HAYALİ CEMAATLER (1)

12 Kasım 2010 23:10 / 3655 kez okundu!

 


Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması

Benedict Anderson, “Hayali Cemaatler” adlı eserinde bugün dünya halklarının en temel sorunlarını ele alıyor ve akılcı çözümlemeler elde ediyor. Etnisite, kimlik, sınırlar, haritalar, milli değerler gibi çetrefilli ifadelerin nasıl oluyor da geleceğimizi belirlemiş birer “hayali” unsur olduğu üzerine bizi düşündürtüyor.

Gerçekten ben “a” kavminden ya da “b” etnik grubundan mıyım? Benim kendimi ait hissettiğim ve beni yan komşumdan ayıran bayrağım, kimliğim, etnik hislerim, tarihsel geçmişim ne kadar sahi ve akılcı. Bizler bir kere daha düşünüp geçmiş üzerine kendimizi tanımlarken, geleceğimizi belirleyen bu unsurların ne kadar gerçek olduğunu hiç sorguladık mı? Hepimize bir tavsiye: aslında bizi var eden, adına geçmiş dediğimiz şeyi çok basitçe “kültürel” olarak kabul edip yolumuza devam edelim. Ne dersiniz?

Anderson, Hayali Cemaatler adlı çalışmasının hareket noktasının, milliyetçilik kadar milliyetin de bir tür kültürel yapım türü olduğunu, bunları doğru dürüst anlayabilmek için tarihsel varlıklarını nasıl kazandıklarını, zaman içerisinde anlamlarının nasıl değiştiği ve niçin bugün, böyle derin bir duygusal meşruiyet öne sürdüklerini (hatta kabul ettirdiklerini) titiz bir şekilde incelemek gerektiğin ifade etmektedir. Anderson 18. yüzyılın sonuna doğru milliyetçiliğin yaratılmış olduğunu, farklı tarihsel güçlerin kesiştiği noktada meydana gelen bir kendiliğinden damıtım sürecinin ürünü olarak gerçekleştirildiklerini, ancak bir kez yaratıldıktan sonra “modüler” hale geldiklerini ve dolayısıyla çok farklı toplumsal coğrafyalara, farklı bilinçlilik dereceleriyle aşılanabilir, farklı siyasal ve ideolojik kümelenmeleri içerebilir ya da onlar tarafından içirilebilir olduklarını gösterme gayretinde olduğunu söylemektedir.

Sosyalizmi yayma amacıyla Sovyetlerin, Almanya (1953), Macaristan (1956), Çekoslovakya (1968), Çin (1969), Afganistan (1980) ile olan savaşlarında, bu savaşları meşru göstermek için gönülsüz birkaç girişimden öte bir çabaya girişmediği görüldüğünde, Marksizm ve Marksist hareketin temelinde meydana gelen dönüşümler Anderson’a göre “üstümüze çökmüş durumdadır”. Yine Uzakdoğu’da Marksist olan rejimlerin (Kamboçya-Vietnam) birbirlerine karşı giriştikleri kanlı saldılar, Çin’in Vietnam’a karşı saldırısı (1979) rejim üzerine düşünmeyi farklı alanlara yöneltmektedir. Sovyetler Birliği, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı ile birlikte adında “milli” ibaresi yer almayan nadir devletlerdendir. Milli bir düşünce ile kurulmamıştır ve enternasyonalist bir düzenin öncüsü olmasının yanı sıra, 19. yüzyılın ulus öncesi hanedanlık devletlerinin bir mirasçısı olma ayrıcalığını da kazanmaktadır. Bu durumda Marksist devletler, üzerine kuruldukları ideolojik argümanlardan sıyrılarak tamamen milliyetçi tavır ve söylemlerle hareket ettiler. Bu konuda Eric Hobsbawn “Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok” demektedir.

Anderson, bu eğilimin sosyalist dünyayla sınırlı olmadığını ve BM’nin her yıl bünyesine yeni devletler kattığını ifade etmekte. Bu durumda millileşme eğilimi giderek artmakta ve sınırlar kalınlaşmaktadır. Kimi eski milletlerin, içinde bulundukları devletlerin alt kültür konumundan olmaktan çıkıp kendilerine hesap sordukları bir sürece doğru gittiği ortadadır.

