Erdoğan'ın kefilleri

27 Şubat 2014 21:18 / 2335 kez okundu!

 

 

Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan'la arasındaki telefon görüşmesinin yayınlanmasının ardından 17 Aralık operasyonu ile başlayan süreç "vites büyütmüş" oldu.

Ses kayıtlarındaki konuşmalardan, Tayyip Erdoğan'ın evinde on milyonlarca lira, avro ve dolar olduğu anlaşılıyor. Başbakan, olası bir operasyonda bu paraların bulunmaması amacıyla Bilal ve Sümeyye Erdoğan'ı "paraların sıfırlanması" için görevlendirdiği anlaşılıyor.

Ses kayıtlarından paranın toplam miktarı anlaşılmıyor.

Bildiğimiz, paranın büyük kısmı taşındıktan sonra "sıfırlandı gibi... az bir şey kaldı" denilen miktarın 30 milyon avro olduğu.

Toplumun ezici çoğunluğu gibi ben de 30 milyon (30.000.000) avro nasıl bir şeydir, hacmi ne kadar tutar, bu kadar parayla ne alınabilir gibi soruları zihnimde canlandıramıyorum.

Bu nedenle, biraz araştırdım.

Paranın çok küçük bir miktarı olduğu anlaşılan 30.000.000 avro ile neler yapılabilir?

> Türkiye'de yaşayan herkese iki öğün çorba ve ekmek dağıtılabilir.

> Türkiye'deki bütün üniversite öğrencilerine 14 öğün, 4 çeşit yemek dağıtılabilir.

> 36 adet, tam teşekküllü okul yapılabilir

> 8.865 kişiye bir yıl boyunca ya da 886 kişiye 10 yıl boyunca asgari ücretle iş verilebilir

> 45.000 adet oldukça gelişmiş bilgisayar alınabilir.

> 120.000 emekliye birer maaş ikramiye dağıtalabilir.

> 1.800 kişiye, 3+1, 100 m2 ev inşa edilebilir.

> Bu para aynı zamanda 604 kişinin hayatını kaybettiği Van depreminden sonra, valiliğe gönderilen toplam yardım ödeneğinin tam "beş buçuk" katı.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Üstelik bu hesabın, paranın çok küçük bir kısmıyla yapıldığını da düşününce insanın ağzı açık kalıyor. (En son yayınlanan ses kaydında başbakanın 10 milyonu beğenmediği, "herkes nasıl buluyorsa o da öyle bulsun" dediğini düşününce, paranın hacminin çok ama çok daha fazla olduğu daha da netleşiyor.)

Bu kadar büyük çapta bir yolsuzluk/rüşvet skandalı patlak verdiğinde, elbette bu sürece adı karışan herkesin ama herkesin derhal yargı önüne çıkarılması, bütün delillerin derhal toplanması ve büyük bir soruşturma süreci başlatılması gerekir, öyle değil mi?

Öyle değil işte.

 

Erdoğan'ın kefilleri

Erdoğanların ses kayıtları yayınlandıktan bir kaç dakika sonra, "bu ses kayıtları dublaj ve montaj karışımı" diyenler çıktı. Bir kaç dakika içinde, hiç bir uzmanlığı olmayan bir alanda "bu kayıtlar sahte" diyebilmek için Erdoğan'a kefil olmak gerekiyor.

Elbette, kayıtlara göz atıp dakikasında "sahte" diyenler için kayıtların hiç bir anlamı yok. Aslında kayıtların sahte olduğunu düşünmüyorlar; bir başka zihin dünyasında olmanın sonucu olarak kayıtlara inanmak istemiyorlar. Erdoğan'ın kefilleri, Burhan Kuzu'nun "kayıtlar gerçek olsa bile inanan yok" diye ifade ettiği kitleyi oluşturuyorlar.

Elbette, bu kitlenin bir bütün olduğunu iddia etmek de doğru değil.

Bu kitle içinde bir grup, 17 Aralık'tan beri olup bitenin bir darbe olduğunu ve dolayısı ile de bu kayıtların üretilmiş olduğuna inanıyor.

Doğrusu bu bakış hemen her açıdan garip.

