Antropoloji Okumak ya da Türkiye’de Antropolog Olmak

14 Mart 2010 03:24 / 5692 kez okundu!

 


Gerçekten bizler insanların bilimleri yerine ideolojilerine, saçına, sakalına, giyinik mi yoksa çıplak mı olduğuna bakıyoruz. Bu durumda gelişim denen şey aslında bizim varlığından haberdar olduğumuz ama hiç bilmediğimiz Kaf Dağı’nın ardında bulunan gizemli bir güç olmaktan öteye gidemiyor.

***

Prens Sabahattin, neden batıdan geri olduğumuzu bizde organizasyonun, planlamanın ve kendimizi belirtebileceğimiz ideolojik bir odak noktasının olmayışına bağlıyordu. Böyle aktarıyor büyük sosyolog Şerif Mardin. Gerçekten bizler insanların bilimleri yerine ideolojilerine, saçına, sakalına, giyinik mi yoksa çıplak mı olduğuna bakıyoruz. Bu durumda gelişim denen şey aslında bizim varlığından haberdar olduğumuz ama hiç bilmediğimiz Kaf Dağı’nın ardında bulunan gizemli bir güç olmaktan öteye gidemiyor. Antropoloji bu önyargıların kırılması için ideal bir ortam sunuyor bizlere. Sınıfımızda farklı ve taban tabana zıt görüşlü insanlarla aynı masada oturabilmemiz ve zor günlerimizde en yakınımızda bu arkadaşlarımızı bulmamız bizde hoşgörünün ve insana saygının olduğunun göstergesi. Çünkü her şeyin “kültür” eksenli düşünülmesi önyargının kırılmasını sağlıyor. “Ben-merkezci” (egosantrik) ve “etnik-merkezci” (etnosantrik) yaklaşımlar yerini “dünya vatandaşı” olmaya bırakıyor.

Kültür bakanlığının geçtiğimiz senelerde kadrolu eleman alma teşebbüsü olmuştu. Hangi alanlarda eleman açığı olduğu listeler halinde belirtilmişti. Neden antropoloji yok diyerek bazı arkadaşlarımız arayıp sormuşlar (yanılmıyorsam 2005 yılıydı ve muhatap kurum Antalya Kültür Müdürlüğü idi). Aldıkları cevap ise “ biz antropolojiyi arkeolojinin alt dalı olarak biliyoruz” olmuş. Kültür bakanlığında önemli bir mevkide bulunan bu şahıs Türkiye’de “insanbilim” adında bilimsel bir disiplinden haberdar değilmiş ne yazık ki. Bizler antropoloji mensupları olarak hayata değişik pencerelerden bakma imkânına sahip olmaya çalışıyoruz. Biraz düşünelim ve aldığımız eğitimlerden sonra insanlara ve olaylara bakış açımızdaki değişimleri gözlemleyelim. Eminim büyük oran bu değişimi pozitif olarak algılamıştır. Mensubu bulunduğumuz toplumu, bu toplumun diğer toplumlarla ilişkisini, tarihsel, sosyal, ekonomik ve kültürel odak noktalarındaki başlangıcını ve sonraki süreçlere doğru olabilecek varsayımları tahmin etmeye çalışıyoruz.

Türkiye’de antropolog olmak genç olmak kadar sıkıntı verici bir durum. Birincisi, insanların –normal olarak- daima ekonomik düşünmeleri. Bu durumda sürekli iş gücü içinde bulunmanız ve ekonomik etkinliğe katkıda bulunmanız istenmektedir. Bu etkinliğe yetişkin oluncaya dek katılmanız olasıdır. Benim için de çocukluğumdan gençliğime varıncaya dek farklı bir izlek yaşanmadı açıkçası. Yetişkin bir birey olduktan sonra toplumun beklentileri doğrultusunda kimi olaylar dizisi cereyan eder. Bunlardan birincisi askerlik sorununuzu hemen halledip dönmeniz ve –daha çok Doğu ve Güneydoğu’da yaygın olarak- evlilik için kimi adımları atmanız beklenmektedir. Öğrencilik gibi işten sayılmayan, tamamen tüketim kültürüne endeksli bir yaşam mecburiyetiniz varsa bunun gereği olarak bilindik bir meslekte –örneğin öğretmenlik- sonuca/hedefe varmanız gerekir.

