Bir aşk hikayesi ve memleketin hali
23 Mayıs 2012 17:38 / 1982 kez okundu!
Daha yazılmadan en az yüz bin adet satılan kitaplar pek moda şimdilerde. Kapakları dekoratif olarak tasarlandığından, evdeki mobilyanın rengine göre seçme avantajı da sunuyorlar "müşteriye". Onları göre göre cesaretlendim ben de. Her eve uysun düşüncesiyle kapağı gümüş rengi bir roman yazmaya karar verdim.
İyi yazar çağına tanıklık etmeli diye düşündüğümden, öncelikle son günlerin gazetelerini taradım, haber ve makalelerini okudum, hayal gücümü de çokça harekete geçirerek yazmaya koyuldum.
Evet, alçakgönüllülüğü kenara bırakıp, bu eserimle yayın dünyasında sarsıntılar yaratacağımdan emin olduğumu da, sinemacılardan epeyce film teklifi alacağıma kesin gözüyle baktığımı da gizlememeliyim sizden.
Aşkın Şaşkın Kuşları, oy pusulalarının sokaklardaki çöp kutularından toplandığı alacakaranlık akşam saatlerini anlatarak başlıyor.
Heyecanlı bekleyişin sürdüğü evlerde ve parti merkezlerinde toplanan erkekler televizyonların karşısına çivilenmiş, bulunabilen sandıklardan çıkan oyların partilere göre dağılımını izlerken, mutfaklardan sürekli çay taşıyor binlerce kadının elleri.
Henüz tanışmamış olan esas kızla esas oğlanın babaları bu seçimlerde milletvekili seçiliyor ve sonrasında kızın babası iktidar partisinden bakan oluyor.
Gel zaman git zaman, Meclis lokantasında karşılaşan iki genç arasında aşk başlıyor. Bu aşka fon oluşturan ülkenin gündemi ise bilim kurgu filmlerini aratmayacak olaylarla dolup taşıyor.
Ayrık otu yeşili şiirler, öyküler, resimler, heykeller
Televizyonlara koşturan adamlar, yakın geçmişte kaç insan öldürdüklerini açıklıyorlar.
Cumartesi günleri toplanan acılı kadınlar devlete, kaybedilen evlatlarının nerede olduğunu soruyorlar.
İnşaat ya da tarihi amaçlı kazılarda birçok yerden toplu mezarlar çıkıyor. Vatani görevini yapmakta olan erlerden her ay sekizi "intihar ediyor".
Gelin edilen çocukların ve öldürülen kadınların görüntüleri ekranlardan eksik olmuyor.
Toplu tecavüze uğrayan kız çocuklarının ruh sağlığının bozulmadığından ve kendi rızasından söz eden rapor ve kararların ardı arkası kesilmiyor.
Bütün bu olup bitenler karşısında tepkiler filizlense de, kitabın sonuna kadar filiz olarak kalıyorlar.
Taktığı poşunun rengi beğenilmeyeninden, çantasında yumurta taşıyanına varasıya öğrenciler gözaltına alınıyor, doğru bildiğini yazmakta inat eden gazeteciler tutuklanıp, basılı yayınların toplatılması biter bitmez basılmayanlar da yasaklanarak yazılı oldukları bilgisayarlardan siliniyorlar birer birer.
'Ateş olmayan yerde duman tütmez' diyenler de dahil olmak üzere memleket insanının çoğunluğu şu ya da bu nedenle gözaltına alındıkça, dışarıdan daha kalabalık oluyor cezaevleri. Okuma yazma oranının yüzde yüze ulaştığı, kültür seviyesinin tavan yaptığı, AB standartlarının çok üstünde insan topluluklarının yaşadığı mekanlara dönüşüyor buraları.
Kızın oğlana, oğlanın kıza aşkı giderek alevleniyor bu arada. Öğrenci arkadaşlarının, yüzlerine biber gazı sıkılıp kafaları yarılırken, onlar mutlu mesut kırda bayırda dolaşıyorlar. Kalan zamanlarını da, seyrettikleri dizi filmlerdeki gibi yaşamayı hayal ederek geçiriyorlar.
Arka fonda olup bitenleri kurgularken fazla mı abarttım bilmiyorum. Gerçek yaşamda olayların böyle cereyan etmesi mümkün değil tabi ki. Ne ki, okurun ilgisini çekmek için sıra dışı yazmam gerektiğini düşündükçe kalemimi durduramadım.
