Kürt Ulusal Sorunu ve Çokkültürlülük-2
02 Eylül 2009 01:59 / 1752 kez okundu!
Kürt ulusal sorununun ortaya çıkış sürecinin, 1923 yılında Hilafet Kanununun çıkarılması ile başladığı uzun süredir savunulan bir görüştür. O tarihe kadar dinsel bir üst şemsiyenin birleştirdiği Türkler ve Kürtler “sorunsuz” yaşamışlar, dinin birleştirici unsur olması kimlik sorunlarının ön plana çıkmasını önlemiştir.
Unutmayalım ki dönem, dünyanın dinsel olarak değerlendirildiği dönemin son anlarıdır. Toplumsal-siyasal döneme geçişin de ilk ama Avrupa’daki gelişmelere karşın gecikmiş bir evresidir. Bir paradigma değişmekte, yeni paradigma ise, çok daha önce Fransa ve İngiltere’de yaşanan gelişmelerin kopyala-yapıştır yöntemi kullanılarak vulger bir yaklaşımla uygulanması ile ortaya çıkmaktadır. Avrupa’da ise sorunlar artık kimliklerin anti-demokratik olarak değerlendirilen imparatorluklardan kurtarılması ve yeni ulus-devletlerin yaratılması sürecidir.
Burada bir ayraç açarak, bir konuyu açıklamak gerekir. Ulus-devlet örgütlenmesi, zamanını doldurmuş, anti-demokratik İmparatorluklara ilerici bir yanıt olarak görülmelidir. Günümüz süreçlerinde ise Ulus-devlet’e getirilen sert eleştiriler, bu örgütlenme modelinin uygarlığın geldiği aşamada artık zamanını doldurmuş olduğu, aşılmış olduğu ve günümüz sorunlarına verdiği yanıtların statükocu bir çizgide kaldığı ile ilgilidir. Bu yüzden de Milliyetçilik-Yurtseverlik ideolojileri, bugünün insan hakları, demokrasi, toplumsal ilerleme, bireysel ve toplumsal haklar, kültürel ve kimliksel haklarla ilgili her türlü sorunda daha da fazla tutucu bir nitelik kazanmaktadır. Dünyanın siyasal ve ideolojik algılanmasında güncellenen paradigma, daha çok ulus ötesi ve/veya ulus sonrası demokratik bir kavrayıştır. Sol açısından bu paradigmayı doğru kavrama ve milliyetçilik-yurtseverlik bağlantısında yeniden düşünme gerekliliği de önemli bir sorun olarak görülmelidir.
Balkanlardaki ulusal bağımsızlık mücadelelerinin başarıya ulaşıp teker teker Osmanlı’dan ayrılmasının yarattığı dağılma/yok olma travmasının yaşandığı, Gayri Müslimlerin çıkışlarının daha büyük bir tehlike olarak görüldüğü yerde, Müslüman unsurların bir bütün olarak hareket ettiği görülmüştür. Abdülhamit’in emriyle 1890 yılında tamamen Kürtlerden oluşturulan, başlarında Kürt aşiret reislerinin bulunduğu “Hamidiye Alayları” kurulmuş, bu alaylar Osmanlı’nın bölgedeki “sopa”sı olmuş, ortaya çıkan her türlü bağımsızlık ve hak istemine karşı kullanılmışlardır. Gayri Müslimlere karşı oluşturulan bu dinsel ilişki sistemi, 1923 yılında Hilafetin kaldırılması ile ortadan kalkmıştır. Dinsel anlamda yapıştırıcı bir unsur olan ve bir üst şemsiye altında kimliklerin eşitliği prensibiyle çalışan yapı çökmüş, Hilafet’in ortadan kaldırılması ile Kürt kimliği üzerinde etnik Türk kimliği baskın unsur olarak ortaya çıkmıştır.
Baskın olarak ortaya çıkan ve Ulus-Devlet oluşturma sürecinde olan Cumhuriyet, kendi devlet modelini oluştururken iç içe üç daire çizmiş, en içteki daireye Türk unsurunu (etnik), ikinci daireye Türk olmayan Sünni Müslümanları ve Alevileri (dinsel), en dıştaki daireye de gayri Müslimleri koymuştur. Bu sınıflandırmada etnik Türk kimliği ana unsur, Türk olmayan Müslümanlar asimile edilecek unsurlar (yarı çevredekiler), en dışta yer alanlar ise sınırların dışına atılacak olan Türk ve Müslüman olmayan unsurlardır (çevredekiler). Merkezde yer alan etnik Türk unsuru da, Anadolu köylüsünden oluşturulacak, yaratılacak olan bir etnisitedir. Kafkaslardan ve Balkanlardan göç edenler de bu merkezde yer alacak şekilde hızla Türkleştirme süreçlerinin içine çekilecektir. Hedef bütün daireleri tek bir daireye dönüştürmek, “sınırların dışına davet edilen” gayri Müslimlerden sonra, tamamen Türkleştirilecek olan Türk olmayan Müslümanlar ile birlikte sadece Türklerin yaşayacağı türdeş bir yurt oluşturmak. Burada konumuz açısından asimile edilecek, Türkleştirilecek en büyük unsurun Türklerden sonra Kürtler olduğu tesbitinin gerek İttihat Terakki ve gerekse Cumhuriyet önderleri tarafından yapılmış olduğudur. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının, İttihat Terakkici zihniyetin genel olarak taşıyıcısı olduğu ve bu kadroların aktif olarak 1950’ye kadar yönetici devlet mekanizmalarında bulunduğu bilinmektedir. Bu asimilasyoncu zihniyeti oluşturan düşünce biçiminin ise günümüze kadar devam ettiğinin kanıtları bu günde görünmektedir.
