Kars hatırası
15 Aralık 2012 10:33 / 3056 kez okundu!
Kentte dolaşırken, üst üste yığılan zamanların sunduğu sayısız yolculuk ihtimali dönüp duruyor aklımda. Kars sokaklarında Puşkin'in ve Gurciyev'in izini sürerek tarihe doğru mu kanatlansam, yoksa bisiklet rotasını izleyerek doğanın kalbine mi yol alsam, ya da Çıldır Gölü kıyısına gidip kendi içime yolculuğa mı çıksam?
Ne şöminenin yaydığı sıcaklıktan, ne de yudumladığım çaydan. Odun sobalarının kurulduğu evlerde geçen çocukluğumu bana geri getiren ateşin kırmızısından ısınıyor içim Sarıkamış’ta.
Telesiyejle, dalları kar beyazı ağaçların üstünden, 2634 metre yükseklikteki Bayrak Tepe’ye (Cıbıltepe) çıkarken kuşlar kadar özgürleşiyorum.
Oradan Allahuekber Dağlarına ve Sarıkamış’a bakmak, 1914 yılının Aralık ayında soğuktan ve açlıktan kırılan 90 bin askerin acı hatıralarını fısıldıyor kulaklarıma.
Arkalarından yakılan türkünün; “Askeri kırdıran Enveri Paşa/ kitlendi kapılar, mekan ağladı” “Sarıkamış’ta kırıldı/ taze gülün goncaları” sözleri yankılandıkça içimde, barış talebiyle çığlıklanıyor insan olma bilincim.
Baktığım her dağ, yürüdüğüm her sokak, gördüğüm her yapı, insan hikayeleriyle dolup taşan geçmişinin üst üste yığılı sayfalarını açıyor usulca.
Sarıçam ormanının ortasındaki Katerina Köşkünün, “Sibel” “Şehmus” “Seni seviyom Buse” yazılan ahşap duvarlarından, onun yaşama sevincini eksilterek geçiyor zaman.
Çar 2. Nikola tarafından, 80 derecede pişirilen çam kerestelerinin birbirine geçirilmesi suretiyle, çivi kullanılmadan yaptırılan köşkün, kapı pervazına çivilenmiş tahta parçalarıyla çoğalan yalnızlığı, iç burkan bir şiir olup dökülüyor takvim sayfalarına.
Köşkün aşağısında, 19.yy sonunda Baltık mimari tarzında inşa edilen ve birbirine bitişik beş binadan oluşan Cer Atölyeleri yer alıyor. Trenleri ve rayları onarmak için kullanılan yapıların önündeki tabelada “koruma altına alınmıştır” yazıyor. Ne ki, dışına kütükler yığılan, içlerinde çöpler biriken camsız ve çatısız taş duvarlarının arasında yıllardır, yağmur damlalarının, kar tanelerinin ve kuşların şarkısını çoğaltıyor rüzgar.
Tarihin tanığı yapıların kimsesiz duruşundan hüzne bulanıyor üstüm başım. Hava kararıyor, sokak lambaları yanıyor, kuş sürüleri kanatlanıyor ağaçlardan.
Molokanlar Ve Tolstoy
500 kişinin çalıştığı ayakkabı fabrikasının kapanması sonrası artan ıssızlaşma halinden kurtulmak için, kayak merkezinden, kültür ve doğa gezilerinden beklentilerini çoğaltarak beyazın her tonuna boyanırken dağlar, kişisel müze görünümündeki Sarıkamış Kültür Evine gidip, çıtır çıtır yanan sobanın karşısına oturuyorum.
Yakın geçmişi yanı başıma getiriyor; duvarlarındaki çerçevelenmiş gazete kesikleri, kilimler, küpler, semaverler, bakır tabaklar, Allahuekber Dağlarında toprak altından çıkarılmış tabancalar, tüfekler, kılıçlar, kamalar…
Rasim Kaya, eşi ve çocukları Azad ile Dilan’ın, ince belli cam bardaktaki demli çayın yanına iliştirdikleri gülücükleri ve türküleriyle yıkıyorum elimi yüzümü.
Gözüm gönlüm açılıyor; Terekeme, Yerli, Kürt, Türk, Ermeni, Çerkes, Gürcü, Azeri, Rus kültürlerinin birbirine geçerek ebruli çiçekler gibi açtığı bu topraklarda.
İlle de, savaşmayı reddeden, şiddete karşı olan, ikonlara tapınmayı ve ruhban sınıfı kabul etmeyen, komünal yaşamı savunan felsefeleri nedeniyle Rus çarının ve kilisenin hışmına uğrayan ve 1878’den sonra Kars civarına sürülen Molokanların (süt içiciler) ve Dukhoborların (ruh güreşçileri) hikayelerinden içim taşıyor.
Kitabının telif hakkını onlara bağışlayan Lev Nikolayeviç Tolstoy’un yazdıklarında, benim için yeniden anlamlanıyor hayatın hücrelerinden beslenen edebiyat.