Toplumda sizden başka herkesin sizin için canla başla uğraştığını görürsünüz. Adım başı, gelecek adına sizin yerinize karar almış birileriyle karşılaşmak her zaman mümkündür. Gelecek adına attığınız her adımda ve aldığınız her kararda bilfiil kendini yetkili görüp eleştiri mekanizması aşamasında hayatınıza dahil olan çok kişiyle aynı havayı solumak mecburiyetindesiniz. Alçakgönüllülüğünüzü ve tebessümünüzü, biraz da ezikliğinizi kaybetmeden onların her dediğine evet demek gibi bir de göreviniz vardır. Akraba ya da mahalle baskısı denen mekanizma bu şekilde size dair tüm ayrıntılarda kendine bir siluet bulur.

Antropolog olmanın bir diğer sıkıntısı ise kendinizi belirtecek bir odak noktasının olmayışından ötürü içinde bulunduğunuz melankolik ruh halidir. Hangi bölümü okuduğuz sorulduğunda telaffuzu zor bir terim kullandığınızdan ötürü, karşınızdaki ilkin alnını kırıştırır ve kulağını açarak size doğru sağ ya da sol taraftan yaklaşmaya çalışır. Siz, terimi, yüzündeki ekşimesi geçmemiş karşınızdaki insana birkaç defa art arda tekrarladıktan sonra, başta “İnsanbilim” demek olan kısa açıklamadan sonra kısaca birkaç cümleyle olayı açıklarsınız. Bilinmeyen, görülmeyen ve dahası hayata nüfuz etmeyen bir alanda bulunmanızın, üstelik küçümsenmenizin de üzerine tuz biber olarak ekildiği bir söyleşiden sonra bulunduğunuz ortamı terk edersiniz. Velhasıl karşı tarafın beyninde “boş bir bölüm” okuduğunuz düşüncesi çoktan yerleşmiştir.

Antropoloji sayesinde hayatınızda sizleri mutlu edecek ayrıntılar çoktur. Farklı bir gözle bakmanın ruhunuz için en iyi ilaç olduğuna kendinizi inandırırsanız, gece dışarı çıkmış ve gözleri karanlığa alışmamış birinin içinde bulunduğu çukura, kuyuya düşme ya da sert bir cisme çarpma korkusu gibi tedirginlik hali sizde de zuhur bulur. Gözleri karanlığa alışan şahıs nasıl ki rahat hareket edebilir, siz de içinde bulunduğunuz toplumun değer yargılarını bir kenara bırakarak ruhunuzun açlığına yönelik kimi faaliyetlere başlarsınız. Bu faaliyetin büyülü anahtarı “kültür”dür. Üzerinde sayısız çalışmaların yapıldığı, araştırmacıların o kadar çok tanımdan sonra olmalığını dahi söyleyebildikleri bir terim olan kültür... Geçmişten geleceğe, daha da geçmişten daha da geleceğe içinde bulunduğumuz tüm ayrıntıları içeren büyüsel bir dünya kültür. İşte sizi bu toplumda hayata bağlayan tek şey kültürdür. Ona bakmasını bildiğiz vakit size bir çay bahçesinde, bir dükkanda, bir köy evinde, yaşlı bir amcanın ya da küçük bir boyacı çocuğun ağzından dökülen sihirli sözcüklerde kendini ele verir.

Toprağın altında sürekli altın arayanlar kazı esnasında ortaya çıkan toprak küplerin işe yaramadığını düşünürler, hemen kırıp içindeki altına ulaşmaya çalışırlar. Altın varsa küpte her şey yolundadır, yoksa eğer olan küpe olmuştur, pek de önemli değil deyip kazmaya devam ederler. Kültür aşığı biri için değerli olan altın değil o kırılan küptür. Çünkü küplerin nasıl meydana geldiğini altın arayanlar bilemezler. Gordon Childe “Tarihte Neler Oldu” sorusunun cevabını ararken muhtemelen bu işle yani toprakla işi olan toplumlarla çokça vakit geçirmiştir.

