Herkese yetecek kadar büyük ülke - Serdar Turgut

26 Eylül 2010 15:26  

 

Herkese yetecek kadar büyük ülke - Serdar Turgut

İŞADAMI Ali Ağaoğlu, yeni projesinin startını bütün gazetelerde çıkan ilanla verdi. İlanın sloganı, "Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor"du.

Aynen bu fikirdeyim, Türkiye herkesin arzu ettiği gibi başkalarına karışmadan, karışılmadan yaşayıp mutlu olabileceği bir ülke. Her insan bu ülkede iyi yaşamayı gerçekten hak ediyor ve bunu sağlamanın imkânı da var üstelik.

Buna gerçekten inanmasam, insanların birbirlerini daha iyi anlaması için diyalog yollarının üzerindeki engelleri kaldırmak için kendimi ortalara atmazdım. İlla da çatışmacı olmak, bazılarına hayat hakkını tanımamak için kararlı olanların saldırılarına ve hakaretlerine, bu inancım ve potansiyelimize güvenim olmasaydı katiyen katlanamazdım.

ONLARI TANIYORUM

Ben "ötekini" hiç anlamayan ve anlamak istemeyen bir çevreden geliyorum. Kendim de böyleydim bir aralar, üstelik mutluydum da. Benim de oluşmasına katkıda bulunduğum bu tavrın ülkenin geleceğini kararttığını anladıktan sonra (belki de baba olmanın çakralarımı alabildiğine açması nedeniyle) kendimi zorlayarak, ötekisiz yaşamımın suni güvenli ortamından çıkmaya başladım.

Çünkü herkesin iyi yaşadığı bir ülkeye kavuşmanın koşullarının, yaşadığımız ev ve komşularımızdan ibaret olmadığını, öyle bir ortamı kurmuş olsak dahi ülkenin genelinde uzlaşma, birliktelik yollarının açılmış olmadığı durumlarda katiyen içimiz rahat biçimde yaşayabilmemizin mümkün olmadığını gördüm.

Bunu çoğul olarak söylemem sadece bir arzunun göstergesi, "Keşke böyle olsaydı" diye düşünüşümün bir tezahürü, bunu biliyorum. Çünkü ötekisiz yaşamaya alışık ve hatta ötekileri düşmanlaştırarak yaşam sürdürenler kendi kurdukları mikro dünyalarda "dışarıda" olan bitene hiç aldırmadan, hiç kafaya takmadan egoist yaşantılarını sürdürebiliyorlar.

'ÖTEKİ TÜRKİYE' MANİFESTOYDU
Yıllar önce yazmış olduğum "Öteki Türkiye" yazısı benim başka yola çıktığımın bir manifestosuydu.

O manifestonun altını doldurabilmek için okumaya başladım ve Rana'ya söylediğim gibi, biraz dikkatsiz okuduğumda on satırında sadece tek satırını anlayabildiğim zor metinlerle boğuşmaya başladım. Onları da mutlaka anlama gayretim nedeniyle az daha gözümü kör edecektim.

Gönül rahatlığıyla yaşanabilen bir ülkede inanca ve inançlı insanlara farklı yaklaşımlar olması gerektiğini zaten biliyordum, sonra bunun felsefesini de öğrendim. Gözümü ileride kaybetmek riskini bir "Boston müdahalesi" ile atlattım, şimdi daha gönül rahatlığıyla okuyabiliyorum.

Onunla mı görüştü, bununla mı konuştu dedikodularının dışına çıkardım kendimi. İnsani diyaloglarımın hesabını kimseye vermek zorunda hissetmiyorum. Çünkü felsefi açıdan doğru yolda olduğumu biliyorum. Kendi hayatımdan öteki kavramını tamamen çıkardım, şimdi tek amacım başkalarının da beni "öteki" görmelerini engellemeye uğraşmak. Ben onları oldukları gibi, hiç değişmelerini filan istemeden kabul ediyorum, herkesin de beni olduğum gibi, değişmemi istemeden kabul etmesini istiyorum. Bu ülke hepimize yetecek kadar büyük. Ve girişte dediğim gibi, bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor.

Geçmekte olduğumuz sancılı süreç, büyük ve olumlu değişimlerin habercisi ve cumhuriyet tarihimizde ilk kez çok daha güzel bir ülke kurmak için fırsatımız var artık. Facualt'ın dediği gibi bazen çatışmaları bastırmak, özgürlükleri bastırmak anlamına gelebilir, önemli olan çatışmalardan bir sentez çıkarmayı becerebilmektir.

RESMİ DİLİMİZ DEĞİŞECEK
Siz bakmayın hâlâ çatışmacı dil kullananlara, düşmanlar yaratmadan yaşayamayanlara; sakın ha onların kullandıkları çatışmacı lisana teslim olmayın.

Resmi dilimizi değiştirmeyi başardığımız takdirde yeni büyük uzlaşımızın lisanını yaratacağız.

Lisan, insani ilişkilerin çerçevesini çizen, yönünü belirleyen alandır.