Yazdıklarımda mizah tadı olsun diye de, kızın babasının arkadaşına şöyle dedirttim; Çevremizde çok ot var. Ot deyip geçmeyiniz fakat. Otun da iyisi var, kötüsü var. Faydalısı var, zararlısı var. Faydalı otlara nane, zararlı otlara ayrık otu denir. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde arka bahçede yetişen ayrık otlarını temizlemeliyiz acilen.
Sonra hızını alamayan kalemim; Ayrık otu yeşili şiirler, öyküler yazan, resim ve heykeller yapanlara çok ama çok dikkat etmeliyiz, diye yazmayı sürdürünce, dışarıda unutulan şairler, yazarlar, ressamlar ve heykeltıraşlar da tutuklandı. Dışarıda hiç yeşil kalmadı böylece.
Onlar da sırayı savınca, darbe yapanlar hariç, darbe heveslisi ne kadar rütbeli subay varsa tutuklanıp demir parmaklık ardında beslenmeye başlandı.
Yedikçe acıkan, giydikçe çıplaklaşan
Tam o günlerde, yanlış bir uçak, yanlış bir gecede, yanlış bombalar atarak çoğu çocuk 34 doğru insanı paramparça etti. Kurguladığım coğrafyada yer yerinden oynamadı, kılı kıpırdamadı hikaye kahramanlarımın.
Yine aynı günlerde kazılan toplu mezarda, 17 yıldır kayıp olan kocasının kemiklerini, şalvarından geriye kalan kumaş parçasından tanıyan kadın sevinçten bayıldı. Bu cümleyi yazarken çok ağladım. Kendime gelemedim günlerce.
Sayfalar boyunca, kalabalıkların ayak seslerini çoktan unutmuş caddelerde, meydanlarda mutsuz insanlar dolaştırdım. İzlenmek ve dinlenmek paranoyasıyla kıvranan, evinden işine, işinden evine gidip gelirken enhakikisüpermarketlerden başka yere uğramayan ürkek bireyler çizdim kelimelerle.
Yedikçe acıkan. Giydikçe çıplaklaşan. Ağzı var dili yok. İtaatkar...
Dünyaya başka villaların pencerelerinden bakan aileler bu ilişkiye önce itiraz etseler de, aşkın gücü karşısında çaresiz kalıp, iki gencin nikahını kıydıracaklar, kız evde oturup en az üç çocuk doğuracak, diye adım adım tasarladım kitabın geriye kalanını.
Fakat, yazdığım bunca satırda kızla oğlanın roman kahramanı olmayı hak etmek için parmaklarını bile oynatmadıklarını fark ettim bir an. Kahraman dediğin isyankar olur ve değiştirir kendisi için tasarlanan hayatı. Bunu başaramasa bile, başka insanlara model olmak da kahraman yapar onları, düşüncesi geçti aklımdan. İşte o an, nasıl olduğunu hala çözemediğim şeyler olmaya başladı ve tasarladığımdan farklı akmaya başladı hikaye.
Sözü uzatmayayım fazla, oğlan askerlik yoklamasına çağrıldığı gün sokaktan geçenleri başına toplayıp benim yazmadığım şu açıklamayı yaptı onlara: "Gazetelerde okuduğum cinayetlere ortak olmaktan bıktım, öldürmek ya da ölmek için savaşmak istemiyorum. Askere gitmeyeceğim bu yüzden."
Benim, 'bakla sofa nohut oda evlerine adım attıkları an' şeklinde kurguladığım final de 'sizlere ömür' oldu.
Oğlan yeniden yoklanmak üzere askerlik şubesine götürüldü. Kız ise, kendi geleceğine sahip çıkmak üzere, ayrık otu tarlalarının arasından kıvrılarak giden uzun ince yolda, saçlarını savurarak yürüdü gitti. The end yazısını görünce anladım ben de romanın bittiğini.
Bastırmak için kapısını çalmadığım yayınevi kalmayıp da hepsinden umudu kesince, neyse parası vereyim, dedim. İsmini çok beğendiğim Onurluadamlar Yayıneviyle anlaştım. Şimdi siz okurlarımın sayısının çoğalmasını beklemekteyim...
Eleştirmen görüşü; Abartmayı anlarım. Kurguyu da. Bir yere kadar. Ama yazar olmaya heveskar bu kadın, aklın hayalin alamayacağı ülke tasarımıyla okuru, 21.yy'da ortaçağ karanlığını mumla arar duruma getiriyor.
Anlattığı coğrafyada yaşananlar, gerçekçi desen gerçek değil, komedi desen komik değil...
Zaten iki kitap yayınlandı bu yıl nedense. Biri bu, diğeriyse, sinema oyuncularını fişleyen "Yanıkçam'dan Serpintiler". Al birini vur ötekine.
Gönül İLHAN
23.05.2012