Günter Grass: Bu haliyle Kemalizm, tarihe de Atatürk'e de haksızlık'
26 Nisan 2010 14:42
Yanardağ patlaması nedeniyle İstanbul ziyareti 10 güne uzayan Günter Grass kentin altını üstüne getirmiş.
İSTANBUL- Cihangir’de, Zurich Otel’in çatısındaki Doğa Balık’ta bir öğleden sonra... Köşede bir masaya konuşlanmış fırça bıyıklı, yaşına göre simsiyah saçlı ve pipolu adam, bizim eleştirmen Ömer Türkeş değil. Dünyanın en önemli yazarlarından biri, Günter Grass. Malum Günter Grass, Goethe Enstitüsü’nün ‘Yollarda’ projesi kapsamında İstanbul’a geldi. Yaşar Kemal’le birlikte Muhsin Ertuğrul tiyatrosunda okurlarıyla buluştu, ondan bir gün önce bir basın toplantısı düzenleyip Türkiye’ye ilişkin görüş ve mesajlarını kamuoyuna iletti. Sonra, bu şehirden bir türlü ayrılamadı...
Sadece Nobel ödülüyle değil, ülkesinin yakın tarihini deşen, çok katmanlı güçlü romanları ve her zaman elini taşın altına koymasını bilmiş aktif politik tavrıyla da bir efsane Günter Grass. Bu nedenle onu İstanbul’a getiren Yaşar Kemal’e, Goethe’nin yöneticisi Claudia Hahn Raabe’ye müteşekkiriz. Bir o kadar da İzlanda’nın volkanına ve külüne... Yanardağ patlaması nedeniyle Grass’ın beş günlük yolculuğu, on günlük uzun bir İstanbul ziyaretine dönüştü. Bu arada hiç niyeti yokken bazı gazetelere uzun röportajlar da verdi. Biz de Taraf’ın ardından o ‘bazıları’ndan biri olduk.
İsmailağa’ya bile gitti
83 yaşındaki yazarın, gayet enerjik ve formunda olduğu ortada. Nitekim, 10 gün boyunca İstanbul’un altını üstüne getirmiş. Kemal Yılmaz’ın duyurduğu, Cihangir’in mahalle kahvesine yaptığı ilk ziyaretten sonra orayı mekan edinmiş. Nitekim bizim röportaj bittikten sonra da yanındakilerle birlikte doğru kahveye gitti, bir boş masa bulup oturdu. İstanbul gezisi sırasında tarihi ve turistik mekanlarla yetinmemiş. Mesela Fatih Çarşamba’yı da dolaşmış, hatta İsmailağa Cemaati’ne adını veren camide bile biraz vakit geçirmiş. Biz buluştuğumuzda da formda gözüküyordu. Bol bol kahve ve tütün tüketerek, soruları sabırla yanıtladı. Bir yazardan çok bir zenaatkara, bir heykeltraşa aitmiş gibi duran parmaklarının arasında tuttuğu ay yıldızlı kırmızı çakmak sanıyorum ki bu uzun İstanbul seyahatinde edindiği tek turistik nesneydi. O çakmağın ateşlediği bir tatlı pipo kokusu eşliğinde geçen söyleşimize, İstanbul izlenimleriyle başladık.
Volkan sağ olsun
Günter Grass, önce volkana teşekkürlerini iletti. “Çok çelişkili izlenimler topladım.” dedi ve şöyle devam etti: “İstanbul benzeri olmayan bir kent, tam anlamıyla bir metropol, uçsuz bucaksız bir kent neredeyse. Çok çarpıcı görüntüler izleyebiliyor insan. Büyük mimari eserler var. İstanbul’un bu kadar ilginç olmasında önemli rol oynayan, çok çeşitli kökenlerden gelen mimarların, mesela Ermeni mimarların yaptığı yapılar olduğunu öğrendim. Şehrin farklı yüzleri olduğunu gösteriyor bu. Umarım tüm Avrupa’da olan yeni yapı tutkusu gibi, burada da eski mimariyi yok etmezler. Bir de beni çok etkileyen olay konukseverlik oldu, bu çok zamandır rastlamadığım bir şeydi. Ve balık yemeklerinin bu kadar iyi hazırlanması beni derinden etkiledi. Bu gezi bana çok büyük mutluluk verdi. Çünkü Yaşar Kemal, Orhan Pamuk gibi meslektaşlarımla aynı görüşte olduğumu gördüm. Bundan sonra onların görüşlerini savunacağım ve Avrupa’da yaygınlaşmasını destekleyeceğim.”
Bu sözlerin bir yerinde Kemalizm’den söz etmeye başlıyor... Günter Grass, belli ki Türkiye üzerine epey kafa yoran bir yazar. İlk basın toplantısında Ermenilerin 1915’te başına gelenlerden söz etmiş, Türkiye’yi bu konuyla yüzleşmeye çağırmıştı. Bizim söyleşimizde de bu konuya, Kürtlere ve azınlıkların haklarına değindi. Her soruya verdiği uzun, adeta küçük bir konuşma metni gibi muntazam cevapların tümünün ortak paydası ‘barış ve insan hakları’.