Diğer hristiyan gruplar muaf tutuldukları halde, silah kullanmaya ve insan öldürmeye karşı olan Molokanların askere çağrılmalarından ve inançlarına ters düşmek istemeyen bu insanların büyük çoğunluğunun 1922’de göç yollarına düşürülmelerinden acılaşıyor belleğim.
Ve hüznü doluyor kalbime; barışçıl kültürlerinin yanı sıra, semaver çayını, patates, ayçiçeği, lahana yetiştirme, arıcılık, peynircilik, sabun yapımı, tarım ve hayvancılıktaki bilgi birikimlerini de getirdikleri memleketimizden en son 1962 yılında gidişleriyle ve son Molokan Vasil Gavrilev Dölemenci’nin 27 Nisan 2007’de Kars’ta ölümüyle renkleri azalan insanlık bahçemizin.
“Kars Kadını Dik Durur”
Sabah erkenden Kars’ın yolunu tutuyorum. Teneke damlı ve minareli köylerin sıralandığı yol boyunca koyun ve inek sürüleri otluyor. Yeşilsiz toprağın rengini, gökyüzünün mavisi güzelliyor.
Müzeye uğruyorum ilk iş. Bazalt taşından yapılmış koç, koyun ve at heykelleri, Gürcü, Bagratlı ve Karakoyunlular dönemine ait mezar taşları ve beyaz vagon müze bahçesinde yer alıyor.
Zemin katta; Urartu, Selçuklu, Roma ve Bizans dönemlerine ait pişmiş toprak kaplar, vazolar, sırlı keramikler, baltalar, yüzükler, akik boncuklar, bilezikler, sikkeler, gözyaşı şişeleri ve ahşap oyma kilise kapıları sergileniyor.
İkinci kattaki etnografya salonunda ise, telkari işlemeli gümüş kemerler, yerel giysiler, halılar ve kilimlerin yanı sıra, yün eğirme aletleri ve halı dokuma tezgahı bulunuyor. Bölgenin çok kültürlülüğü, halıların ve kilimlerin dokusuna ilmek ilmek, motif motif işlenmiş. Heybelerin, kolanların, kuşakların nakışlarında renkten renge bürünmüş.
Onlara bakarken, sözün gümüş susmanın altın kıymetinde sayıldığı eski zamanlarda, Anadolu insanının kimi duygularını ve sosyal konumunu giysilerin diliyle aktarışının büyüsüne kapılıyorum, Gelinlerin ‘gül’, damatların ‘dal’ motifli çorap giydiği Anadolu kültüründe, evli erkekler için ‘büyük ağa’, bekar erkekler için ‘küçük ağa’ motifli yün çoraplar örülmüş. Sevdiği kız başkasını seven erkekler ise ‘yarimi eller aldı’ çoraplarını giyerek dolaşmışlar çarşı pazarda. Yeşil oyalı yazma takan gelin, ‘evdekilerle aramız çayır çimen’ duygusunu aktarmış çevresine. Biber motifli oyanın ilettiği mesaj ise, ‘aramız biber gibi acı’ anlamını taşımış.
Müzeden ayrıldıktan sonra, önüme çıkan bütün sokakları yürüyüp, şehrin geçmişini bugüne taşıyan yapıları fotoğraflıyorum.
Aynalı Köşkten sonra yol düşürdüğüm, Aleksandr Nevski Rus Askeri Kilisesinin, belediye ihalesi ile yıkılan güzelim kulelerinin yerinde, 1985 yılında eklenen iki minare yükseliyor şimdilerde ve Fethiye Camisi olarak hizmet veriyor.
MS 937 yılında Ermeni Bagratlı Kralı Abas tarafından yaptırılan ve dış cephe duvarlarında 12 havariyi simgeleyen rölyefler yer alan Havariler Kilisesi, 1994 yılından bu yana Kümbet Cami adıyla ibadete açık bulunuyor. Eski kadın hapishanesi olan bina ve çevresindeki bahçe ise, Kars Kültür Evi olarak hayatını sürdürüyor.
İl Sağlık Müdürlüğü binası, Maliye SSK binası, Stavuşki Konağı, Kars Ticaret ve Sanayi Odası binası, Defterdarlık binası, Tuncer Güvensoy Evi ise, Baltık mimari tarzının en güzel örnekleri olarak caddeleri güzelliyor.
Kadınların çaba ve emekleriyle; evelik aşı, ısırgan çorbası, ayran aşı, erişte çorbası, hörre, hengel, piti, haşıl, kaz eti, umaç helvası gibi yöresel yemeklerin tadı, unutmanın hoyratlığından korunuyor.
“Örnek alacak kimsem yoktu, kendi imkanlarımla ve yaratıcılığımla kurdum burayı, yemek sektöründe ilk kadın benim” diyen Kaz Lokantasının sahibi Nuran Özyılmaz’ın “Kars kadını dik durur” sözlerinde, Hanımeli’nden Kamer’e çoğaldıkça çoğalıyor kadınların çalıştırdığı işyerlerinin sayısı.
Molokanlar, Terekemeler Ve Peynirin Hikayesi
Kentte dolaşırken, üst üst yığılan zamanların sunduğu sayısız yolculuk ihtimali dönüp duruyor aklımda.