Tom Nairn, “Milliyetçilik teorisi Marksizm’in büyük tarihsel başarısızlığını temsil ediyor” diyor. Milliyetçilik Marksizm için anomali olma özelliğiyle ortada iken, bunun hasır altı edildiği söylemek Anderson’a göre daha doğru bir tavır olur.

Kavramlar ve Tanımlamalar
Ulus kavramının anlaşılabilmesi, yukarıda açıklanan durumun netlik kazanması açısından önemlidir. Milliyetçilik üzerinde çalışan teorisyenler, Anderson’a göre şu üç paradoksun varlığından ötürü şaşırmışlar, hatta kızmışlardır. Bunlar:

1) Ulusların, tarihçinin gözündeki nesnel modernliğin karşısında milliyetçilerin gözünde sahip oldukları öznel kadimlik.

2) Sosyo-kültürel bir kavram olarak milliyetin biçimsel evrenselliği –modern dünyada tıpkı kadının ya da erkeğin bir cinsiyete “sahip olması” gibi, herkes bir milliyete “sahip olabilir, olmalıdır ve olacaktır”- karşısında kavramın somut tezahürlerinin iflah olmaz bir biçimde tikel olması; öyle ki örneğin: “Yunan uyruğundan olmak” tanımı gereği sui generes’tir yani emsalsiz, kendine özgüdür.

3) Milliyetçiliklerin, siyasal güçleriyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan felsefe sefaletleri, hatta tutarsızlıkları. Başka bir deyişle diğer-çilik’lerle kıyaslandığında milliyetçilik, kendine Hobbes’lar, Tocqueville’ler, Marx’lar ya da Weber’ler ölçeğinde büyük düşünürler yaratamadı. Bu “boşluk”, kozmopolit ve çok dilli aydınların milliyetçiliğe yukarıdan bakması sonucunu doğurdu. Bu nedenle milliyetçilik araştırmacısı Tom Nairn, “milliyetçilik modern kalkınma tarihinin patolojisidir; tıpkı bireylerdeki nevroz gibi o da kaçınılmazdır. Köklerini, toplumlar için çocuksuluğun dengi olan ve dünyanın büyük bir kısmına dayatılan çaresizliğin ikilemlerinde bulur ve tıpkı nevroz gibi o da asli bir muğlâklıkla yüklüdür, içinde mentia’ya doğru (bunaklık, bugün daha çok şizofreni anlamında kullanılıyor) benzer bir ağırlaşma eğilimi barındırır ve tedavisi büyük ölçüde imkânsızdır” der.

Anderson, bilinçsizce de olsa, bir nesne yaratıp bunu bir ideoloji diye sınıflandırmaktan kaynaklı milliyetçilik yorumu yapar ve “milliyetçilik, liberalizm, faşizm, gibi olgularla değil de, ‘akrabalık’, ‘din’ gibi olgularla bir arada düşünülürse her şey daha kolay olabilir” der. Ve antropolojik bir ruhla şu tanımı önerir: “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur – kendisi aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir”.

Anderson, en küçük bir ulusun üyelerinin bile diğer üyeleri tanımadığını söyler. Ernest Gallner ise milliyetçiliği, ulusların öz-bilinçlerine uyanma süreçlerinin olmadığını, ulusların var olmadığı yerde onları icat ettiğini ifade eder. Burada icat kavramı alaya alma biçiminde de algılanabilir. Bu ifade oldukça yapay gibi durmaktadır. Çünkü uluslaşma sürecinde daha hakiki topluluklarla karşılaşmak olası olabilir. Bu durum Garllner’in ifadesini biraz hafife aldırıyor.

İnsanlar ulus devletlerin himayesinden önce, hanedan mülkü ve dinsel cemaat olarak milliyetin bu gün olduğu gibi, o dönem var olan birer mekanizmasıdırlar. Bu olgular mutlak kabul edilen ve çeşitliliği bünyesinde barındıran yapılardırlar da. Bu nedenle bunların çözülüp farklı şekilde milliyet kavramını içine alan ve barındıran, geliştiren, farklı türde varlığını sürdüren bir dönüşüm yaşamıştır.