Tabii ki ben de konuşmamızın ‘İstanbul’un balık lokantaları’ üzerinden ilerlemesini beklemiyordum. Ama Kemalizm’e bu kadar çabuk gelmemize biraz şaşırmadım değil. “Görünen yüzüyle etrafa baktığımda, afişlere, heykellere... sanki tarihin Kemal Atatürk ile başlamış olduğu gibi bir olguyla karşılaştım.” diye konuya girdi. “Bu tarihe haksızlık. Tarihin kısaltılması, sadece bir döneme indirgenmesi sağlıklı değil. Gördüğüm kadarıyla ülkede çeşitli politik akımlar var ve politik ayrışmalar var. Bir politikacının çok önemli kazanımlarının bile dogmalaşmaya sebep olmaması gerektiğini düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki Kemalizmin de reforme edilmesi gerek. Türkiye, hızlı gelişen bir toplum. Kemalizm’in bu toplumun ihtiyaçlarına cevap verebildiğini düşünmüyorum.” Sonra kendi ‘dogmatizm’lerinden zarar gören komünizm ve katolik kilisesini örnek veriyor. Grass’a toplumu yenilemeyi hedef alan Atatürk gibi bir politikacıya haksızlık yapılıyor. ‘Kişisel kültleştirme’ onun da görüşlerine aykırı ve onu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.
‘Azınlıklar için eşitlik’
Azınlıklar konusundaki politikaların da Türkiye’nin kimliğiyle çeliştiğini düşünüyor: “Türkiye’yi benim için çok çarpıcı kılan çeşitliliği, çok kültürlülüğü, insanların farklı görüşlere sahip olması. Ama hepimiz biliyoruz, Türkiye’deki azınlıkların eşit haklara sahip olduğunu söylemek mümkün değil. Onların Türk olduklarını söylemek de yanlış. Onların serbestçe kendi kimliklerini söylemeleri gerekir. Bu hak eşitliğine giden önemli bir anahtar. Bunun dışında hukukta yazılı olmayan fakat var olan azınlıkların devlet hizmetlerinde yer alamamaları gibi ayrımcılıklar da yanlış. Türkiye gibi hızlı gelişen bir topluma uymayan yanlışlar. Bir de Kemalizm dogmasından dolayı başörtüsünün yasaklanmasını doğru bulmuyorum. Türkiye’den çıkan bu uygulama, başka ülkelerde yanlış uygulamalara sebep oluyor. Belçika’da, Fransa’da başörtüsüne karşı bir mücadele yürütülüyor. Ben bunu anlamsız buluyorum.”
Umacı olarak İslam
Söz başörtüsü yasağına gelince, o sabah gazetedeki toplantıda konuştuğumuz Belçika’daki peçe yasağından söz ettim. Avrupa’daki başörtüsü yasağı 11 Eylül’den sonra başlayan ‘İslam fobisi’yle alakalı. Günter Grass Avrupa’daki bu İslam karşıtı dalganın, Soğuk Savaş dönemindeki komünizmin yerine konan bir ‘korku öğesi’ olduğunu düşünüyor: “Sovyetlerin çökmesinden sonra NATO sistemi, kapitalizm kendini boşlukta buldu ve yeni bir düşman, umacı yaratmak istedi. Bence bu önemli bir rol oynuyor. Yalnız bu değil belki ama önemli bir etken. Sonuçta olay çok basite indirgeniyor: İslamiyet eşittir bize karşı Avrupa’ya karşı bir akım.” Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini net bir tavırla destekliyor Günter Grass. Müslüman bir toplumun AB içinde yer edinmesinin bu ülkelerdeki yabancı düşmanlığını, İslam fobisini de büyük ölçüde ortadan kaldıracağına inanıyor.
Yeni bir yazar kuşağı
Günter Grass, savaş sonrası Alman edebiyatında, bu travmayla hesaplaşan bir yazar kuşağının parçası. Heinrich Böll, Martin Walser gibi toplumsal tarihin izini süren öyküler, romanlar yazmış olanlardan. Peki Almanya’daki genç yazarlar neler yazıyor? Dil ve tema olarak daha içe dönük bir yazar kuşağı çıkmadı mı orada da, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi. “Gerçekten Almanya’da da genç yazarlar arasında kendine yönelik, içe kapalı roman üretilen bir dönem oldu. Genellikle aile ve aşk sorunlarını kendi öz yaşamlarındaki karmaşıklığı anlatan romanlardı.” diyor Grass. Ama bu dönem iki Almanya’nın birleşmesi sonrasında ortaya çıkan yeni sorunlarla etkisini yitirmeye başlamış. Şimdi daha çok genç yazarın, Doğu Almanya ile Batı Almanya arasındaki farklılaşmayı, sosyal farklılıkları, gelir eşitsizliğini, işsizliği ve bunlardan kaynaklanan gerilimleri anlatmaya yöneldiklerini anlatıyor. Ama en çok ‘başka kökenlerden’ gelen sanatçıları önemsiyor. Başta yazarlar, daha sonra yönetmenler Almanya’ya büyük katkıda bulunuyorlar Günter Grass’a göre. Almanca yazan Türkiye kökenli yazarların aldıkları ödüllere işaret ediyor.
