Milliyetçilik-Irkçılık ve Demokratik Tavır
19 Aralık 2009 23:15 / 2160 kez okundu!
Etienne Balibar, “Irkçılık ve Milliyetçilik” adlı makalesinin hemen girişinde Irkçılığın, Modern çağda her yerde var olan “milliyetçilik zemininde” geliştiğini ve ırkçılığın ortaya çıkışının ve gelişiminin temel şartının milliyetçilik olduğunu öne sürer. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim koşullarının bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçilik ve o’nun yaratımı olan ulus devlet, gerek gerektirdiği türdeşliği açısından ve gerekse “azgelişmişlik-çok gelişmişlik” ikiliği açısından bu milliyetçilikleri besleyen ana damarlar olmaya devam etmişlerdir.
Halkların yan yana yaşadığı toprak parçalarında hakim-güçlü olanın diğerlerini kendi içinde eritme (asimilasyon) isteği, diğerleri aleyhine çok ciddi bir durumun ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmıştır. Birbirleriyle ilişkilerini “ötekileştirme” anlamında oluşturan halklar, kendi tanımlarını diğerlerine bakarak kurmuş ve bu kurma sürecini de diğerlerinden kendini farklılaştırarak, diğerleri olmayarak oluşturmuştur. Bu oluşturma sürecinin ileri aşamalarında ise diğerlerini kendileştirme ve daha büyük topluluklara karşı –ki o düşman algısını oluşturur- daha da büyük bir topluluk yaratma istenir. Böylelikle ayakta kalınacaktır, böylelikle güçlü olunacaktır. Tam da bu durum “ezilenin ezen konuma, mağdurun zalim konumuna geçmesi”nden bahsedilmesini gerektirir. Balibar aynı makalesinde bundan “…kurtuluşu amaçlayan milliyetçiliklerin tahakkümü amaçlayan milliyetçiliklere dönüşmesi…” sözleriyle bahseder.
Ulus devleti oluşturan milliyetçiliğin, oluşturduğu bu devlet tarafından sürekli olarak üretilmeye devam etmesi, lider, semboller, bayrak ve dil gibi ulusal öğelerin vazgeçilmezi olan unsurların, özellikle kriz dönemlerinde -burada özellikle bahsetmemiz gereken siyasal-toplumsal krizdir. Ekonomik kriz daha ikincil plandadır- yeniden kutsallaştırılması, kitlelere servis edilmesi, lider kültünün daha, daha yukarılara çıkarılması, daha daha büyük bayrakların insanların beyinlerini örtmesinin sağlanması ve ulusal değerlerin toplumun zihniyet dünyasını tamamen kaplayacak şekilde ön plana çıkarılması bu devletçi-ulusalcı statükonun devam etmesi için zorunlu kabul edilen koşullarıdır. Devam etmesi gereken bu statüko da her şeyden önce kitlelerin kendi yaşam koşullarında, kapitalizmin yol açtığı tahribatı görmesini engellemekte ve bütün dikkatini milli refleks algısı içinde, aynı kendisi gibi kapitalizmin mağdurları olan “öteki”ne karşı tavır almasına neden olmaktadır. İşte bu, tam da “yanlış bilinç”tir.
Öteki olanların içinde gerek etnik niteliği ve gerekse çok büyük oranda asimile edilemez özellikleri nedeniyle ezen ulus gözünde her zaman tehlike olarak görülen bu ülkenin Kürtlerine karşı gösterilen davranış kalıpları milliyetçilik-ırkçılık çözümlemesine rahatlıkla ışık tutar niteliktedir. Kürt sorunu olarak kabul edilen bu sorunun 1925’den bu yana gelişen çizgisine bakıldığı zaman, önce uzun yıllar süren bir inkarcılık döneminin yaşandığı görülecektir. Kürt’ün Kürt olarak bile kabul edilmediği, inkar edildiği, Türklerin bir boyu diye anıldığı “asimilasyoncu” dönem, bu konuda “milliyetçi dönem” olarak kabul edilebilir. Ama bunu takip eden dönem ise hiç de böyle değerlendirilemeyecek bir dönemdir. Bu dönem özelliği itibari ile, kitlelerin bir kesimi tarafından Kürtlerin Kürt olarak kabul edildiği, ayrı bir halk olarak varlığına ikna olunduğu ama bu şekilde dışlandığı, kabul edilmediği, aşağılandığı bir dönemdir. Bu dönemden ise yer yer görülen bir ırkçılık dönemi diye bahsedebiliriz. Sayın Cenk Saraçoğlu’ndan ödünç alacağım bir kavramla “Tanıyarak Dışlama” dönemidir. Şu anda Türk toplumu içinde bir kesimin yaşadığı durum, ne yazık ki budur.
