Hrant’la En Son Konuştuklarımız - Taner Akçam

19 Ocak 2010 16:34  

 

Hrant’la En Son Konuştuklarımız - Taner Akçam

Herkes kaybına bir türlü yanar. Hrant’ın kaybına hepimizin bir türlü yandığımız gibi. Ben en çok yakınımı, kardeşimi kaybettiğime yanıyorum. İstanbul diyince aklıma gelen şeyin yarısından fazlasının ortadan kalkmasına yanıyorum. İstanbul’dan Minneapolis’e gelmek için sabah dört civarında havaalanında olmak gerekir. “Hrant, hazır ol sabahlamaya, gene uykusuz bırakacağım seni”, derdim. Evinde sabahlardık, ben bir koltukta, o bir koltukta, yarı uyuklar, yarı televizyona bakar, yarı konuşmadığımız ne varsa onu konuşarak vakit geçirirdik.

Balık tutmayı öğretti bana. Saatlerce sandalın üstünde, kah suya atlayarak, kah kardeşi Orhan’a veya can ciğer arkadaşı, mapushane yoldaşı Necdet’e takılarak, kah kimin usta balıkçı olduğu konusunda espriler yaparak geçirirdik günü. En keyiflisi, tuttuğumuz balıkları akşam lokantaya götürüp, kızarttırıp kafa çekmekti. Etyen’le (Mahçupyan) at yarışı sevdası ve beni de zorla işin içine katması ayrı bir keyifti. Şimdi kiminle yapacağım ben bunları?

Kaybının hayatımda yarattığı boşluktan, içine düştüğüm şoktan hala kurtulamadım. Cenaze töreninden döndükten sonra, bazı günler 24 saat yataktan çıkmamadım; bazı günler günde 12 saatten fazla uyudum. Hrant’ın ölümünden önce, sabaha doğru 3 gibi kalkar ve çalışırdım. Şimdi kalkmıyorum artık. Bıraktım birçok şeyi... Hele bir de geçen aylarda Orhan telefonda Arat’in Belçika’ya gideceğini söyleyince birçok şey tat vermez oldu bana...

Yazmak iyi bir tedavi yoludur, denir. Öyle yapayım bende. Onunla son konuşmalarımızı yazayım. Son sıralarda aklından geçenleri, benimle paylaştıklarını yazayım. Hem belki ben rahatlarım biraz, hem de yapmak istediklerinin bir kısmı bilinir olur hiç değilse.

AGOS dergisi adına bir yayınevi kurup, bir dizi kitap yayınlama projemizden bahsetmeyeceğim. Bu dizi için 1915’e ilişkin, çoğu 1930’larda 40’larda yazılmış çoğu Ermenice hatıra kitaplardan yaptırdığımız çevirilerden de söz etmeyeceğim. AGOS için 4 sayfalık bir ek düşündüğünden, bu 4 sayfada sadece 1915 ve etrafındaki olaylara ilişkin sorularla uğraşmak istediğinden de söz etmeyeceğim. Derin yazılarla değil, basit sorular ve cevaplarla dolu olacaktı bu dört sayfa. Sıradan sorular ve sıradan cevaplar....

Benden böyle bir bölümün başına geçmemi istediğinden ve benim kaytardığımdan da bahsetmeyeceğim. “Vaktim yok Hrant, ben gazeteci değilim, yapamam”, demiştim; ikna olmuştu. Ama hazırlayacağı sorulara cevap yazacağıma söz vermiştim. “Soruları sen hazırla ben cevapları yazarım”, diye topu ona atmış kurtulmuştum. İşlerinin yoğunluğundan bir türlü kafasındaki 100 soruyu kağıda dökemedi. Hayır hayır bunlardan bahsetmeyeceğim; sadece 2007’nin Ocak ayının 4 ve 5’inde yaptığımız bazı konuşmaları aktaracağım sizlere. Böylece belki Hrant’ı daha yakından tanırsınız.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurması ve orada yapacağı savunması; kendisine yönelik son tehditler, 2007’nin çok kötü geçeceğine ilişkin karamsar tablo ve kendisinin niçin yurt dışına çıkması gerektiği konularında yaptığımız sohbeti bir kenara bırakırsam, üç önemli konu üzerine konuşmuştuk. Hrant’ın üç önemli fikri, üç önemli projesi de diyebiliriz bunlara. Hrant’ın Türkiye için, Türk ve Ermeni insanı için anlamı bu projelerinde saklı. Onun ölümüyle bunların çoğu muhtemel bilinmez bir geleceğe atıldı. Bu satırlar belki de Hrant’ın bizim için anlamını, onun ölümü ile neleri kaybettiğimizi de anlatacak bize.