Kars sokaklarında Puşkin’in ve Gurciyev’in izini sürerek tarihe doğru mu kanatlansam, yoksa bisiklet rotasını izleyerek doğanın kalbine mi yol alsam, ya da Çıldır Gölü kıyısına gidip kendi içime yolculuğa mı çıksam?
Ani Antik Kentinde mi dolaşsam, Aşıklar Otağına gidip türkülerin notalarında mı kaybolsam, yoksa volkanik obsidyen taşından yapılma aynaların peşi sıra giderek soluğu Maya ve Aztek efsanelerinde mi alsam? Diye düşünürken, farklı kültürlerin harmanlanmasıyla başlayan peynirin hikayesi, 40 kilometre uzaklıktaki 2200 rakımlı Boğatepe köyüne götürüyor beni.
1877-78 Osmanlı Rus savaşı (93 harbi) sonrasında Çarlık Rusya hakimiyetine giren Kars’a yerleştirilen kültürel ve etnik gruplardan birisi de Molokanlardır. Onların verimli büyükbaş hayvanları, yörenin zengin biyolojik çeşitliliği ve İsviçre’den gelen girişimcilerin kurduğu peynir imalat zavotlarıyla* bir araya gelince, peynircilik hızla gelişir bölgede.
Ve uzun bir yolculuğun ardından kaşar, çeçil, heriye tulum, deri tulum, or tulum, Malakan şarap peyniri, Malakan beyaz peyniri, tel, otlu, çürük, çanak, kelle peynirinden, yapımı üç ay süren gravyere dek olanca çeşitliliğiyle günümüz sofralarına ulaşır.
Geçmişte altı Molokan köyünün yaylası olarak kullanılan Boğatepe’de, İsviçreli bir işadamının peynir imalathanesi olarak yaptırdığı köyün ilk binası, ‘Zavot Eko Müze’ adını taşıyor şimdi. Müzede, peynirin tarihini ve geleneksel üretim süreçlerini anlatan görsel malzeme ve objeler yer alıyor. ‘Kadın Bakkal’ bölümünde ise, unutulmaya yüz tutmuş peynir çeşitleri ve yöre bitkileri sergileniyor.
50 kadın, 15 erkek üyeli Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği Başkanı Zümran Ömür, çevrede bulunan 300 bitki türünden 30 tanesinin tıbbi özellik taşıdığını, bitkiler konusunda eğitim aldıklarını ve kurutma atölyeleri kurduklarını anlattıktan sonra amaçlarını, “gelecek nesillere kendi ürettiğimiz bitkilerle sağlıklı bir yaşam bırakmak” diye özetliyor.
15 Mayıs-20 Temmuz arasında günlük 35 ton civarında süt ürettiklerini söyleyen Dernek eş başkanı İlhan Koçulu ise; peynir ve ekmek yapım atölyeleri düzenlediklerini, köyde konaklama evinin bulunduğunu, yerel ürünlerle beslenme, yoga ve doğa yürüyüşlerinin yer aldığı detoks kampının bu yıl da 20-28 haziran tarihlerinde yapılacağını ve Kars’ta bir “peynir müzesi” kurmayı çok istediklerini dile getiriyor.
Üretici Kazım Ömür şu sözlerle anlatıyor yaşadığı köyün geçmişini; Babam 7 yaşında Gürcistan Tiflis’ten gelmiş. Biz Karapapak- Terekemeyiz. Terekemeler, kökleri Oğuz Türklerine dayanan Kafkasya bölgesinde yaşamış, 200 yıl öncesi göçer koyunculuk yapan insanlar. Başlarına kuzu derisinden kara kalpak giydikleri için Karapapak deniyor.
Bizimkiler 1920’de, kimi atının heybelerine çocuğunu koymuş, kimi de taşınabilir mal varlığını, hayvanını, koyununu, atını getirmiş. Bakıyorlar ki burayı Malakanlar** terk etmiş, bina var, ev var, hayvan barınakları var, gelip yerleşiyorlar.
Her zaman söylüyorum. Keşke Malakanlar bu bölgeden gitmeseydi. Burada bir renkti. Onlar o dönem sanayiyi buraya getiren insanlar. O dönem sanayi dediğin de değirmendir, ot biçerleridir, at tırmığıdır. Onların üzerine biz devam ettirmişiz.
Malakanlar savaş sevmeyen bir millet. Çok üretkenler. Kişilik olarak düzgün insanlar. Asla yalan söylemezler, asla hırsızlık yapmazlar, haftanın pazar gününü de kendilerine ayırırlarmış, dinlenmek için. Aşağılarda, 1600- 1700 rakımlı yerlerde meyve bile üretiyorlarmış. Erik, vişne, elma… Son terk eden aileler 1962’de gitmiş buradan. Çok kültürlü, özlü bir milletmiş Malakanlar…
Gönül İLHAN
*Rusçada fabrika/mandra anlamına gelen Zavot sözcüğü zamanla köyün de adı olur. Ta ki, 1930’larda Boğatepe olarak değiştirilene kadar.
**Molokanlara Kars civarında Malakanlar deniliyor.