyanı olmadı. O dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağıldığı, bölündüğü dönemdir. Milli toplulukların hemen hepsi isyan etti. Ermenisi, Rumu, Bulgarı, Arabı. Ama Kürtler isyan etmediler o çöküş döneminde (boldlar M. Çayan'ın).' Bu lafları edenin Mihri Belli olduğunu bilmesen, Osmanlı Hanedanının son şehzadesinin konuştuğunu zannedersin. Daha milli şuurun uyanmadığı bir dönemde Kürtlerin feodal beylerinin emrinde Osmanlı İmparatorluğunun doğu sınırlarını korumasını; feodal beylerin baskısı altında uluslaşamamış iki halkın aynı sınırlar içinde yaşamasını, Birinci Dünya Savaşında iki halkın bilinçsizce emperyalist güçlerden birinin ve hakim sınıfların kontrolünde omuz omuza cepheye sürülmelerini övgüye değer birşeymiş, sanki iki halk hep ortak menfaatleri için savaşmışlar ve bu yüzden aralarında geleneksel bir dostluk doğmuş gibi göstermeye çalışmaktadır Mihri Belli. Artık işin bu kadarına da ne demeli, ‘deli saçması’ mı demeli bilemiyoruz?” (“1965-1971 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç”, Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi, Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, Yar Yayınları, 1988, s. 352) Aslında, bir yandan gerici bir Kürt-Türk birlikteliğini sistemli bir biçimde savunan Öcalan'ın kendisi de, bu anlayışın Kürt halkının/ toplumunun kollektif bilincine ne kadar derinlemesine nüfuz ettiğini itiraf etmektedir. Örneğin o, en önemli yapıtlarından birinde şöyle diyordu:

" Türk beylik ve sultanlıklarında Türk kavminden sonra önem sırası itibariyle Kürtler ikinci sırada bir rol oynarlar. Kürtlerin tarihinde bu rol karakteristiktir. Yanı başlarındaki siyasî gücün en temel yedeği olmak kendileri için bir kader gibidir. Bu, özünde kulluk ve serflik sisteminin ruhu gereğidir ve sınıfsal bir temeli vardır. Halklar arası kardeşlik ve dayanışmadan farklıdır. (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt II, Köln, Mezopotamya Yayınları, 2001, s. 97)

Kendisine "devrimci" sıfatını layık gören herhangi bir siyasal hareket; kardeşlik, birliktelik ve barışın ancak, kendi devrimci öncülerinin yolgöstericiliğini kabul etmiş olan ezilen ve sömürülen sınıflar ve halklar arasında olanaklı olabileceği gerçeğini kabul etmek zorundadır. Bu gerek dünya işçi sınıfı ve halklarının ve gerekse Anadolu işçi sınıfı ve halklarının tarihsel deneyimlerinin yeniden ve yeniden doğruladığı bir yasadır. Türk gericiliğinin; işçi sınıfının, Kürt halkı ve ulusal hareketinin ve diğer ezilen sınıf ve katmanların gelişecek inatçı kavgası sonucu, bazı ödünler vermek ve rejimi "demokratlaştırma" doğrultusunda bazı adımlar atmak zorunda kalabileceğini kabul edebiliriz. Ancak, Türkiye’nin köklü bir demokratikleşme yaşaması; Türk işçi sınıfının ve halkının işbirlikçi-tekelci burjuvazinin iktidarını yıkması ve bir işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetinin kurmasından ve geçmişle sahici bir hesaplaşma yaşamasından geçer.

PKK'nın siyasal gericilikle ve emperyalizmle flört çizgisi 11 Eylül 2001'de, New York'taki Dünya Ticaret Merkezi binalarını hedef alan terörist saldırının ardından kısmen biçim değiştirerek sürdü. PKK, bu saldırıdan sonra Yanki emperyalistlerine başsağlığı dileyerek, “İslâmî terörizme” karşı savaşta “dünyanın efendilerine” onların yanında olduğu mesajını vermişti. (5) Bu dönemde PKK, ABD'nin, kendi diktasına ve buyruklarına uymayan Ortadoğu ülkeleri ve rejimlerine doğrudan ve dolaylı müdahale etme ve bu ülkelere "rejim değişikliği" ve işgaller yoluyla "demokrasi" getirme yaygarasına açık destek verdi. Örneğin, o sıralar PKK Başkanlık Konseyi üyesi olan Murat Karayılan, 11 Eylül'den kısa bir süre sonra yayımlanan bir demecinde şöyle diyordu:

“Şimdi anlaşılıyor ki ABD, bu olayla birlikte yeni bir konsept geliştiriyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, bölgelerinde ve en temelinde Ortadoğu'da, Kafkasya'da yeni bir düzenleme geliştirmek istiyor. Bu sadece ABD değil, genel anlamda NATO politikasına dönüşebilir. Dolayısıyla yeni düzenlemede Kürtlerin bu yeni süreci hassasiyetle ele almaları ve kendilerine bir yer yapmaları gerekiyor. Bizim yaklaşımımız budur...

“Irak'a yönelik bir plân gelişirse, bu yeni süreç Güney'e çok yönlü olarak yansıyacaktır. Şimdi iki şey var: Irak'a yönelik mücadelede Güneyli Kürtler mi esas güç olarak görevlendirilecek, yoksa Türk ordusu mu? Öyle görülüyor ki şimdi güneyli güçler değerlendirilecek. Ama bununla birlikte Türk ordu güçleri de dahil edilecek. Dolayısıyla burada iş biraz hassaslaşıyor... Bir fırsat gelişebilir." (Özgür Politika, 2 Ekim 2001, abç) Başkanlık Konseyi'nin bir başka üyesi olan Cemil Bayık, PKK'nın ve Kürt halkının güç ve olanaklarının ABD'nin hizmetine sunulmasını öngören bu yaklaşımı şu sözlerle yineleyecekti:

“Filistin ve Kürt sorununda eski politikaların yerine yeni politikaların geliştirileceği, belli bir çözümün devreye sokulacağı görülüyor. Irak'a müdahale, demokratik bir Irak ve Kürt sorununun demokratik ve özgür birlik temelinde çözümünü yaratırsa anlamlı olur. Böylesi bir çözüm herkesin yararına olabileceği gibi, bölgeyi de demokratikleşmeye açar. ABD öncülüğündeki güçler, Afganistan'da başarılı oldularsa bunu geliştirdikleri geniş uzlaşma ve ittifaka borçludurlar. Ortadoğu'da da başarılı olmak isteniyorsa, en başta da Kürt ve Filistin halklarıyla ittifak yapılır, iradeleri esas alınır ve sorunlarına adaletli bir tarzda yaklaşılırsa, çözümleyici ve kalıcı olunabilir.” (Özgür Politika, 30 Aralık 2001)

Bugün Murat Karayılan olsun, Kürt ulusal hareketinin diğer yöneticileri olsun bu denli çıplak bir ABD/ NATO yanlısı profil sergilemiyorlar. Bunun nedeni bellidir: Aradan geçen süre içinde Ortadoğu ve dünya halklarının, ABD emperyalizminin Afganistan, Irak ve Libya'ya doğrudan, Lübnan, Filistin, Somali, Pakistan, Suriye'ye vb. karşı giriştiği dolaylı müdahalelerin bu ülkelere "demokrasi", "özgürlük", "uygarlık" getirmeyi amaçladığı yolundaki yanılsamaları tuzla buz olmuş ve daha da önemlisi emperyalist saldırganlar, bazı kısmî ve geçici başarılarına ve saldırdıkları halklara ve ülkelere ölüm ve yıkım getirmelerine rağmen halkların direnişi karşısında siyasal ve askerî olarak yenilmişlerdir. PKK yöneticilerinin dil ve üslûplarındaki değişikliği bir özeleştirel adıma ya da ilkeli bir anti-emperyalist konum almaya değil, bu ülkeler halklarının direnişine borçluyuz. (6)

Bu eleştirdiğim ve sergilediğim görüşlerin asıl kaynağının ya da mimarının, Murat Karayılan'ın anlatımıyla "Türk-Kürt birliğini teorileştiren" Abdullah Öcalan olduğu ve Öcalan başta gelmek üzere Kürt ulusal hareketinin liderlerinin bu tez ve önermeleri yıllardır değişik vesilelerle yinelemekte olduklarını anımsatayım. Bu bakımdan, özü Türk egemen sınıfının önderliğinde Türkiye ve Ortadoğu halklarına karşı gerici Türk-Kü
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0