Diyaspora Konferansı

Hrant Diyaspora Ermeni örgütleri arasında bir konferansın organize edilmesine şart gözüyle bakıyordu. Bu konferans Ermeni Diyaspora örgütlerinin Türkiye’ye yönelik izledikleri politikalar üzerine olacaktı. “Bizim mutlaka biri birimizle hesaplaşmamız lazım”, diyordu. Diyaspora örgütlerinin Türkiye’ye yönelik izledikleri politikanın genel hatlarından çok ama çok rahatsızdı. “Hrant, Diyaspora diye bir bütün yapı yok. Bu nedenle bu kelimeyi böyle çok tek boyutlu kullanman doğru değil, yanlış yapıyorsun”, dediğimde, “biliyorum”, diyordu. “Ne demek istediğimi sen anlıyorsun. Ben Diyaspora derken belli bir zihniyeti, belli bir anlayışı kastediyorum. Bugün, Diyaspora’nın önemli bir kesiminde, en yoğun olarak Taşnaklar’da ifadesini bulan, senin de inkar edemeyeceğin belli bir zihniyet egemen. Bu zihniyet çok yanlış ve meselenin çözümüne hiçbir katkı sağlamıyor, hatta iddia ediyorum, sorunun kaynağı haline gelmiş durumda.”

Onu rahatsız eden esas husus Diyaspora örgütlerinin Türkiye’de yaşananlara karşı duyarsız, ilgisiz olmaları idi. Türkiye’yi ve onun insanlarını tek bir bütün bir blok olarak görmeleriydi. Türkiye’ye ve onun insanlarına “karşı tarafta duran düşmanlar” gözüyle bakılmasıydı. “Taner, bu iş burada, Türkiye’de halledilecek; bunu göremiyorlar; bu meseleyi hiç bir yerde halledemezler. Başkalarına Amerikalılara, Fransızlara havale ederek, onların yardımlarına sığınarak hiç bir şey yapamazlar. Mesele Türkiye’de bitecektir”, diyordu. Diyaspora örgütlerinin, Türkiye’deki demokrasi kavgası karşısındaki kayıtsızlıklarına; üçüncü tarafa aşırı bel bağlamasına çok sinirleniyordu. “Kendi sorunlarımızın, Amerikan hükümeti veya Avrupa devletleri tarafından çözülmesini istemek kadar onur kırıcı birşey olamaz”, diye düşünüyordu. “Başkasına bu denli bel bağlamak sağlıklı bir bakış değil” diyordu.

Hrant, bana sürekli aynı cümleyi tekrarlayıp duruyordu: “Benim onlara bunu anlatmam lazım. Demokratik bir Türkiye yaratmanın sorunun esas çözüm noktası olduğunu görmeleri lazım. Türkiye’deki demokrasi mücadelesi ile uyum içinde politikalar geliştirmeleri lazım. Görmeleri gerekir ki, demokratik olmayan, azınlıklarını ezmeye devam eden bir Türkiye, belki dış baskıya boyun eğerek, geçmişe ilişkin basit bir özür dileyebilir. Bu mu istedikleri? Demokratik olmayan, insan haklarına saygı göstermeyen, fikir özgürlüğünü tanımamış bir Türkiye geçmişe ilişkin özür dilese veya ‘evet soykırımdır’ dese ne olur ki? Bu mu istedikleri?”

