Kürt Ulusal Sorunu ve Çokkültürlülük-4
30 Eylül 2009 16:28 / 2550 kez okundu!
Kürt Ulusal Sorunu ve Çokkültürlülük ile ilgili seri yazıyı üç bölümde tamamlamayı planlamıştım. Bu sorunun çözümü, çözüm yöntemleri konusunda şimdiye kadar sosyalistlerin söylemediği çok az şey kaldığını düşünerek, sorunun temel kaynaklarına ağırlık vermeyi ve son dönem dünya siyaset sahnesinde çokça tartışılan bir kapsam olan “çokkültürlülük” üzerinden bu soruna bakmayı düşündüm.
Ve yazının başlığında kendine yer bulan bu terim hakkında, özellikle sorular doğabileceğini ve açılacak bu yoldan da “Çokkültürlülük” kavramına Liberal ve Marksist bakışlar konusunda bir tartışma yapılabileceği gibi bir bakış açısı içinde beklemeye geçtim. Ama ne yazık ki gelen eleştiri sadece ve sadece 30 yıl öncesinden gelen bir eleştiri oldu.
Otuz yılı da aşan bir zaman öncesinden tartışılan, tartıştığımız sorunun, artık aşılmış-tamamlanmış bir bakış açısıyla halen tartışılmaya çalışılması, hala o zamanın argümanları ve jargonunun kullanılması yeteri kadar zorlayıcı. Ama yine de cevap vermemek olmaz.
Dilim döndüğünce, mürekkebim yettiğince “düşüncelerimi netleştirmeye” çalışacağım.
Ulus devletin Osmanlı-Cumhuriyet özelinde geçtiği yolları tahlil ederken yapmış olduğum sadece bir saptamadır. Anti-demokratik bir çok etnili ortamdan gelip türdeş bir devlet’e doğru gidişin yarattığı travmaların günümüzde de devam eden etkileri kuramsal sonuçlar için önemlidir. Fransa ve ABD modelleri arasında seçim yapıp yapmamak elbette ki nesnel koşulların iteklemesiyle öznel olarak tercih edilen kararlardır. Üstelik bu kararı vermek Kemalistlere değil İttihat Terakki önderlerine aittir. Kemalistler (ki çoğunlukla İttihatçı kadrolar tarafından oluşturulmuşlardır) türdeş devlet tercihi konusunda izlenen yolun-verilen kararın sürdürücüsü olmuşlardır . Yani Ulus-Devlet tercihi, ilksel anlamda Kemalistlere özgü bir tercih değildir, onlar başlanan yola devam etmişlerdir.
Tarihin, sadece nesnel gerçeklere göre belirlendiği tesbitinin, içinde çok fazla determinizm barındırdığını düşünüyorum. Eğer nesnelliğe yapılan vurgunun gereğinden daha fazla olması durumunda geçmişe yönelik eleştiri haklarımızın çok sınırlandığını görürüz ki bu sağlıklı değil bence. Ulus devlet oluşumu içinde nasıl ki her devlet ayni yollardan geçmediyse, Osmanlı ve Cumhuriyetin seçtiği yolun tek yol olduğunu ve nesnel olarak eleştirilemez olduğunu söylemek de sorunlu bir yaklaşım olur. Eğer yüz yıl sonra geldiğimiz yol bu kadar sorunlu ise ve yüz yılda yolda karşımıza çıkan ne varsa kırıp dökmüşsek, seçilen yolun sorunlu olduğunu söylemekten başka ne yapabiliriz ki? Yapılabilecek tercih, Fransa-ABD devletleşmeleri açısından değil (bu sadece en temel farklı iki ülkeyi belirtmek içindi) Ulus-devlet içinde farklı etnik gruplara eşit haklar vererek, onlarla yan yana yaşama ilkesini dikkate alarak yapılabilirdi. Asimilasyon, tehcir ve zorla iskan gibi kullanılan yöntemleri sadece nesnel koşullara bağlayıp kabul etmek, bana etik bir davranış gibi gelmiyor. Ulus devlet erekli bir örgütlenmede, farklı dinsel ve etnik grupların daha eşitlikçi bir yapı içinde var olmaları sağlanabilirdi, diyorum. İttihatçıların hepimizin malumu yöntemleri tercih etmelerindeki öznel yapıyı onaylamıyorum, eleştiriyorum. Başka bir yol vardı ve uygulanmadı ve bu yol sadece gayri Müslimleri değil, sadece Alevileri değil ayni zamanda da dönemin komünistlerini, Sosyalistlerini de hedeflemiştir. Biz sosyalistler, ayrı bir yazıda tartışılması gereken bir sorun olan o dönemde, sonra da Cumhuriyet döneminde sınıf önderlerine uygulanan baskıları hep dikkate almış fakat gayri Müslimlere, farklı dinsel seçimi olanlara ve çok uzun bir süre boyunca Kürtlere yapılanlara sessiz kalmış bu konuda Kemalistlerle “gizli bir ittifak” içinde olmuşuzdur. -Umarım bu tırnak içinde aldığım bölümü aşırı anlam yüklemeyle başka yöne çekme başarısını göstermeyiz.- Hala da bu sorunları konuşurken hep bir geçiştirme, fazla üstünde durmama gibi bir tavır bizlere egemen olmuştur. Solun kemalizmle olan sorunlu ilişkilerinde aramak gerekiyor sanırım bunun nedenlerini.
