HAYALİ CEMAATLER (2)

13 Aralık 2010 13:00 / 2538 kez okundu!

 


Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması - Ulus Bilincinin Kökenleri

1500’lere gelindiğinde 20 milyon kitabın basıldığından söz edilmektedir. 1600’lerde 200 milyon kitabın basılması ve dağıtılması dünyanın değişim ve dönüşümü için önemli bir güç olduğunu kabul etmek gerek. 1500-1550 yılları Avrupa’da olağanüstü refah dönemi görülmüştür. Böylece yayıncılık zengin sanayicilerin tekeline girmişti.

Mümkün oldukça farklı ürünleri bulup satmak için uğraşılıyordu. Dolayısıyla önemli olan daha geniş kesimleri ilgilendiren yapıtlar bulup yayımlamak gerekiyordu. Avrupa’da çok az bir kesim Latince okuyordu. Latincenin 150 yıl gibi bir sürede doygunluğa ulaşması yayıncıları yeni çarelere itti. Latince iki dilli olan insanların diliydi. Yayıncılar böylece halk dillerine yönelerek çok sayıda kitap basmaya başladılar. Bu etki doğrudan ulusal bilincin gelişmesine yol açtı. İlk önemli etki Latincenin kendi içinde dönüşümüydü. Böylece eskilerin dili daha da inceltilmiş ve geniş bir kesimin takdirini kazanmıştı. Kilisenin gündelik dili olmaktan çıkıp halkın da anlayabildiği bir dil olma yoluna sokuldu Latince. İkinci önemli etken Reform’un etkisiydi. Matbaa Batı Avrupa’da giriştiği bütün tartışmalardan başarıyla çıktı. Martin Luther King’in 1517 yılında tezlerini Wittenberg katedralinin kapılarına çivileyip, sonra tüm çevirilerini Almanca yapıp dağıtması önemli bir dönüm noktası oldu. 1518-1525 yılları arasında, Almanya’da satılan toplam kitapların üçte biri Luther King’e aitti. Bu şekilde Luther King bilinen ilk best-seller oldu ve adı sayesinde yeni kitapları da satılan ilk yazar oldu.

Luther’in açtığı yolda Avrupa’da gelecek yüzyılda müthiş bir dini propaganda dönemi başlamış olacaktı. Protestanlık uygulanan yayın yasağına rağmen kaçak yollarla ülkeye giren yayınlarla genişlemeye devam ediyordu. Latince yeni haliyle yeni okurlarınca öğrenilmeye devam ediliyordu. Derken şehir devleti bile olmayan Hollanda Cumhuriyeti kurulmuş oluyordu.

Bu dönüşümdeki üçüncü etki ise halk dillerinden etkilenip buna göre tavır alan geleceğin mutlakıyetçi monarklarıydı. Bunlar halk dillerini merkezileşmenin bir aracı olarak kullanma yoluna gittiler. Latince siyasal bir sisteme tekabül etmemektedir ve evrenselleşememektedir.

İngilizce'nin doğuşu yukarıda anlatılanların anlaşılması için önemlidir: Latin Avrupa’nın kuzeybatı köşesini oluşturan İngiltere, Norman fethinden önce Anglosakson dilini yani Latinceyi kullanıyordu.. Fethi izleyen bir buçuk yüz yıl yazışmalar Latince yapıldı. 1220-1350 yılları arasında Norman Fransızcası bu devlet Latincesinin yerini aldı. Bu arada bu yabancı egemen sınıf ile tabi nüfusun kaynaşmasından erken İngilizce doğdu ve 1362 yılında saray dili olarak kabul edildi. 1539 yılında uzun bir süre sonra Fransızca kendine bir kullanım alanı buldu ve yayımlanan bir fermanla mahkemelerde kullanıldı, öncesinde Latince kullanılıyordu. Yine başka hanedanlarda Latince yerine yabancı halk dilleri kullanılmaya başlandı.

Her durumda dilin seçimi rastlantı değilse de tedrici, bilinçsiz ve pragmatik bir sürecin sonucu olarak görülüyor. Latincenin giderek Bâtıni bir nitelik kazanması reformun ve idari halk dillerinin savsak gelişimi olumsuz bir etki olarak görülebilir. Ulusların hayal etmeleri bir şekilde yeni bir üretim ve üretim ilişkileri sistemi yani kapitalizm, bir iletişim teknolojisi yani matbaa ve insanların dilsel çeşitlilik içindeki etkileşimi “hayal etme”nin bir noktaya taşınmasını doğrudan sağlamıştır. İnsanların yayınlarla birbirlerinin dillerini tanımaları kendi uluslarının bilincine varmaları açısından önemli bir noktadır. Hâlbuki önceden kesinlikle anlaşamayanlar, artık birbirlerini tanıma şansına sahip olmuşlar ve kendileri dışında değerlerle kendi değerlerini karşılaştırma şansına da kavuşmuş olmaktalar.