Hanedanlıklar meşruiyetlerini vatandaşlarından ve sınırlarından değil, kutsallıktan alırlar. Bugün devletler meşruiyetlerini sınırları içindeki her santimetre kare üzerinden ve yurttaşlarının nüfuslarından alırlar. Geçmişte sınırlar geçirgen ve iç içeydi. Eski monarşiler sadece savaşlarla değil, cinsel politikalarla da genişleyebiliyorlardı. Sınırlar ötesinden bir ülkenin prensesiyle evlenen bir hükümdar, doğal olarak akrabalık bağlarını sınır ötesine taşıyordu. Böylece heterojen nüfuslar meydana geliyordu ve milli ya da milliyetçiliğe vurgu yapan bir olgunun ortada olmamasından ötürü millileşme çabalarına da gerek duyulmuyordu. Örneğin halkı farklı etnik yapıda olan merkezi hükümet olasıydı.

Ancak 17. yüzyılda kutsal kraliyetler gittikçe inişe geçtiler. Örneğin 1649 yılında modern dünyanın ilk devrimi kabul edilen Batı Avrupa’da İngiliz kralı olan Charles Stuart’ın ordu komutanı Oliver Cromwell tarafından başı kesilmiştir ve Cromwell kendisine “koruyucu” lakabını benimsemiştir. Böylece bir kral değil ama plebyen kökenli bir kral ülkeyi yönetmeye başlamıştır.

Hayali bir cemaatin varlığını gazete ile açıklayan Anderson, insanların her sabah aynı ayini yaptıklarını, dünyevi olan bir uğraşla aynı zamanda meşgul olduklarına dikkat çeker. Hegel, gazetelerin modern insan için sabah dualarının yerini tuttuğunu söylemişti. İnsanlar hayali bir dünyanın etrafında aynı şeyleri düşünmekte, aynı düşünce etrafında birbirlerinden habersiz aynı olaya odaklanmaktalar. Bu nedenle insanların hayallerinin yaratılmasında basın çok önemli bir alır. Yani insanlar artık eskisi gibi kutsal yazı dilleri üzerinden kendilerini ifade etmemekteler, bundan vazgeçmişlerdir. Böylece aynı grup, topluluk ya da toplum aynı dil üzerinden aynı konuyu düşünebiliyor. Hıristiyanlığın, İslam ümmetinin ve diğer büyük dinlerin kıtalar üstü dayanışmalarını var eden aslında kutsal yazı dilleriydi. Bu ortadan kalkmış oluyordu ve insanlar farklı değişkenler üzerinden hayata bakma eğilimine girdiler. Milliyetçiliklerin özgül kökenlerinden bir diğer etken de krallıkların merkezi bir konumlarının olduğu ve hükmettikleri insanların, onların bu konumlarını kutsallıkla açıklamaları idi. Buna göre, tanrısal vergiler, insanların o kral ve ailesi, hükümeti etrafında toplanmayı sağlıyordu. Böylece sarsılamaz bir itaat ve otorite mekanizması kurulmuş oluyordu. Tıpkı kutsal yazı gibi yönetici de kutsal bir hizmetin aracısı ve hatta kendisiydi. Bir diğer etken ise zaman tasarımıydı. Kozmoloji ile tarihin ayırt edilemediği, dünyanın ve insanların kökenlerini özdeş kılan zaman algısıydı. İnsanlar inanç sistemlerinin gösterdiği bir çıkış-kurtuluş yolu biçimine inanmaktaydılar.

İktisadi değişimin (toplumsal ve bilimsel), yine buluşların giderek artan iletişim olanaklarının baskılarıyla iç içe geçmiş sınırları büyük bir hızla ayırmaya başladı. Tarih ve kozmoloji ayrımı insanların farklı düşünce biçimlerine yönelmelerini sağladı. Bu yönelimi kışkırtan önemli bir etken de kapitalist yayıncılıktır. Sayıları hızla artan insanların kendileri üzerlerine düşünmeye başlamalarına ve köken arayışlarına girmelerine olanak verdi.

Devam edecek...


İsmet Tunç

12.11.2010


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.