Bölme-bölünme sözcüklerini kullanıyorum çünkü, Derin Devlet’in yıllardır bu halkı korkutmak, milliyetçi duyguları yükseltmek ve hatta sol’un önemli bir parçasında kafa karışıklığı yaratarak ulusalcılığı beslemek için kullanmasına karşı bir eleştiri olarak söylüyorum bunu. Uzun yıllardır bu topraklarda ulus-devleti korumak adı altında işlenen faili meçhul cinayetleri (17-18 binden bahsediliyor ama 40 binleri telaffuz edenler nedense ısrarla bu rakamı hatırlamakta sorun yaşıyorlar), Asit kuyularını, toprağın altından çıkan insan kemiklerini, kimsesizler mezarlığından çıkan ve DNA tesbiti yapılan kayıp cesetlerini düşünerek Devletin Kürt halkına karşı uyguladığı “ÖTEKİLEŞTİRME-YABANCILAŞTIRMA” politikalarına getirilen bir eleştiriden çıkarılan sonuç, en hafifinden bir tesbitle, bu olmamalı. Bu konuda Ulusal Burjuvaziyi savunma gibi bir eleştiri sanırım inanılmazı başarmaktır. Milliyetçilik-Ulusalcılık kapsamında, yurtseverlik düşüncesinin dahi günümüzde sorunlu olduğunu-milliyetçiliğe yol verme kapsamında ve tehlikesinde-, günümüz sosyalistlerinin –ve bence bütün insanlığın- düşünce yapısının “Dünya Vatandaşlığı-Dünyasever” olması gerektiğine, Enternasyonalist ve Evrenselci olması gerektiğine inanıyorum. Tarihsel sürecin de hepimizi “dünya vatandaşlığına” götürdüğüne, hepimizin yaşadığı gezegenin de “Dünya Köyü” olacağına, yaşanan tüm “küreselleşme" süreçlerinin de bu süreci anlattığını düşünüyorum.
Kürt Ulusal Hareketinin gelmiş olduğu aşamada, gerek dil ve gerekse TV-Radyo konularında gelmiş olduğu nokta, hiç de kalıcı kazanımlar olarak görülmemelidir. Kısa bir süre sonra, olası farklı bir hükümet döneminde atılan bu adımların hiçbirinden eser kalmayacağını da görebiliriz. Burada sorun, keşke yazı daha dikkatli okunsaydı, “Anayasal Eşitlik” ve “Anayasal Vatandaşlık” adımlarının atılmasıdır. Kapitalizm koşullarında bir ulusun kurtulup kurtulmaması, tamamen uluslar arası konjonktüre ve güçler dengesinin denk gelip gelmemesine bağlıdır. Kaldı ki bu konuda kararı bizler değil “EZİLEN ULUSUN HALKI” verecektir. Bize ne oluyorsa, onlar adına burada ahkam kesip duruyoruz. Emekli bir Büyükelçi (Ümit Pamir) ayrılma için referandum yapılmalıdır, önerisini getiriyor. Milliyet’ten Kadri Gürsel bu öneriyi köşesine alıp destekliyor ve tartışmaya açıyor, günlerce buna yönelik çözüm önerileri TV’lerde tartışılıyor. Ve en önemlisi sorunun asıl muhatabı olan Kürtler ve siyasi temsilcileri bu öneriyi komple reddedip, demokratik haklardan ve yönetsel haklardan bahsediyor. Federasyon bile değil. Sonra biz çıkmış burada kelimenin tam anlamıyla ahkam kesiyoruz. UKTH’na karar verecek olan Kürt halkı ve onların siyasi temsilcileri değil mi? O halde bırakalım da kararı onlar versinler. Ama olmaz, her sorunu olduğu gibi bu sorunu da en iyi biz biliriz ve en doğru anahtar bizdedir. (Burada bir ünlem var.) Bizim bu konuda sadece ve sadece bakış tarzımız, “Birlikten yana olmak, ama ezilen ulusun bu konuda (Referandum yoluyla) vereceği karara saygı duymak olmalıdır.” Nokta.