Dillerin sabitlik kazanmasıyla devletlerin, kendi dillerinin oluşması ya da dillerinin yanında başka dillerin konuşulmaması için özel gayretler içersinde oldukları görülmüştür. Örneğin Arap yazı sistemine sahip Türkiye, İran, Irak, SSCB’ye ait bir kısım halkların ortak anlaşabildiği halde, Türkiye’nin milli bilinç ve İslami kimlik aleyhine Latin alfabesini zorunlu kılması, Rusya’nın İslamiyet ve İran’a karşı Latin alfabeyi ilkin dayatması, daha sonra Stalin’in 1930’larda ise Ruslaştırma zorunluluğu dayatmasıyla Kirilizasyon sürecinin yaşanması görülen kimlik oluşturma çabalarıdır.

Ulusal bilincin kökenlerinin oluşmasını kısaca özetlersek şayet; gelişen kapitalizm, ortaya çıkan teknoloji ve insanların sahip oldukları dilsel çeşitliliğe olan mahkûmiyetlerinin birbirleriyle buluşması yeni bir cemaat tarzının hayal edilmesini mümkün kılmıştır ve bu tarz ulusların temel morfolojisini hazırlamıştır diyebiliriz.

Crillolar
Milliyetçilik savaşlarını yapan halklara baktığımızda çoğu savaştıkları devletlerle aynı dili konuşuyorlardı. Geçmişte Avrupa’dan göç etmiş atalarının yeni yurdunda yani safkan Avrupalı olmakla birlikte Amerikalarda doğmuş kişiler zamanla bağımsızlık savaşlarının sembol kişileri olarak ortak dil konuştukları uluslara karşı savaşa giriştiler. Bunlar crillo olarak tarif edilmektedirler. Büyük toprak sahipleri, yöneticiler, zengin sınıftan oluşan önde gelenlerin başlattıkları ayaklanma ve verdikleri mücadeleler bugün Latin Amerika’daki birçok devletin o dönem oluşmasıyla sonuçlandı. Sömürge devletlerin taşıdıkları kölelerin ayaklanma ihtimali bile yöneticileri tedirgin etmeye yetiyordu. Bu nedenle art arda çıkarılan yasalarla yaşam güvencesi ve bağımsızlığın iyi bir şey olduğu yolunda önemli adımlar atılıyordu. Örneğin Venezuela, Meksika ve Peru gibi önemli birimlerde Madrid’ten kopmak için başlangıçta oldukça hızlı davranılmıştır. Çünkü aşağı sınıfların olası ayaklanmasından büyük oranda korkulmuştur. Yüzyıllardır Amerika-İspanyol imparatorluğu olarak yönetilen kıta, bu süreçte 18 ayrı devlete bölünmüş oldu. Crillolar nüfuslarındaki halkı ayrı birer etnik unsur olarak kendi devletleri içinde uluslaştırdılar ve bir halk olarak tanımlamayı yeğlediler.

Madrid, sömürgelerindeki yöneticilerinden ağır vergiler almaktaydı ve bu vergiler saraya aktıkça, saray daha fazla denetim imkânları geliştirmek için yeni yasalar çıkartmaktaydı. Kıta içi ticaret yasaklanmış, bazı ticaretler tekele alınmış, aydınlanma çabalarının gelişmemesi için özel önlemler alınmaktaydı. Hatta 1780-1790 yılları arasında İspanya’dan kıtaya göç, 1710-1730 yıllarındaki göçün beş katı kadardı. Böylece yerel yönetimlerin kendi uluslarını idare etme istekleri bağımsızlık savaşlarıyla yeni bir boyuta taşınıyordu. Özellikle merkezi hükümetlerle yapılan savaşlarda önemli bir toprak sahibi zengin insan bazı karşı koyuşlarda merkezi hükümetin karşı koyuşlarında) topraklarının önemli bir kısmını kaybedebiliyordu. Bunu göze almış olmak üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır.

İspanyol hükümetinin kıta içi ticareti yasaklamasıyla ticaret tamamen kendi tekellerine alınmıştı. Amerika’nın bir yerinden başka bir yerine gidecek bir ticaret gemisi, İspanyolların belirledikleri limanlara uğramaksızın malları taşıyamıyordu. Böylece idari birimler kendi özgür ticari politikalarını uygulama konusunda bu yasaklarla daha da cesaretlenmiş oluyorlardı.

Kıta içi seyahatler, özellikle haclar, sömürge devletlerindeki sistemlerin anlaşılması ve bağımsızlık düşüncelerini pekiştirmiştir. Her şeyden önce anavatandan ayrı olmanın bir tür ayrımcılık hissi uyandırdığı memurlar göç ettikleri yeni vatanlarında önemli görevler üstlendiler. Bunun yanında gazetelerin olmadık sayıda ve çabada hayata nüfuz ettiği düşünüldüğünde crilloların neden bağımsızlık savaşları başlattıkları daha iyi anlaşılır. Taşradaki yayıncılar kendi ulusal bilinçlerini uyandıran yayınlarla bu kopuşlarda önemli roller üstlendiler.