Sıradan Faşizm
Bunun için de birbirini doğuran ve besleyen Ayrımcılık, Milliyetçilik ve Irkçılık çalışması üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor. Dünya çapında azgelişmişlik-çok gelişmişlik ikiliğinin yarattığı, gelişmiş ülkeler çerçevesinde “göçün, mültecilerin ve yabancı işçiliğin yarattığı ve geliştirdiği” refaha sahip çıkma ve konumlarından ödün vermeye yanaşmamanın oluşturduğu ayrımcılık ve milliyetçilik, ne yazık ki dünya çapında kapitalizmin beslediği bir süreç. Bu süreç içindeki tüm ayrımcılık unsurlarıyla mücadeleyi de zorunlu kılan bir süreç. Irkçılık sorunuyla mücadele her şeyden önce o’nun yaşama zemini bulduğu milliyetçi ortamın ortadan kaldırılması, en azından etkisiz hale getirilmesi ile mümkündür. Bunun çok kolay bir olay olduğunu kimse düşünmemelidir. Toplumun en alt kesimlerine kadar yayılmış, kök salmış, yarattığı zehirli milliyetçilik ortamı ile karşısındakinde de bu milliyetçiliği ortaya çıkartmış ve bunu ırkçılık üst aşamasına çıkartmış bir ortamdan bahsediyoruz: Mağdurun ve zalimin iç içe geçtiği ve yer değiştirerek birbirinden rol çaldığı gerçekten karanlık bir ortam. Elbette hiç kimse ezen ve ezilen ulusun milliyetçiliklerini eşitleme çabası içinde olmayı haklı gösteremez. Ama aynı zamanda da bu iki ulusun milliyetçiliklerinin mağdur ve zalim eşitlemesi içinde oluşturulmasına kimse rıza gösteremez. Mağdur mağdur olmayı sürdürdüğü sürece hak ettiği desteği alacaktır.
Mağdurun aynı zamanda zalim rolüne soyunması, ezen ulus kibri içindeki kitlelerde gerek oluşturulan ve gerekse “ulusal kimlik” içinde var olan ve birbirini bir sarmal içinde yeniden yaratan milliyetçilik ve ırkçılık damarına karşı mücadelede çok büyük engel oluşturuyor. Zaten büyük bir imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan, aynı zamanda batıya karşı geri kalmışlık kompleksiyle donanan bir kesimin Ulusal Kimlik anlayışı, oluşan bu kompeksli kimliği ile baş etmenin çaresini doğuya yönelmekle bulmuştur. Batıdan kaynaklı eziklik duygusu, doğuya bakışta yaratılan üstünlük duygusu ile giderilmeye çalışılmış ve 20. yüzyıl boyunca Ulusal Kimlik bu ikilemde oluşmuştur: Aşağılık kompleksi ile üstünlük duygusu.
Batının gelişmişliği, modernitesi ile doğunun geri kalmışlığı - Kürtlerin yarattığı sorunlar, Arapların zaten bize ihanet ettiği ve güvenilmezliği– arasında salınan bu sorunlu kimliğe, sadece düşman algısıyla geliştirilmiş, her zaman zaten iyice ufaltılmış, sığınılmış olarak kabul edilen bu sınırlar içine hapsedilmiş bir psikoloji hakim olmuştur. (Hatta bu psikoloji ülke soluna da hakim olmuştur. Dünya solundan alabildiğine uzak, Batı soluna bakışta çok fazla önyargılı, sadece önüne bakan bir taşra solundan bahsetmek mümkün görünüyor.) Cumhuriyetle sıfırlandığı kabul edilen bir tarihin reddine rağmen, zihniyet dünyamızın köklerini Osmanlıda bulmak gayet mümkün görünmektedir. Bir İmparatorluk kibrinin bütün ipuçları Cumhuriyet döneminde devam eden bir psikolojinin kanıtları olarak durmaktadır.
Milliyetçi iklimi geliştiren ve var olduğunu gösteren temel olarak üç bileşenden bahsetmek mümkün görünüyor:
1. Statükocu Devlet varlığının İttihat Terakki’den itibaren bir ulus oluşturma süreciyle başlayan ve bugün de bütün direnç noktalarında sürdürülen bir milliyetçilik uygulaması.
2. Sivil örgütlenmeleriyle hem bu ideolojinin taşıyıcısı olma, hem de sistemin ihtiyaç duyduğu anda o’nun klasik tetikçiliğini-provokatörlüğünü üstlenen sivil-militer güçler, ki bu faşizmin klasik örgütlenmesidir.
3. Kitlelerin içinde zaten var olan ve -kriz dönemlerinde- gerektiğinde açığa çıkartılan, yükseltilen ve harekete geçirtilebilen milliyetçi-ırkçı zihniyet, ki bunu “Sıradan Faşizm” olarak adlandırıyoruz.