Bu alanı ne kavgacı laikin, ne hoşgörüsüz dindarın tahakkümüne bırakabiliriz. O alanı uzlaşmalara açık, yeni lisan öğrenme yeteneği olan insanların devralması gerekiyor.

Türkiye'nin gerçek merkezi yakında bu alan olacaktır; merkez medya da bu lisanı kullanabilen ve o lisanı konuşan insanlara ses verdiren medya olacak.

Tabii ki oturduğumuz evler daima önemli olmayı sürdürecek, yani Ali Ağaoğlu'nun vizyonunu takdir ediyorum, ama emin olunuz ki benim hayalimdeki Türkiye oluşursa bu ülkede oturduğumuz mahalle ve mahalle içinde evimizin yeri çok da önemli olmayacak.

Çünkü tüm Türkiye birbirine komşu olacak, bunu yaratmanın potansiyeli var artık.
Yeter ki konuşmayı becerebilelim.

New York'a dil çıkardık,
TRAJİK haberi daha önce yazdım, mutlaka duymuşsunuzdur. Ben, Habertürk Gazetesi'ne geçtikten sonra absürd biçimde fazla çalışmaya mecburen başladım. Her gün beş gazeteyi baştan sona okuyorum, bu sayı yakında altıya çıkacak, öyle anlaşılıyor.

Durum böyle olunca gündemin tamamen dışında kalan ama bana çok önemli gelen haberleri de atlamıyorum.

Örneğin, dün Habertürk Magazin ekinde (cumartesi yazılarım artık pazar günü haberiniz olsun) Nahide'de "Fason Nayt Out" adlı bir gece düzenlendiği haberini okudum. Gecenin ismi bile beni çok mutlu etti, içindeki zekâ pırıltısına bayıldım. Bu gece ismi ancak İzzet Çapa zekâsından gelebilirdi.
Amerika'dan yazdığım

yazılarda New York Moda Haftası konusuna sıkça değinmiştim. O haftanın, Vogue Dergisi'nin koruması altında yapılan bir geceyle başladığını anlatmıştım.

Tüm medyanın ve sosyetenin ilgisini çeken bu gecenin adı "Fashion Night Out"tur. Şık davetliler, şık bir ortamda moda haftasının ilk defilesini izlerler o gece.

Nahide'de ise New York'a nispet edercesine "Fason Nayt Out" gecesi yapılmış, "night out"umuza "fason" adı takılarak New York'taki modacılara sanki, "Siz ne kadar çabalarsanız çabalayın, bizim üreticilerimiz dünyayı ele geçirecekler, sonunda siz de gelip burada üreteceksiniz kıyafetlerinizi. Bizim fason üreticiler hepinizden güçlü" hatırlatması yapılıyor gibi geldi bana. Üstelik bu hatırlatma İzzet Çapa'nın zekâsı sayesinde güçlü bir mizahi ortamda gülümseyen bir göz kırpışıyla yapılıyor. Bu gece, tanıtımı iyi yapılırsa New York'ta bile haber olacak nitelikte olmuş.

Geceye bir başka şık dokunuş, Diane von Fürs-tenberg'in davet edilmesi olmuş. Diane von Fürstenberg, Amerika'daki şık partilerin vazgeçilmez isimlerinden biridir. Davetlere onun katılması bir kalite belgesi olarak kabul edilir New York'ta. Kavalyesi olarak da genellikle iyi arkadaşı, büyük medya patronu, (eşcinsel de olan) Barry Dil-ler'i seçer Diane von Fürstenberg. Nahide'deki Fason Nayt Out'ta onun da bulunması, benim "Fashion Night Out'a dil çıkarıldı" tezime uygun düşüyor.

Domuz kaçtı, ben de onu yedim
"NEW York'ta neden durmadan Türk lokantalarına gidiliyor?" sorumun cevabının "helal food" arayışından kaynaklandığını anladığım an kendimi oldukça zor durumda hissetmiştim. Çünkü ben prensip itibarıyla yurtdışında Türk yemeği yemediğimden, oraya Virgil's adlı restoranda yedikten sonra gelmiştim. Yediğim yemeğin adı "Teksas pig out"tu. Yani "Teksaslı domuz salındı" diye çevirebiliriz bunu.

İsmi verdikten sonra yemeğin nelerden oluştuğunu anlatmam umarım gerekmi-yordur. Kırmızı şarap ile çok iyi giden bir yemekti bu. Sonuçta salınmış olan domuzu ben yedim bitirdim. Kabul edersiniz ki o haldeyken domuza dokunmuş bir bıçağın dokunma riskine bile tahammül edilmediği için Türk restoranlarının tercih edildiği konuşmasına konsantre olabilmek pek de kolay olamıyordu.

Benim konsantre olmamı daha da zorlaştıran unsur, tam o anda canımın viski istemeye başlamış olmasıydı. Tam bunalıma düşmek üzereyken, "Acaba diyalog kurma uğraşım bir imkânsızlık mı?" diye bile düşünmeye başlarken, kendimi herkes çayını yudumlarken bara attım ve viskimi de içtim. Bu kendime getirdi beni. Kötümserliğim kalkmıştı ortadan.


Serdar Turgut/Habertürk


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0