BM Irkçılıkla Mücadele Konferansı ve Barış
21 Nisan 2009 21:58 / 1810 kez okundu!
20 Nisan’da İsviçre’de başlayan Irkçılıkla Mücadele Konferansı, büyük bir “talihsizlik” eseri olarak İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın açılış konuşması ile başladı. Ahmedinecad’ın İsrail ve soykırım konusunda bilinen, -uluslararası diplomasiye hiç de uygun olmayan- sert görüşlerinin yarattığı tepki hiçbir azımsamaya uygun olmayan bir tepki oldu.
Genellikle başını İsrail ve ABD’nin çektiği ve batılı ülkeleri kapsayan bu tepkinin, başta İsrail’in gaddar ve ırkçı olarak değerlendirilmesi, sonra da ifade özgürlüğüne aykırı bir konferans olduğu savlarına dayandırıldığını görüyoruz.
Burada “gaddarlık ve ırkçılık” suçlamalarının ne kadar haklı olup olmadığını tartışmanın bizi bir sonuca vardırıp vardırmayacağı elbette ki tartışılabilir. Sanırım hatırlı bir çoğunluk da bunun böyle olduğunu kabul edebilir. İsrail’in son “Gazze” suçları, ülke seçimlerinde aşırı milliyetçi-ırkçı partilerin hükümeti kurma başarısını elde etmeleri, sol yönelimli olduğu bilinen bir partinin dahi milliyetçi propagandaya teslim olması dünya halklarının dikkatini bu ülkeye daha fazla çekiyor. Eski Dışişleri bakanı Livni’nin, Filistinlilerle Barış Görüşmelerinin olası bir başarısı durumunda, İsrail’de yaşayan 1 milyon Arap kökenli İsrail vatandaşının da ülkeyi terk etmesinin -açıktan kovma- doğru olacağını söylemesi dahi İsrail’deki milliyetçi algının hangi boyutlarda olduğunu gösteriyor.
Elbetteki İsrail’deki bu milliyetçi-ırkçı tırmanma nedensiz değildir. Sadece bir saptama olarak ortaya koymamız gerekir ki, İran’ın, Ahmedinecad’ın bu ülkeye karşı, “bölgede hiçbir yaşam hakkı tanınmayacağı ve ortadan kaldırılacağı, er geç tarihten silineceği” gibi ırkçı-soykırımcı tehditleri, tarihlerindeki “soykırım travması” ile var olmaya çalışan bir halk için hiç de kolay kabul edilecek bir tehdit değildir. Bu karşı karşıya kalınan ırkçı tehdide karşı ırkçı bir tehdit oluşturmak ise -Filistinlilere ve Araplara karşı- kimsenin kabul edebileceği bir davranış değildir. Kısa veya uzun vadede İsrail’den kaynaklı İran nükleer hedeflerine yönelik bir saldırının olabilme perspektifi, giderek daha fazla gerçeklik kazanma eğilimindedir. Bölgeyi tam anlamıyla bir ateş çemberine sokacak böyle bir durum ne yazık ki okun yaydan bırakılma durumuna karşılık gelecektir.
Ama sanırım sorun bundan daha fazlasıdır. İki ülkenin karşılıklı bir tehdit algısını birbirlerine karşı sürekli canlı tutması, boyutlarını çok aşan bir durumu gösteriyor. Ne yazık ki ırkçılık ve ifade özgürlüğü gibi çok önemli sayılması gereken bir sorun etrafındaki devletsel kümelenmeler bize kültürler arası bir kutuplaşmayı, giderek tırmanan, koşulları giderek daha fazla olgunlaşan “medeniyetler arası bir çatışma olasılığını gösteriyor. Geçtiğimiz yüzyılın giderek daha fazla önemini kaybettiği görünen “toplumsal-sınıfsal mücadele paradigması” yerini, çokkültürlülük yüzyılı olacağı söylenen bu yüzyılda, ne yazık ki “kültürler arası mücadele paradigması” tehlikesine bırakacakmış gibi görünüyor. Toplumsal-sınıfsal bir paradigma, öncelikli olarak ülkelerin, ulus devletlerin kendi içlerindeki sınıfsal kutuplaşmalarla açıklanabilecekken, kültürler kutuplaşması paradigması ise kültürlere bölünmüş devletler arasında ayrışmayı ön plana çıkarmaktadır.
Bu durumun, gezegenimizde farklı kültürlerin ve kimliklerin “Bir arada yaşama olanaklarının yeni demokratik seçeneklerle zenginleştirilmesi” düşüncesine pek yararlı olacağı söylenemez elbette. Açık bir çatışma tehdidi algısının ise giderek daha fazla görünür olmasının önünde, dünya ilerici güçlerinin çabalarını çok daha fazla, uluslar-kültürler ve kimlikler arası ilişkilerin demokratik unsurlarının ön plana çıkarılmasına harcaması gerekir. Dünya barışını korumanın şimdiden atılması gereken adımları, sanırım artık her zamankinden de acil bir görev olarak önümüzde duruyor.
21.04.2009