Diyaspora örgütlerinden beklediği şeyi de çok açık söylüyordu Hrant: “sıradan bir anti-Türkiye çizgisinden, anti–Türk çizgiden vazgeçmeliler. Türkiye’yi tek bir blok gibi görmekten vazgeçmeliler. Türkiye’ye ve Türklere zarar veren her şey bize faydalıdır, zihniyetinden vazgeçmeliler.” Benim, “Hrant, böyle bir konferans düzenlense bile, gelir konuşur ve giderler, zannetmem ki politikalarını değiştirsinler”, dediğimde, “hayır, hayır”, diyordu, “anlamaları lazım, benim anlatmam lazım onlara, aramızda ciddi bir hesaplaşma şart, Türkiye’deki mücadelinin öneminin farkında bile değiller. Diyaspora Ermenileri ile çok açık ve net konuşmak şart, hesaplaşma şart.”

Hrant kendisinden öylesine emin, öylesine metin konuşuyordu ki... Onun zannediyorum bilinmesi gereken en önemli özelliklerinden birisi buydu. Kendisine çok hem de çok güveniyordu. Bir çok şeyi değiştime yeteneğine ve kapasitesine sahip olduğuna inanıyordu. Yapabildiklerini, yapabileceklerinin bir garantisi olarak da görüyordu, belki çok da haksız da sayılmazdı, kimbilir.

Düşündüğü tarz bir Ermeni Diyaspora konferansının organize edilmesi için girişimlerde de bulunmuştu. Avrupa Parlamentosu’ndan milletvekilleri ile konuşmuş, onlardan böylesi bir konferansa ev sahipliği yapmalarını istemişti. Son konuşmamızda, böylesi bir konferansın kendisi için ne kadar önemli olduğunu yeniden anlattı bana ve teknik hazırlıklar konusunda epey ilerlendiğini de ekledi. Onun ölümü ile bu konferans girişimi yarıda kaldı. Belki bir daha hiç olmayacak. Çünkü galiba onun dışında, Diyaspora örgütlerinin Türkiye’ye yönelik politikalarını gözden geçirmeleri gerektiği fikrini yüksek sesle savunan kimse yok.

Hrant’ın ve mücadelesinin bizim için anlamı nedir sorusuna verilecek cevaplardan birisi galiba onun düşündüğü bu tartışmayı başlatmaktır. Diyaspora’da aktif değişik örgütlerin bu öneriyi ciddiye almalarını önereceğim. Sonuç itibarıyla Hrant, Türk ve Ermeni insanlarını bir araya getirmek isteyen, Türkiye topraklarında uzanan bir daldı, gürül gürül akan bir kaynaktı. Dalımızı kestiler, kaynağımızı kuruttular. Onun anısına saygı göstermenin yollarından birisi böyle bir konferansı organize etmekten geçebilir. Türkiye’ye yönelik politikalar konusunda ciddi tartışmalar gelişitirilebilir. Anıyı yaşatmak böyle birşey olsa gerek: Bayrağı kaldığı yerden devam ettirmek!

Ermeni-Türk İlişkilerini Normalleştirme Girişimi

Belki çoğunuza şaşırtıcı gelecek ama Hrant, Türk-Ermeni geriliminde 1915’in ana, merkezi bir sorun teşkil etmediğine inanıyordu. Yanlış anlaşılmasın, soykırım konusunun bir sorun olmadığı değildi söylediği. Şu anda Türkler ve Ermeniler arasında yaşanan asıl gerilimin 1915 üzerine farklı düşünmekten değil, büyük ölçüde tarafların birbirlerini bugün nasıl algıladıklarından kaynaklandığına inanıyordu. Yumurta-Tavuk tartışması değildi yaptığı. Elbette bugünkü algılayışın belli bir tarihi tecrübe üzerine oturduğunu görüyor ve bunu söylüyordu da. Ama ona göre bu Gordiyon düğümünü çözecek tılsım tarihte değil, bugünkü ilişkilerde yatıyordu.