 

1. Barış süreci

Erdoğan'ın kefillerinin en temel argümanı, yolsuzluk skandalının barış sürecine zarar verdiği veya doğrudan temel amacının barış sürecini engellemek olduğu. Dolayısı ile de, AKP'nin barış sürecinde "korunması" gerektiği yönündeki fikir.

AKP'nin, faşist MHP ve devlet geleneğini sırtlanmış CHP ile çok farklı olduğu açık bir gerçek. Kürt sorununda demokratik bir çözüm için masaya "oturtulabilecek" temel aktör olduğu da. Ne var ki, Erdoğan'ın kefilleri, AKP'yi "müzakere edilebilecek bir düşman*" değil de barışın temel aktörü olarak görüyorlar. Barışın gerçek ve temel aktörünün Kürt halkı ve onun siyasi temsilcileri ile Türkiye işçi sınıfı olduğunu unutuyorlar.

 

2. Kartaca korunmalıdır!

Darbe planlarının ortaya çıktığı yıllarda, Alper Görmüş, bir metafor kullanıyordu. "Ne olursa olsun AKP gitsin" diyenleri, "Kartaca yıkılmalıdır" diyenler olarak tanımlıyordu. "AKP'yi hangi güç, nasıl devirirse devirsin; yerine ne gelirse gelsin AKP yıkılmalıdır" diyenleri bu sözle tanımlıyordu. "Kartaca yıkılmalıdır" diyenler, AKP'nin "olağandışı bir siyaset" olduğunu yani aslında "devlet gelenekleri dışında" bir parti olduğunu ve temel olarak bu nedenle hükümet etme hakkına sahip olmadığını anlatıyorlardı.

Erdoğan'ın kefillerinin sloganı ise "Kartaca korunmalıdır!". Kürtaj'dan alkol düzenlemesine, 3 çocuktan "kızlı-erkekli evlerde kalıyorlar" ifadelerine, totaliter bir yaklaşımla hayatın her alanına müdahale etmek istese de; her türlü toplumsal karar sürecinde büyük bir kibirle kendisinden başkasını dikkate almayan ve üstelik başkalarının konuşmasına dahi tahammülü olmayan bir şekilde gösteri özgürlüğünden, haber alma hakkına müdahale etse de; sokakta devasa bir şiddet sarmalı yaratıp Gezi gibi bir toplumsal ayaklanmaya sebep olsa da; üstelik en liberal yaklaşımlar açısından bile kabul edilemeyecek bir şekilde gösteri hakkına insanları öldürüp sakat bırakarak yanıt vermiş olsa da; yukarıda bahsettiğimiz ölçüde devasa bir yolsuzluk ve rüşvet bataklığına saplanmış olsa da AKP korunmalıdır.

 

3. O da darbe bu da darbe

Erdoğan'ın kefilleri, bütün bu olup biteni bir darbe olarak açıklama eğiliminde. Yaşananları esasen Gezi'den başlayarak bir darbe girişimi olarak görüyorlar. Aslında, bu iddia sadece Türkiye gibi darbelerin siyasi kültüre içkin olduğu bir ülkede ortaya atılabilir. Bütün darbelere ve darbe girişimlerine karşı biri olarak, her şeyden önce darbe kavramının içini boşaltan bu iddialara da çok az da olsa değinmek gerektiğini düşünüyorum.

Darbeler, temel olarak işçi sınıfının kazanımlarını yok eden; ifade, örgütlenme ve gösteri özgürlüklerini ellerinden alan eylemler. Bu nedenle, askeri bir darbe karşısında, burjuva parlamentosunu ve seçilmişleri korumak; temel olarak işçi sınıfının kazanımlarını ve bir bütün olarak halkın demokratik kazanımlarını korumak anlamına gelir. Parlamento, beş yılda bir beş dakikalığına da olsa "seçme hakkı" nihayetinde işçi sınıfının kazanımıdır. Demokrasi mücadelesi kimi solcular tarafından küçümseniyor olsa da, her bir kırıntısı işçi sınıfı tarafından kazanılmış olduğu kadar, her bir kırıntısı işçi sınıfının örgütlülüğü, mücadele için hem güven verir hem de elzemdir.