Eski diller üzerinden inşa edilen yeni modeller
Avrupa’nın Amerika’nın bağımsızlık savaşlarından sonra Doğu’ya yüzünü çevirmesi, Yunan uygarlığından daha eski uygarlıkların da olabileceği gerçeğini gösterdi. 18. yüzyıldan sonra başlayan, diğer halkları dine çağırma, ticaret, savaş, pratik amaçlar uğruna yapılan seyahatler Avrupa-dışı dillerden basit sözcükler derleme çabaları başlamış oldu. Bengal’in İngilizlerce fethinden sonra Hint uygarlığının Yunan uygarlığından eski olduğu görüldü. Böylece diğer yerlere ilişkin çalışmalar da yapılmaya çalışıldı. Örneğin Napolyon’un Mısır seferinden sonra hiyeroglifler deşifre edilmeye başlandı. Böylece bilimsel bir disiplin olarak “filoloji” ortaya çıkmış olacaktı. Keşiflerden karşılaştırmalı gramer çalışmaları yapılarak İbranice'den çok daha eski dillerin olduğu görüldü. Hobsbawm’ın dediği gibi “evrimi çekirdeğine yerleştiren ilk bilim”, yani filoloji doğmuş oluyordu. Oryantalist çalışmalar böylece büyük bir hızla devam etmekteydi.

Osmanlı sınırları içindeki Yunanca ilk gazete Viyana’da 1784 yılında yayımlandı. 1821 yılındaki Osmanlı karşıtı Yunan ayaklanmasından büyük ölçüde sorumlu tutulan Philike Hetairia adlı gazete 1814 yılında Rusların yeni tahıl limanı olarak bilinen Odesa’da kurulmuştu. Yunanlılar artık Perikles ve Sokrates’e yaraşır varlıklar olmak için uluslaşma girişimlerine başlamışlardır. Benzer bir girişim Romenler tarafından gerçekleşti. 18. yüzyılın sonunda Rumence’nin gramer, sözlük ve tarihleri belirmeye başlandı. Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçişle önce Habsburg sonra Osmanlı topraklarından kopuş başladı. Yine Çek dili de yapılan sözlük ve gramer çalışmalarıyla günlük dil olarak kullanılmaya başlandı. 18. yüzyılda bugünkü Finlandiya dili İsveççeydi. Bölge 1809’da Çarlıkla birleşerek Rusça resmi dil olarak kullanıldı. Fin milliyetçiliği yapanlar, meslekte dil çalışmaları yapanlardı. Latince ve İsveççe metinler yüzyılın sonunda tekrar dolaşıma sokuldu. Böylece ön dil çalışmaları diğer milletler tarafından da yapıldı. Örneğin Norveç, Danimarka, Hollanda yapılan gramer çalışmalarıyla Avrupa’da dil çeşitliliği yerelden çıkıp ulusal anlamlar kazanmaya başladı. Osmanlıca, Türkçe, Farsça ve Arapçadan oluşmaktaydı. Fransa’da beş yıl eğitim alan İbrahim Şinasi, Fransa’dan dönüp çalışmalara başladı. Onun yolunu başkaları izledi ve 1876 yılına varıldığında İstanbul’da 7 günlük gazete yayımlanmaktaydı.

Burjuva öncesi egemen sınıflar kendi iç bütünlüklerini dil dışında ya da hiç değilse yayın dili dışında kurmuşlardı. Bir Siyam hükümdarı bir Malay kadınıyla ya da İngiltere kralı bir İspanyol prensesiyle, bir Osmanlı hükümdarı bir Bizans prensesiyle evlenebiliyordu. Böylece bu dönem büyük oranda akrabalık kurma düşüncesinden sıyrılıp, kendi öz bilinçlerinden oluşan girişimlerle, kendi uluslarını diğerinden ayırma üzerinde kurmuşlardır. 19. yüzyılın ayırt edici özelliği okur-yazar sayısının artması, ticaret, sanayi, iletişim ve devlet aygıtlarında meydana gelen olağanüstü gelişmelerin temelinde kendi birliğini kurma ve geliştirme üzerine inşa edilmekteydi. Latince 1840’lara kadar ancak Avusturya-Macaristan’da bir devlet dili olabildi. Ama hemen ardından neredeyse tamamen kayboldu.

Avrupa milliyetçiliği, Amerikalardakilerden daha derin ve popülist oldu. Serflikler kaldırılmış, hukuki köleliklerin bahsi bile edilmemektedir. 19. yüzyılın ikinci on yılında her devlet kendi bağımsız ulusal modelini oluşturma çabasını bir ölçüde başarıya taşımıştı.

Devam edecek...


İsmet Tunç

12.11.2010




 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.