Ayrı bir dili olan, ayrı bir kültürü olan, davranış tarzları bile farklı bir gelenek oluşturan Kürt halkının, Osmanlıdan bile eski yerleşik bir otoktan halk olması, Cumhuriyetin bu asimilasyon politikasında başarısızlığa uğramasında en büyük neden olarak görülmelidir. 1925 Şeyh Said ve 1938 Dersim isyanları, Kürtlerin üzerinde uygulanan asimilasyon politikalarına karşı bir ulusal kimlik oluşturma direnişleri olarak görülmelidir.
Cumhuriyetin Kürtleri asimile planlarını uygulamak için önce inkar politikalarıyla işe başladığı, Kürtlerin aslında dağda yaşayan bir Türk soyu olduğu, kullandıkları dilin de Türkçenin bir lehçesi olduğu yıllar boyu işlenmiş, onların ikinci sınıf vatandaş olduğu, medeniyetten uzak cahiller olduğu ve hep kötülük ürettikleri suçlamalarıyla ötekileştirildiklerini biliyoruz. Türk kimliğini oluşturmak için gereken “öteki” unsur Kürtler olmuş, bütün olumsuzluklar onlara yüklenerek Türklüğün ve Türkleşmenin ne kadar medeni ve ulvi bir seçim olduğu işlenmeye çalışılmıştır.
“Türkçenin bir lehçesi olan Kürtçe” pazarlarda ve sokakta yasaklanmış, 1928 yılında Türk Ocakları öncülüğünde düzenlenen “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla dilin tamamen unutturulması amaçlanmıştır. Devlet dairelerinde ve mahkemelerde yerel halkın memuriyeti engellenerek, dil konusunda Türkçenin “zor”la öğrenilmesi istenmiştir. Doğuda nüfus yoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu illerden, 1934 iskan kanunu politikalarıyla Kürt nüfusun batıya gönderilmesi, Türk nüfus içinde eritilmesi ve yerleşim yerlerinde bu nüfusun %5’i geçmemesi gibi uygulamalar Türkleştirilme çalışmalarına birer örnektir. Uygulanan bu iskan politikalarıyla İttihat Terakki’nin Ermenilere yönelik İskan politikaları arasındaki yöntem çakışmaları da dikkate değerdir.
Devletin Eğitim, Dil, İskan ve Askeri yöntemlerle onlarca yıldır uygulamaya çalıştığı ve başarısızlığı açık olarak görülen inkar, zor ve asimilasyon politikalarının çoktandır iflas ettiğini kimsenin reddedecek bir durumu olmasa gerek. 1960’lı yıllardan bu yana, Kürtler arasında sınıfsal ve kimliksel muhalefetten başlayarak, giderek kimliksel muhalefet yapısı belirleyici hal alan sol örgütlenmeler, gecikmiş bir uluslaşmanın habercileri olmuştur. Batıda eğitim görmüş sol kadrolar 60’lı ve 70’li yıllar boyunca giderek artan bir biçimde kendi şehirlerine ve köylerine bilinç taşıyıcısı aktörler olmuşlardır. Bu dönemlerde ve özellikle 80 sonrası gelişen kapitalistleşme ve feodal ilişkilerin dağılma süreçleri de, Kürtler arasındaki sınıfsal muhalefeti ve giderek ulusal muhalefeti arttırmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti ülkesini sadece ve sadece Türklerin yurdu gören, her şekilde bu toprakların sadece Türklere ait olduğunu ve Türklerin bu toprakların efendisi olduğunu söyleyip, öz Türkler dışındakilerin ise sadece hizmetçi ve köle olma hakkına sahip olduğunu söyleyen bir zihniyeti sorgulamak, insan onuruna sahip herkesin görevi olmalıdır. Çünkü bu zihniyetin bedeli toprağında yatan bu iki halkın binlerce evladı ve toprağından fışkıran binlerce faili meçhulun kemiğidir.
İnsanlık dışı asimilasyona karşı çözümün ne olabileceği konusunda devam edelim.
Ferruh Erkem
2 Eylül 2009