27 Mayıs 1960 darbesiyle Türkiye ilk defa Cumhurbaşkanı ve Başbakan yerine yeni bir pozisyonla “Devlet ve Hükûmet Başkanı” adlı bir çeşit askerî başkanlık tipiyle tanıştı. İronik olan Cemal Gürsel’e bu unvanı veren Geçici Anayasa’yı hazırlayan İstanbul ve Ankara Üniversitesi hocalarından bir kısmının Yassıada’daki idam kararlarını veren Yüksek Adalet Divanı kararının teorik kısımlarını yazmasıydı. O bölümlerde aynı hocalar, Demokrat Parti’yi “kuvvetler ayrılığı” ilkesini ihlal etmekle suçlamışlardı.
“… Kadın ve erkek vatandaşlarım! Bana ve başkanlık ettiğim şerefli partiye oy vermenizi istemek için kendimde cesaret buluyorum. Bize oy verirseniz, memleketin iç ve dış politikasında da, doğru yolları bulabileceğimize ve memleketin ilerlemesinde ve yükselmesinde sizi memnun edecek başarılar elde edeceğimize güveniyoruz. Karar sizindir...”
Tek partili yıllardan sonra 1946’daki ilk çok partili seçimlere giderken hem Cumhurbaşkanı hem de CHP Genel Başkanı şapkalarıyla İsmet Paşa halktan böyle oy istemişti.
Kampanya sırasında Aydın’da Millî Şef’e Adnan Menderes “Devlet Reisi, seçim mücadelesine makamının nüfuzunu parti işlerine karıştırmakla başlamıştır” diyerek cevap verdi.
Açık oy gizli tasnifle yapılan 1946 seçimlerini CHP kazandı ve İsmet Paşa yeniden Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı koltuklarına oturdu.
Ama çok partili hayata geçilmesiyle birlikte artık Türkiye’nin yeni bir tartışması vardı: Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığı ve halk tarafından seçilmesi...
1971 muhtırasından sonra Başbakanlık da yapacak ve daha sonra bir cinayete kurban gidecek Kamu Hukuku Profesörü ve CHP Milletvekili Nihat Erim “Cumhurbaşkanının bitaraf ve adaletli olması için Parti Başkanlığını bırakması lazım geldiği iddiası öne sürülmüştür. Bu mütalaayı değil yazmayı, hatta düşünmeyi bile çirkin buluruz... Partisi ile şefini birbirinden ayırmak istemek objektif ve iyi niyetli bir düşünce olarak değerlendirilemez” diye bu tartışmalara sert bir cevap vermişti.
Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesine en büyük destekse DP listesinden bağımsız olarak TBMM’ye giren ve adı Cumhurbaşkanlığı adaylığı için geçen tek partili yılların değişmez Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tan geldi: “Mademki eski tarzdan ayrılıp halka doğru iniyoruz, halkın istediği, dertlerini, şikâyetlerini her zaman için dinleyebilecek kimselerin halk tarafından seçilmesi gayet tabiidir. Ve bu halkın hakkıdır.”
İsmet İnönü’ye muhalif yazarlardan Cemal Kutay bir adım daha ileriye gitti:
“… Bir gün gelecek bu memlekette, mesela Amerika’da olduğu gibi Cumhurreisi millet tarafından tek dereceli seçim usulüyle seçilecektir. Zaten bu tedbir alınıncaya kadar demokratik gelişmelerin tam kemal mertebesini bulmuş olacağına kani olmayacağız.” (Millet, 25 Temmuz 1946)
14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimlerde iktidara gelen Demokrat Parti, halka verdiği sözü tutmuş, Cumhurbaşkanı seçilen DP Genel Başkanı Celal Bayar, genel başkanlıktan istifa ederek sade bir parti üyesi olarak kalmıştı.
Ama bu bile bir süre sonra DP içinden eleştiriler almaya başladı. 1957’de antidemokratik uygulamaları gerekçe göstererek DP’den istifa edenlerin kurduğu Hürriyet Partisi’nin kuruluş amaçlarından biri “Cumhurreisliğinin partilerüstü bir duruma getirilmesi”ydi.
1946’da Cemal Kutay’ın yazdığı Amerikan tipi bir başkanlık sistemi tartışması ise Amerika’yla müttefikliğin yükseldiği DP yıllarında yeniden gündeme geldi. Bu tartışmalara Türkiye’de Amerika’yı en iyi bilen ve en yakın ilişkileri olan isim Halide Edip Adıvar 1955 yılında yazdığı "Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri" kitabıyla katıldı. Halide Edip’e göre Amerikan tipi başkanlık sistemi Türkiye’ye uygun değildi:
“Bizde bir hayli zamandan beri Amerika’nın reisicumhur sisteminin tatbikini isteyen küçük veya büyük bir zümre temayülü vardır. Bu şekil bizde olmaz. Çünkü bu, irsi olmayan bir mutlakiyet oluşturmaktan başka bir işe yaramaz. Fazla olarak, o mevkiye namzet olan liyakatliler, yahut kendilerinde böyle bir liyakat vehmeden ihtiras sahipleri arasında memleketin iç düzenini bozan, sol veya sağ diktatörlüklerin şekline doğru bizi sürüklemek isteyen muzır hatta tehlikeli, Güney Amerikanvari mücadeleler oluşturabilir. Bizde de Amerikan usulü bir reisicumhuru, anayasadan ayrıldığı zaman kontrol hatta tecrim edebilecek bir anayasa mahkemesi veya senato dahi olsa, gene de bu şekil bizim için olamaz...”