En devrimci olmak için, en keskin çözümü, en uçtaki çözümü alıp hemen masaya koyacağız ve bunun önceli kısa, orta vadeli tüm çözüm yöntemlerini masadaki ekmek kırıntıları gibi süpürüp yere atacağız. Bu çözüm yöntemlerini ortaya koyan, sorunun her yönünü göz önünde tutmak isteyenlere de, otuz yıl önceki jargonla bindirip duracağız. Bunun adına da “ideolojik mücadele” diyeceğiz ki eskiden olduğu gibi kısır tartışmaların içinde debelenip duralım. Kafamızı kaldırıp aman ha, bu dünyada otuz yıldır neler oluyor, neler değişti, dünya nereye doğru gidiyor, Marksistler bu gelişmelerden nasıl sonuçlar çıkarmalıdır, Sosyalizmin dünya çapında kaybolan prestijini sağlamak için neler yapmak gerekiyor, işçi sınıfında ve sendikalarda yaşanan kan kaybının nedenleri nelerdir ve bunların sosyalist mücadelenin zayıflamasıyla nasıl bir ilişkisi vardır gibi sorular sormayalım. Ha soran olursa da artık ona revizyonist-reformist falan da demeyelim, doğrudan liberal deyip biletini kesiverelim. Ne sorular ama, insanı rahatsız eden, insanda huzur bırakmayan, bu yüzden de yaşayan sorular bunlar, yaşamın çıkarıp önümüze koyduğu sorula. Soru yoksa ise işimiz kolay, otuz yıl öncesinde yazdığın bildirileri çıkarır sadece altındaki tarihi değiştirir tekrar yazarsın.
Yeri gelmişken bir soru daha ekleyelim: 1980’den itibaren dünya ekonomisinde ve düzeninde ciddi bir nitelik değişiminden bahsediyorlar, ve şu an için kimse de adlandıramıyor bu değişimi. Neo-liberalizm diye kestirme bir yanıt vermeyelim bence bu duruma, o da var işin içinde ama sadece o bu durumu anlatmaya yetmiyor. 1980 yılı aynı zamanda “Dünya ekonomisinin küreselleşmesinin 3 dalgası”nın başlangıç yılı olarak görülüyor. (İlk iki dalga 16. Yy-Fetihler çağı ve 19.yy.-Sömürgeler çağı). İletişimde ve Ulaşımda sağlanan devrimsel ilerlemenin (Bilgi Toplumunun) dünya çapında sağladığı değişimin boyutlarının, bütün dünyayı yeni bir döneme soktuğu ve bunun da Marks’ın öngörülerini doğrularcasına “Dünya Köyü”ne doğru gittiği tartışılıyor. İletişimde sağlanan hızlı dönüşümün “dünya zamanını ve mekanını” ileri ölçülerde sıkıştırdığı, küçülttüğü ve yeni bir sürecin adım adım örüldüğünden bahsediliyor. Biz sosyalistler, burada bunları tartışacağımız yerde, otuz yıl öncesinin düşünsel yapısıyla konuşmaya devam ediyoruz. Bunca yıldır çok seller aktı bu topraklarda, çok nehirlerin suyu değişti ve hiçbirine yetişemedik biz. Umarım bundan sonrasını yakalarız.
Ama şu bir gerçek ki, Kürt Ulusal Sorunu ilk defa bu boyutlarıyla tartışılıyor ve ilk defa halk bunu tartışıyor. Bu sorun tartışıldıkça, kutsal kılıflarından sıyrıldıkça halklar arasındaki dostluğun boyutları daha da artacak ve çözüme bir adım daha yaklaşılacaktır. Yılların Türk Milliyetçi koşullanmalarıyla yaşanacak gerginlikleri göze almak gerekiyor. Ve elbette inanıyorum ki bu sorunun bu sistem içinde de ileri bir çözümü vardır ve bunun için de devrimciler ellerinden geleni yapmalıdırlar. Yoksa, bütün sorunlar gibi bu sorunu da sosyalizme havale etmek, en azından demokrasi mücadelesi açısından kabul edilecek bir yöntem değil.