Burada dikkat edilirse, Statükocu Devleti oluşturan askeri-sivil bürokrasinin –en azından önemli bir bölümünün- yönetici ve yönlendirici rolü belirleyicidir. Her zaman bu belirleyiciliğin sürdüğünü ve devletin asıl sahipleri olarak adlandırıldıkları hep söylenegelmiştir. (Bu günkü kavga’da bu rolün sürdürülmesine izin verilip verilmeyeceği konusundadır.) Bu “Tarihsel Blok”un (Terimi Hasan Bülent Kahraman’dan ödünç aldım, Bu blok’un içine “Aydınları” da katar sayın Kahraman.) uyguladığı asimilasyon ve tehcir politikalarının bir devamı olarak uzun süredir bu topraklarda yukarıda ikinci sırada saydığımız sivil militer faşist güçler ile üçüncü sırada saydığımız sıradan-gündelik faşizmi oluşturan kitlelerin –özellikle orta ve alt sınıflar- bir araya getirilmesi kabusunun gerçekleştirilmeye başladığı görülmektedir. Bu son derece tehlikeli, ucu çok açık bir provokasyon sürecidir ve tüm sol güçler bu sürece tüm güçleriyle, hiç vakit geçirmeden karşı çıkmak zorundadırlar. Gerçekleştirilmeye çalışılan tezgah -12 Eylül öncesi de yaşadığımız gibi- Etnik (Kürt) ve dini (Alevi) sorunlara benzin dökerek ülkeyi yönetilemez noktalara taşımak ve “halkı darbeyi ister hale getirmek”tir. Bir CHP milletvekilinin bu yöndeki sözlerine fazla naif yaklaşmak doğru olmayacaktır.
Trabzon, Mersin ve sonrası İzmir’de olanlar basit adli vakalar olarak adlandırılmayı çoktan aşan, örgütleyici ellerin çok fazla ortada göründüğü planlı provokasyonlardır. İzmir-Üçyol’daki DTP konvoyuna yapılan saldırıda, konvoy geçmeden çok önce cadde çevresindeki apartmanlardaki dairelerin tek tek gezilerek balkonlara bayrak asılmasının istenmesi çıkarılan olayın kendiliğinden olmadığını göstermektedir. Uzun bir süredir Ülkücülerin sokağa çıkarılmasının planları yapıldığı ve sonunda bunun da başarıldığı görülüyor. “Ülkücülerin provokasyona gelmeyeceği” çağrılarından sonra artık provokasyona gelmiş ülkücülerin haberlerini okumaya başladık –yine 12 Eylül öncesini anmadan edemeyeceğim. Nizam-ı Alem’cilerde ise “Tarlanın çoktan sürülmüş olduğu” zaten kendi beyanlarıyla biliniyordu.
Milli-Refleks’e Karşı Demokratik Tavır
Burada en önemli olan durum, Sıradan Faşizm olarak adlandırdığımız, kitlelerdeki ırkçılık duyguları ile bu potansiyelin klasik faşist militer örgütlenmeyle buluşturulduğu noktalardır. Kitlelerdeki bu olumsuz psikoloji, militer örgütlenmeye taban olmakta ve kadro kaynağı işlevi görmektedir. Gerek CHP’nin ve gerekse MHP’nin statüko ve devlet konusunda almış oldukları hırçın ve “hıyanet” suçlamalı tavırlar, ülke temelinde her türlü provokasyonun temelini atmakta ve bu partiler bundan hiçbir sorumluluk duymamaktadırlar. Ne olursa olsun AKP’nin alaşağı edilmesi temelli muhalefet anlayışı kendini çoktan aşmış top yekün ve sınırsız bir saldırıyla kale surlarını yıkmaya çalışan yeniçeriler misali devletin statükosunda en küçük bir delik açılmasına dahi izin vermek istemeyen bir saldırganlık içine girmişlerdir. Hükümetin kararsız ve ikircimli tavrı, söz edilmeden geçilemeyecek olan PKK’nın Tokat’taki anlaşılmaz eylemi ve Öcalan’ın Lider Kültünün yol açtığı son sokak gösterileri Demokratik Açılım’ı vurmuyor sadece, bundan daha da çok batıdaki kitlelerde ayrımcı, milliyetçi ve ırkçı hıncın daha da büyümesine ve ırkçı muhalefetin daha da pervasızlaşmasına neden oluyor.
Ülkenin bundan sonra gidebileceği yolların çatallaştığı, son hızla ikili bir yol ayrımına doğru gittiğimiz görülüyor. Elbetteki şimdiye kadar statükocu Devlet-güvenlik temelli devlet anlayışından ödün vermek istemeyen ve işlerin yine kendi bildikleri gibi götürülmesi düşünü kuran güçler, eski konumlarına tekrar kavuşmak için ellerinden gelen provokasyonları planlamaya ve hayata geçirmeye devam etmeyi istemektedirler. Ama onların yolu bizi yine, darbelerin beklendiği, devamlı etrafındaki herkesi kendine düşman gören ve “düşmanlarını” ortadan kaldırmayı sürdüren bir İttihatçı Teşkilat-ı Mahsusa yapısının egemenliğini dayattığı bir pretoryen yapıda yaşamaya mecbur bırakır.
Ya da çağdaşlığın ve uygarlığın yoluna girilir ki bu yolda bizi, ülkedeki tüm insanların ve grupların “farklılıkları içinde birlikte barış içinde yaşadığı”, milli reflekslerin utanç verici ilkelliği karşısında Demokratik bir tavrın ve Demokratik bir politikanın ülkenin temel yönelimi olduğu bir doğrultuya sokar.
Demokratik, Eşitlikçi ve Özgürlükçü her sosyalistin çabası ve amacı bu olmalıdır.
Ferruh Erkem
17.12.2009