Ona göre, here iki tarafta da birbirleri ile ilişki kurmak istemeyen, birbirlerine düşmanlığı besleyen ve bundan beslenen çevreler vardı. Bu çevreler kendi toplumları üzerine ciddi bir psikolojik baskı kuruyorlardı. Ona göre bu çevreler kasıtlı olarak tarihi de bu doğrultuda kullanıyor ve tarihe şu andaki mevcut düşmanlıkları pekiştirecek bir araç olarak yaklaşıyorlardı. Özellikle Türkiye’de belli politik çevrelerin son derece kasıtlı bir biçimde anti–Ermeni politikası izlediklerini söylüyor ve ana sorunun bu mevcut politikaların değiştirilmesi olduğuna inanıyordu. Yani anahtar bugünde idi, tarihte değil.

Hrant için en merkezi sorun sınırın kapalı olmasıydı. Tüm çabanın ve ağırlığın sınırın açılmasına verilmesi gerektiğine inanıyordu. Türkiye ile Ermenistan arasında kurulacak normal ilişkilerin tarihten kaynaklanan sorunları da büyük ölçüde çözeceğini, en azından çözülme koşullarının yaratılmasına katkıda bulunacağını düşünüyordu. “Her iki millet de tarihte ne olduğunu çok iyi biliyorlar. Eğer sınır açılır ve insanlar normal ilişki içine girerlerse, birbirlerini tanırlarsa, tarihe ilişkin de konuşmayı başarırlar. Asıl sorun her iki halkın doğrudan ilişki içine girmesini istemeyen politik çevrelerdir. Bu politik çevreler, ilişki istemedikleri için tarihi kullanıyorlar. Yoksa tarihin bugünkü ilişkiye engel olduğu tezi doğru değil. Tarihi değil, bugünkü ilişkileri merkezine alan bir yaklaşım şarttır. Yapılması gereken Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmek isteyen bir sivil insiyatif başlatmaktır.”

Özellikle 2006 yaz aylarında bu konuyu çok ama çok uzun tartışmıştık. O aylarda, ben Tayyip Erdoğan’ın, belki sadece “dostlar alış verişte görsün” amacıyla bile olsa, “Tarihçiler komisyonu kuralım” önerisinin ciddiye alınması gerektiğini savunuyordum [hala da öyleyim]. Ve onunla, böylesi bir komisyonun hayata geçirilmesi için sivil toplum olarak ne tür girişimler yapabileceğimizi tartışıyor, Türkiye’de aşağıdan bir baskı oluşturmanın faydalı olacağını söylüyordum. Hrant benim Tarihçiler Komisyonu önerisine destek verilmesi fikrine ve bu önerinin hayata geçmesi için tabandan sivil girişimler yapmamız gerektiği yolundaki önerilerime hiç sıcak bakmadı. Bu konuda kafası çok açıktı: “Siz akademisyenlerin tarih konusunda yaptığınız çalışmaların önemli olduğunu biliyorum ama ben bir Tarih komisyonunun herhangi bir sorunu çözeceğine inanmıyorum”, diyordu.

Tarihe yoğunlaşmış, tarihte ne olduğunu açığa çıkarmayı merkezine almış bir faaliyetin çok büyük değişiklikler yaratmayacağını düşünüyordu. Bu nedenle Tarihçiler Komisyonu önerisine karşı çıkıyordu. “İhtiyaç bu değil”, diyordu. Tarihçiler komisyonu işiyle uğraşmak ona zaman kaybı gibi geliyordu. Kafası bu konuda çok açıktı: “İhtiyaç, Türkiye’de doğrudan günlük siyasete müdahele edecek, Türk–Ermeni ilişkilerinin düzeltilmesini doğrudan merkezine alacak bir sivil insiyatiftir, bunu yaratmalıyız.”

Tüm bir 2006 yaz aylarında ve sonbaharda bu konuda bir dizi görüşmeler yapmıştık. Bir çok insanla, tek tek, grup olarak bir araya geliyor, birbirimize bu görüşmeleri aktarıyor, ortaya çıkan fikirler üzerinde fikir alış verişinde buluyorduk. Ocak başında bu konuyu yeniden tartıştık. İstediği, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinin veya onların dolaylı katılımı ile bir insiyatif başlatmaktı.