Kendi kendini yönetme talebiyle, yerel yönetimlerin yetkilerinin merkezi yönetim aleyhine güçlendirilmesi arasındaki bağlantı sanırım kolaylıkla kurulabilir. Yerel yönetim yetkilerinin artırılmasındaki nitelik sorunu, özerkliğe yönelik adımlar sorunuyla birlikte düşünüldüğü zaman daha anlamlı olacaktır. Aynı şekilde kendi dilini eğitiminde kullanma özgürlüğü, eğitimin ana dilde yapılma sorunu temeldir ve buradan yola çıkıp bir ip ucu yakaladığını sanmak…
Devrimciler neden hep burjuvaziden bir şeyler beklemek zorundadır, anlamak mümkün değil. Kim burjuvazinin ilerici olduğunu, istediğimiz, mücadele ettiğimiz demokratik hakları bize vereceğini söylüyor ki. Neden hep biz istiyoruz ama burjuvazi vermez oluyor ki? Nasıl bir kompleksdir ki solda devamlı bir “vermezler” havası egemen. Elbette vermeyecek, sen o hakkı kabul ettireceksin, kazanılmış hak haline getireceksin. Demokrasi mücadelesinin kendisinin tam da bu olduğunu anımsayalım. Hatta artık “Demokrasi” sözcüğünün içinde barındırdığı “ikicil” yönleri de dikkate alarak sosyalistler için “Radikal bir Demokrasi” mücadelesinden konuşmaya başlayalım ve hedefler, yöntemler ve her anlamıyla kendi sürecimiz için “yeni bir sosyalist kültür“ü örmeye çalışalım.
“Olsa olsa türk ve kürt gençlerinin birbirini öldürmesinin önüne geçip onlarin hep birlikte, asya steplerinde ABD emperyalizminin çıkarları peşinde ölmesini sağlayabilir.”
İşte tam da bu, cümlenin ilk bölümü ne güzel söylemiş. “Olsa olsa “ sözcüklerinin kullanımının verdiği o kahredici küçümseme havası bir yana, az şey mi istediğimiz, devrimcilerin istediği: Türk ve Kürt gençlerinin birbirini öldürmesinin önüne geçmek, tam anlamıyla şu anki en acil, en güncel sorun bu: Bu gençlerin birbirini öldürmesinin önüne geçmek. Bunu sağlamak ve bunu yaparken de Kürtlerin en temel demokratik hakları için atabileceğimiz tüm adımları atmak, atılan adımlar varsa bunu daha da ileri götürmek, hatta daha doğru bir zemin içinde sorunun yer alması için mücadele etmek. Çeyrek asırdır süren bu sıcak savaş nedeniyle, her iki halk arasında oluşan düşmanlıkları ortadan kaldırmak, oluşan-oluşturulan milliyetçilik ve şovenizm rüzgarlarını sonlandırmak, gerçek bir dostluk ve kardeşlik ortamını sağlamaktır. Önemsiz şeyler mi bunlar? Böyle bir kardeşlik ortamının Türkiye demokrasi ve devrimci güçlerinin mücadelesine vereceği moral ivmenin ne kadar önemli olduğu da düşünülmeli.
Tabi buraya kadar söylediklerimiz “halkların kardeşliği”, “farklılıkların birarada yaşama kültürünün sağlanması ve bunun başarılması” içindir. Ama illaki “savaş yoluyla” ayrılmanın sağlanması gibi bir “seferberlik” anlayışı ile hareket edilecekse, bu düşüncenin, karşı taraftan bakışla “son terörist kalıncaya kadar” anlayışıyla nasıl paralellikler taşıdığı da tekrar tekrar görülmelidir. Çünkü aynı kapıya çıkan bu anlayışlar, sadece bu iki halkın çektiği acıların devam etmesini sağlayacaktır. Bunu bir sosyalistin kabul edebileceğini düşünmek dahi istemiyorum.
Emperyalizmin bu gençleri asya steplerinde ABD emperyalizminin çıkarları için savaşa sürmesine de -eğer böyle bir durum varsa- karşı çıkmak, mücadele etmek ayrıca tüm sosyalistlerin görevidir. Ama iki ayrı olguyu birbirine karıştırmamak gerekiyor. Ve ülkemizde emperyalizm algısının gereğinden çok fazla tehlike olarak görüldüğü, abartıldığı, bu durumun da ülkedeki milliyetçiliğin ve ulusalcılığın en temel beslenme noktası olduğunu düşünüyorum. (Kapitalizme karşı mücadeleyi zaman zaman örtücü bir şal işlevi gördüğünü de…)
Bir önceki yazımdan bir alıntıyla buraya bir virgül koyalım:
“Çözüm önerilerinin hiçbirini dışlayıcı bir dar görüşlülüğe düşmeden, sorunun her şeyden önce bir anayasal eşitlik sorunu olduğunun kabulü ve birlikte yaşama kültürüne verdiğimiz değer ile halklar arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularının sağlanabileceğine ve yaşatılabileceğine olan inancımız bakış açımızı oluşturmaktadır.”
Ferruh Erkem
30.09.2009