Almanca yazan Türkler
Zaten ‘Alman edebiyatı’ değil, ‘Alman dilindeki edebiyat’ demeyi tercih ediyor. “Bizimki yalnız Alman kökenli yazarların meydana getirdiği bir edebiyat değil, çeşitli kökenlerden insanların katkısıyla oluşmuş bir edebiyat.” diyor. Göçmen yazarların Alman diline katkıda bulunduklarını anlatıyor: “Toplumsal dokunun içindeki mesela yabancı işçilerin onların ailelerinin yaşadıklarını anlatıyorlar. Bu konular, Alman yazarların görebileceği ve inceliklerine varabileceği konular değil. Üstelik, anadili Almanca olmayan yazarlar bunu belli bir ironi ve mizahla yapıyorlar ve de kullandıkları dil de genellikle değişik oluyor. Ben edebiyata yapılan bu katkıyı hiç küçümsemiyorum.”
Bu sözlerin ardından konuyu Türkiye’ye getiriyor ve daha önce söyledikleriyle edebiyatı bağlıyor. Ortaya şu çok doğru tespit çıkıyor: “Türkiye için de aynı şeyi söylemek mümkün. Türk edebiyatı değil, Türkçe dilinde üretilen edebiyat demek gerek. Kürtler, Ermeniler ve başka kökenlerden insanlar da Türkiye edebiyatına katkıda bulunuyor. Edebiyat onların da meydana getirdiği bir edebiyat.”
Bir ara saatine bakıyor, “Ooh üç saat olmuş, yoksa siz de Taraf gibi tefrika mı yapacaksınız?” diyor. Aslında üç değil iki saat geçmişti, ama yine de itiraz etmiyoruz. Cumhuriyet’ten Elif Bereketli ile bu ortak söyleşiyi bitirmemiz gerektiğini anlıyoruz. Aslında heykel eğitimi alan bu ünlü yazara, hele İstanbul’da bir resim sergisi de açmışken, ikisi arasındaki ilişkiyi sormamak olmaz. Grafik ve heykel eğitimi sırasında, daha çok gerçken şiir yazmaya başlamış. Kendisi için resim ve şiirin iç içe olduğunu söylüyor: “Bazen yaptığım bir çizimden yola çıkıp bir şiir yazabilirim bazen de yaptığım suluboya resimlerin içinde bir dörtlük yer alabilir. Bazen de romanların hazırlık sürecinde keşfettiğim bazı şeyler beni çizime götürebilir. Çizim ve edebiyat içiçe girmiş durumda. Bazen karşılaştığım olaylar-semboller yazıda veya çizimde birbirinden farklı olabilir ve bunu çözmek benim için ilginç bir durum olur böylece yeni resimler ortaya çıkabilir. Örneğin buradaki sergiye giden izleyiciler benim romanlarımın isimlerinden esinlenerek yaptığım çizimler görecekler. ‘Andersen Masalları’ için de yüzün üzerinde taşbaskı yaptım, bunların çok küçük bir bölümünü de burada sergiliyorum. Beni çok ilgilendiren masallardı çünkü bunlar.”
Yeni kitap hazır
Yeni ikitabı ise bitmiş, yayına hazırlanıyormuş. ‘Grimmlerin Sözcükleri’ adındaki kitap, bizim masallarıyla tanıdığımız Alman dili uzmanı bu iki kardeşin ve hazırladıkları dev sözlüğün hikayesi. Grimmler’in ömrü sözlüğü bitirmeye yetmemiş. Ancak ‘f’ harfine kadar gelebilmişler. Onların ardından tüm politik çalkantılara, ulusal trajedilere rağmen sürdürülen çalışmalarla sözlük 120 yıl sonra, 1960’larda tamamlanmış. Günter Grass, Grimmler’i kendi kişisel hafızasıyla harmanlayarak anlatıyor kitabında. Mesela, 1848 devrimi sonrası Jacob Grimm’in de dahil olduğu anayasa meclisini anlatırken meclisin toplandığı Frankfurt’taki St Paul Kilisesi’nde yaptığı konuşmayı hatırlıyor. Böylece, o gün Barış Ödülü’nü alan Yaşar Kemal de kitaba dahil oluyor.
Söyleşi biter bitmez, masanın üzerinde tuttuğum Soğanı Soyarken adlı anı kitabını uzattım. İmzalayıp geri verirken, “Biliyor musunuz, içinde Türklerin o çok sevdiği ‘ü’ harfi olan iki Alman ismi vardır, bir Rüdiger bir de Günter.” dedi ve bizi ‘güldürdü’.
Radikal.com.tr