Ama Halide Edip’e göre “Amerika’nın reisicumhur seçiminde tuttuğu yol dikkate değer ve bizim için de hayırlı olabilirdi. O da şunlardı: "Reisicumhuru, Meclis tarafından değil iki dereceli seçimle halka seçtirmek. Reisicumhur seçimiyle genel seçimi aynı zamanda yapmamak. Reisicumhuru, genel seçimlerden iki sene sonra yapmak. O zaman, evvela Meclis ekseriyetini elinde tutan yeni iktidara gelmiş bir parti ekseriyetinin değil bütün bir milletin seçtiği bir devlet reisi olur. Çünkü bizde, reisicumhur mevkiinin partilerüstünde kalması elzemdir.”
Türkiye’de Amerikan tipi bir başkanlık modeli ile ilgili tartışma Aralık 1959’da birden yeniden canlandı. Sebep Cumhuriyet döneminde ilk defa bir Amerikan Başkanı’nın, Eisenhower’in Türkiye ziyaretiydi. Cumhuriyet gazetesinde Feyyaz Tokar, eski bakanlarla yaptığı seri röportajlarda hepsine Amerikan tipi bir başkanlık sisteminin Türkiye’de uygulanması hakkında ne düşündüklerini sormuştu.
1974-75’te beş ay başbakanlık yapacak, eski CHP müfettişi Prof. Dr. Sadi Irmak başkanlıktan yana olanlardandı: “Türk halkının psikolojisi en baştaki zatın tam yetki ve sorumlulukla cihazlanmasını tercih eder sanıyorum. Halk tarafından seçilecek ve tam mesuliyet alacak bir başkan fikri bana sempatik gelir...”
Ama karşı olanlar da vardı. Örneğin Cemil Barlas. Eski CHP’li bakan Barlas "Türkiye’de başkanlık sistemi olur mu?" sorusuna şöyle cevap vermişti: “Türkiye, Amerika’daki başkanlık sistemiyle idare edilse faydalı olmaz. O vakit, hakiki manasıyla diktatörlük kurulur. Amerika'nın başkanlık sistemiyle diktatörlüğe gitmeyişi, burada Anglo-Sakson tesirinin kuvvetli bulunmasından ve federal devlet olmasındandır. Bu sistemle idare edilen birçok Güney Amerika devleti sonunda diktatörlüğe gitmektedir...”
27 Mayıs 1960 darbesiyle Türkiye ilk defa Cumhurbaşkanı ve Başbakan yerine yeni bir pozisyonla “Devlet ve Hükûmet Başkanı” adlı bir çeşit askerî başkanlık tipiyle tanıştı. İronik olan Cemal Gürsel’e bu unvanı veren Geçici Anayasa’yı hazırlayan İstanbul ve Ankara Üniversitesi hocalarından bir kısmının Yassıada’daki idam kararlarını veren Yüksek Adalet Divanı kararının teorik kısımlarını yazmasıydı. O bölümlerde aynı hocalar, Demokrat Parti’yi “kuvvetler ayrılığı” ilkesini ihlal etmekle suçlamışlardı.
1961 Anayasası’nı hazırlayan İstanbul ve Ankara’daki bu ünlü ve kraldan çok kralcı profesörler, "2. Cumhuriyet" olarak adlandırdıkları yeni düzende Cumhurbaşkanı’na tek başına kararname yetkisini veren bir maddeyi de önermişler ama yine ironik bir şekilde bu yetki taslağını görüşen askerler ve sivillerden oluşan Temsilciler Meclisi, Anayasa Komisyonu tarafından reddedilmişti.
1961 Anayasasıyla Senato, Anayasa Mahkemesi ile birlikte rejimin bekçisi olacak bir Cumhurbaşkanlığı ortaya çıkmış, 95. Maddeyle de bu Cumhurbaşkanı’nın partisi ile ilişiği kesilmiş varsa TBMM üyeliği sona erdirilmiş, tarafsızlık ilkesi getirilmişti.
27 Mayısçıların kafalarındaki Cumhurbaşkanı hep kendilerine benzeyen, aynı hassasiyetlere sahip bir Cumhurbaşkanıydı.
Ama her şey onların istediği gibi gitmedi... (Devam edecek)
Yıldıray Oğur
29.01.2017, Serbestiyet.com
|