Hrant’ın en büyük arzusu, Türk ve Ermeni sivil toplum örgütlerinin bir araya gelmeleri ve merkezlerine iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini koyan politik bir insiyatif başlatmaları idi. Ona göre iki toplum arasında öncelike konuşma dilini kurmak, konuşmayı normalleştirmek gerekiyordu. Diyalog kapılarını artırmak ve bu diyalog kanalıyla insanların birbirlerini düşman olarak görmelerini isteyen politikalara ve politikacılara tavır almak gerekir, diyordu. Tarih ancak bu “normalleşmiş dil ve normalleşmiş ilişkiler” içinde kolayca çözülecek bir sorun haline gelirdi. İlk yapılacak iş, tarihi sorun haline getiren ve bunu kasıtlı olarak kullanan mantığın egemenliğine son vermekti.

Hrant’ın bugünkü ilişkilerin normalleşmesini, sınırını açılmasını merkezine alan sivil girişim arzusu, isteği de yarıda kaldı. Ocak 2007 başında bu konuyu yeniden konuşmuştuk. 2006 yaz başından beri, aylar boyu süren girişimi bir sonuç vermemişti. Bir tür sessizlik ve ilgisizlik duvarına çarpmıştı.Karşılıklı olarak Türkiyedeki sivil toplum kuruluşlarının ve aydınların konuya ilgisizliğinden yakındık. Aydınların, konunun öneminin farkına varmamaları Hrant’ın canını sıkan sorunların başında geliyordu. Ben “yanlızız Hrant, yanlızız” dedikçe kafasını sallıyordu. Çoğunluk içinde yanlızları oynadığını biliyordu. Seveni çoktu, “iyi şeyler yapmak isteyen güzel insan” diye görülüyordu ama “haydi” diyince, söyledikleri doğrultuda harekete geçecek kimseyi bulmakta zorlanıyordu yanında.

Birçok kişinin cevabını bulmakta zorlandığı bir soru var: Nasıl olmuştu da, Hrant’ın cenaze törenine tahmin edilemeyecek muazzam bir kalabalık katılmıştı. Bu sorunun cevaplarında birisi yukarda anlattıklarımda yatıyor. Türkiye’de aydınlara egemen olan ilgisizlik duvarı ve Hrant’ın yanlızlık duygusu cenazenin kalabalıklığın açıklıyordu. Bence insanlar sokaklara ondan özür dilemek için boşaldılar. Hemen her gün televizyonda gördükleri, gazetede demeçlerini okudukları bu güzel insanı çok yanlız ve savunmasız bıraktıklarını biliyorlardı. Derin bir acı ve onu yanlız bırakmanın ezikliği ve özeleştiri duygusu ile sokakları doldurmuştuk

Hrant Dink’in bizim için anlamından, onun bir mirasından söz edeceksek, onun amaçladığı türden bir sivil insiyatifi yaratmak için çalışalım derim.Hem de onun adını vererek: Hrant Dink İnisiyatifi. Hrant Dink insiyatifinin ilk görevi de Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi olur. Buradan Türkiye’deki ve Ermenistan ile konuyla ilgilenen Diyasporadaki sivil toplum örgütlerine, kamuoyu üzerinde etkili olan aydınlarıma seslenmek isterim. Lütfen Hrant’ın önerisini ciddiye alalım. Böylesi bir insiyatif için girişimlerde bulunalım.

301 Nedeniyle Yargılanması ve Savunması Hakkında Düşünceleri

Hrant hakkında soykırım kelimesini kullandığı için dava açılmıştı. Davanın ilk oturumu Mart ayında yapılacaktı. Hrant’ın bu davada nasıl bir savunma yapmak istediği konusundaki düşüncelerini bilmek önemli. Çünkü, birçok kişi, Hrant’ın soykırım kelimesini kullanmada sorunu olduğunu, kelimeyi kullanmadığını, hatta Diyaspora Ermenilerinden bu kelimeyi kullanmamalarını istediğini iddi etti, ediyorlar. Bunlar doğru olmayan, haksız yargı ve düşünceler.