İlk insanları düşünün! Topraktan kap yapmak ya da toprağa şekil vermenin düşüncesine nasıl varmışlar? Onlara bu “aklı” kim vermiş olabilir? Yoksa doğduklarında yanı başlarında yemeklerini pişirmelerini sağlayacak bir tencere mi vardı? Ya o toprağı pişirmek için o ateşi nasıl buldular? Sorular gelecekten başlayıp geçmişin gizemine doğru sorgulamaya devam etmektedir. Biz yine o toprak küpe geri dönelim. Hani içinde altın var diye birkaç saniye içinde küle dönen küpe… İşte bu küpün toprağının şekil alması binlerce yılı bulmaktadır. Küçük bir kap haline gelir, biçimlenir toprak. Binlerce yıl sonra birileri bu kapların yapım aşamasında desen kavramına ulaşır, çizgiler çizerler şekil verdikleri bu gereçlerine. Çok sonra bu çeşitlenir, çok yıllar sonra boya bulunur ve bu kaplar boyanır… Renk renk ve çeşit çeşit… Sonra dünyanın dört bir yanında bu kültür yaşanır. Gittikçe çeşitlenir bu uğraş. Çok değil, daha 1960’lardan sonra bile Brezilya-Venezüella sınırlarındaki tropikal ormanda yaşayan Yanomamö kabilesi toprak kap kullanıyordu.

İnsanlığın ortak eseri olan bir küp muhakkak altınlardan değerli olmalı. İşte kültür eksenli düşünme, insana, altından daha değerli olan şeylerin de olduğunu düşündürür. Ve köylülerin sohbetlerinde altın aramalarında ele geçen sayısız küpün nasıl küle döndüğü işitildikçe bir kültür aşığının yüreğine binlerce yılın, binlerce emeğin oku saplanır. Onları düşünürsünüz, emeklerine ulaşmanın verdiği o insanüstü çabanın birkaç altın için nasıl heba edildiğine şahit oldukça, siz, o insanlara hesap vermemenin sıkıntısını yaşarsınız. Çünkü arada siz varsınız yani köprü görevindesiniz.

İnsanın toplumda az bilineni temsil etmesi okları da üzerine çevrilir. Bunlar çoğu zaman sivri ve muhtemelen zarar verici oklardır. Oysa ki tarihte sıkıntıya gelememiş, derdini anlatabilmek için ömrünün son demlerini bekleyebilmiş nice insan vardır. İster pozitivist bakış açısıyla düşünüp toplumda anlaşılamamanın taşıdığınız ışıkla alakalı olduğunu ve toplumun eksiklerinden kaynaklandığına ya da dinsel kurumların ve yerleşik kurum/kuralların değişime ayak uydurmadığına bağlayın. İster dinsel bir yaklaşımda bulunup sabrın sonunun selamet olduğunda karar verin, iki yol da sonuçta tek kapıda birleşmektedir. Ama yakın ama uzak, yol mutlaka birleşmektedir. Siz bu yolun başında ve sonunda bulunmaktasınız. Yolun başındayken başladığını bu yolda ilerlerken, yolun ortasına doğru kimi zaman kaybolabilirsiniz ve bu kayboluş esnasında her ne kadar kendi benliğinizi taşısanız da birileri tarafından bundan yoksun olduğunuza neredeyse inandırılacak dereceye gelebilirsiniz. Ama bilincinizi muhafaza edebilecek kadar kendinize güveniyorsanız, her halükarda yolun sonundaki kapıya ulaşacaksınız.

Türkiye’de, dahası Doğu’da antropolog olmak zor. Bilinmeyenin dışına çıkıldığı an yalnızlık ve anlaşılmazlık yanı başınızda. Ne kendiniz olmaya kalkışmanız sizleri kurtarır bu keşmekeşten, ne de başkası olmaya çalışmanız. Karşılığı, bütünsel bir algıda kendini kabul ettirememiş bir bölüm mezunu olmak, toplumun boşluğuna asılan ipte olduğu gibi kendi yörüngesini bulmaya çalışmak demektir.


İsmet Tunç
Antropolog
04.03.2010

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.