Bugün, darbe olduğunu iddia edenler ise, "darbe girişimi olduğu için özgürlüklerin kısıtlanabileceğini" anlatıyor. MİT, HSYK ve internet yasalarının, burjuva demokrasisinde elde ettiğimiz o kırıntılara saldırdığını göz ardı ediyorlar. Bütün bu süreçte, gösteri ve ifade özgürlüğünün çok ciddi derecede sınırlandığını, hatta bu yapılırken insanların katledildiğini görmek bile istemiyorlar.

Üstelik, bütün bunları devasa bir yolsuzluk skandalının üstünü örterek yapıyorlar.

 

4. İşçi mi, işçi de kim ki!

Erdoğan'ın kefillerinin sık sık dile getirdiği bir başka soru var. Bu soru ise, gerçekten hayati bir öneme sahip: AKP gitsin de MHP-CHP mi gelsin? AKP'nin yerine bir CHP-MHP koalisyonu alternatifini mi savunacağız?

Bu soru aslında içinde ciddi bir tuzak barındırıyor. Neden bu seçeneklerden birini savunmak zorundayız?** Üstelik, Gezi gibi oldukça öğretici bir direnişin, bütün dünyada benzer deneyimlerin yaşandığı bir zamanda?

Bu iki seçeneği serip, "eee elbette AKP" diyenlerin, tarihi yapan ve değiştiren bir güç olarak "sıradan insanlara", işçi sınıfına güveni yok.

Bir yandan yolsuzluklara karşı çıkan, bir yandan da darbecilere, Kemalistlere karşı mücadele eden, barış için sokağa çıkmış ve daha da fazla çıkacak bir alternatif olamaz mı?

Eğer samimi olarak "AKP gitsin de yerine gelecek olan CHP-MHP daha iyi bir alternatif mi?" diye soran varsa, bir alternatif inşa etmek için varını yoğunu ortaya koyarak mücadele etmesi gerekmez mi?

Üstelik bu denklem, siyaseti toplumun üstünde konumlandırıyor. AKP'ye oy veren milyonların neden AKP'ye oy verdiğini, neden AKP'ye güvendiğini göz ardı ediyor. AKP'nin tabanındaki milyonlara, soldan seslenerek, onları kazanabilecek bir hareketin karşısına, AKP'yi dikiyor. Bu nedenle, "ne olursa olsun AKP gitsinciler" nasıl AKP tabanını konsolide eden bir söyleme sahipse, Erdoğan'ın kefilleri, "ne olursa olsun AKP kalsıncılar" da, AKP tabanını kazanılacak değil, AKP'nin politikalarına ses çıkaramayacak bir güruh olarak görüyor. Bu nedenle de bu iki hat, topluma bakışında esasında aynı tepeden bakışı paylaşıyor.

Bugün, Erdoğan'ın kefillerinin durduğu yer, çürümüş bir düzenin, sağcı bataklığı.

AKP'nin totaliter siyasetine ve yolsuzluklara, CHP'nin Kemalizmine ve Avrupa'nın en büyük faşist partisi MHP'ye karşı; işçi sınıfının, sıradan insanların sol alternatifi ise, her zamankinden daha acil bir ihtiyaç.

 

Ersin TEK

27.02.2014

-----

 

* Burada "düşman" çok farklı anlamlar çıkarılabilir bir ifade olduğu için açmak istedim. Burjuva partisi olarak işçi sınıfının, devletin temsilcisi olarak  Kürt halkının "düşmanı". Zaten barışın, savaşan güçlerce yapıldığını da hatırlamak gerekli.

** Şöyle bir soru soranlar olabilir: "Darbe tartışmasında niye taraf oldun o zaman?" Elinde ne varsa; silah, tank, top ile iktidarı almaya çalışacak bir kurum olan orduya karşı, muhtemelen bütün vekiller de ellerinde ne varsa; helikopter, uçak, yat ile kaçarken, elbette bir tarafta durulur. Bu taraf ise yukarı anlattığım gibi, işçi sınıfı kazanımlarının tarafı olur. 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.