Galiba öncelikle Hrant’ın soykırım kelimesini kullanıp kullanmama konusundaki tutumunu yeniden hatırlatmam gerekiyor. Doğrudur, Hrant, yazılarında ve konuşmalarında, soykırım kelimesini kullanmazdı, kullanmayı tercih etmezdi. Özellikle Türkiye’de, 1915 soykırım mıdır değil midir tartışmalarından uzak durmayı tercih ederdi. Yarı alaylı, “ben milletimin başına geleni biliyorum, siz ne derseniz deyin”,derdi. “Ben kelimeyi veya kelimeleri tartışmak istemiyorum, sorunun insanı boyutunu öne çıkartmak istiyorum”, derdi. Fikri özetle şöyleydi: “bu topraklarda bir ulus yaşıyordu ve şimdi yok, onlar köklerinden koparıldılar, bir ağacın kökünden koparılması gibi. Onların buradaki hayatlarına son verildi. Bir yaşamın ortadan kaldırılmasını, bu insan dramını ben kelimelere sığdıramam, önce bunu anlayın. Bulacağınız hiç bir kelimenin bu insanı dramı anlatmaya yetmeyeceğini düşünüyorum.”

Özel sohbetlerimizden biliyorum. Soykırım kelimesini kullanmaktan, insanları fazla gerdiği, sorunun çözümüne fazla katkısı olmadığı için uzak durmayı da tercih ediyordu. Bunu bir söyleşisinde de ifade etti zaten; “Ben aslında olanın adının o kadar önemli olmadığını, olanın kendisinin çok önemli olduğunu söylüyorum. “Siz buna soykırım deyin” gibi bir derdim asla yok! Aslında bu tip dayatmaların Türk toplumunda çok yanlış olduğuna inanıyorum. Bu toplum idrak etmeli, tartışmalı ve öğrenmeli.”[1]

Nasıl Türkiye’de kimseye, 1915’in nasıl tanımlamaları gerektiği konusunda karışmayı, fetva vermeyi doğru bulmuyorsa, benzeri bir tutumu diyasporada da takınıyordu. Onun diasporaya soykırım kelimesini kullanmaktan vazgeçin gibi en küçük bir talebi olmadı. Aslında onunla bu konuda ortak bir tutumumuz vardı o da: isteyen istediği kavramı kullansın, kimse kimsenin neyi kullandığına karışmasın idi. Hrant için moral tavır alış kavramdan daha önemliydi.

Reuters ajasına verdiği bir röportaj’da, gazeteci “soykırım mı değil mi” biçiminde kendisini sıkıştırdığı için “evet soykırımdır”, demişti. Bu nedenle hakkında dava açıldı. Açılacak davada nasıl bir savunma yapacaktı? Ocak 4 ve 5’inde bu konuyu birkaç sefer kendisi açtı. Savunması konusunda konuştu. “Ben davayı tam bir tarih kürsüsüne çevirmek istiyorum. Taner, lütfen hazırlan ve beraber hazırlanalım. Düşündüğüm, şu: ‘evet, soykırımdır’ diyeceğim ve madde madde dizerek savunma yapacağım. Soykırımdır, çünkü, soykırımdır çünkü.... öyle bir savunma yapacağım ki burada tarihi yargıladıklarını kendilerine göstereceğim.”

Eğer öldürülmeseydi, “evet, 1915 bir soykırımdır ve bunu söylemek de bir suç teşkil etmez”, diyecekti. O, bu savunmasını yapamadı. Hrant’ı yargılayamayanlar, Arat Dink ve Sarkis Seropyan’ı yargıladılar ve soykırım kelimesini kullanmaktan dolayı mahkum ettiler. Arat Dink ve Sarkis Seropyan ve avukatları, verilen cezanın aslında Hrant’a verildiğini düşünüyorlar ve artık gelinen noktada Hrant’ın anısına, onun istediği savunmayı yapmanın şart olduğuna inanıyorlar. “Evet 1915’de yaşananlar bir soykırım idi; bir probleminiz mi var?”



--------------------------------------------------------------------------------

[1] 2 Ekim 2006’da Akşam gazetesi ile yaptığı söyleşi: http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=65239,12

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0