SİYASAL ANTROPOLOJİ
19 Mart 2011 02:44 / 5746 kez okundu!
Felsefi antropolojide, insanı diğer türlerden ayıran en önemli ayrıntılardan biri insanın “yapıp- etmeleri”nden sorumlu bir varlık olarak gösterilmesi vardır. İnsan türü hiçbir zaman bir sıfır noktasından başlamayan kültürün yaratıcısıdır. Kültürel bir olgu yaşamdan soyutlanmadan yerini, daha önce filizlenmiş yeni olguya bırakır.
Böylece yeni bir kültür öğesi ile eskisi bir müddet aynı zaman diliminde varlıklarını devam ettirirler. Bu kesişim alan, ‘medeniyet’ ya da ‘kültür’ dediği alandır. Tüm insan yaşamı bu karışımların bir ürünüdür. Devlet fikri de bu kültürün bir parçası olarak sürekli gelişerek bugünkü şeklini almıştır. Bu, insan yığınlarının bir arada yaşamaya başladığı kadim zamanlardan beri varlığını sürdüren bir olgudur.
İnsanlar topluluklar halinde yaşamaya başladıklarından beri, en basit yönetim biçimlerinden olan kabile şefliklerden karmaşık yönetimsel sistemlere değin, her zaman türlü pratikler geliştirerek devlet fikrinde sürekli bir değişimin meydana gelmesini sağlamışlardır. Siyasal antropoloji, insanların yönetim becerilerini hangi mekanizmalar üzerine kurduklarını araştıran alanlardan biridir. Evans- Pritchard “İnsan toplumunun tabiat bilgisi olarak sosyal antropolojinin görevi, toplumsal kurumların doğasını sistematik olarak araştırmaktadır” der. Antropolojide, daha doğrusu insanın sosyal yönüyle ilgilenen sosyal antropoloji ya da ülkemizde ağırlıklı olarak kullanılan haliyle, sosyal kültürel antropolojide, en basit politik örgütlenmeden, modern kurumlardan oluşan devlet sistemine kadarki süreç, oldukça karmaşık ve anlaşılması son derece güç olan bir alandır. O nedenledir ki, siyasal antropolojinin ortaya atıldığı 19. yüzyıldan sonra, ilksel ya da ilkel olarak tanımladığımız (ilkel terimi oldukça aşağılanma hissi içerse de, bizler bir tanımlama aracı olarak, daha aşağı kültürleri belirtmek için kullanıyoruz) toplulukların şeflik sistemleri etnografik yöntemlerle gözlemlenip kaydedilerek, mikro analizlerden makro sonuçlara ulaşılmaya çalışılmaktadır. Bütünü algılamanın biricik yolu, insanı, çoğu zaman parçayı anlamaya yöneltir. Böylece tüme varım yöntemiyle sistemin tümü anlaşılmaya çalışılır. Claude Lévi Strauss’un literatüre kazandırdığı yapısalcılık, toplumu anlamada, en temel parçacığın anlaşılmasının yine aynı olan farklı parçacıkların anlaşılır kılınmasından geçtiği ekolüyle sistemin tamamını anlamamızı sağlamaktadır.
Marc Abélés, “Devletin Antopolojisi”nde, “siyasal antropolojinin önde gelen temalarından biri, devletin kökeni ve devletsiz toplumlarla devletli toplumları birbirinden ayırmaya imkân veren kıstaslarla ilgilidir” der. Felsefe ve antropoloji, insanların devletsiz halden devletli hale geçişi üzerine bir dizi çıkarsınımlara varmak için uğraşırlar. Geçmişte Hobbes, Locke, Rousseau gibi klasik geleneğin siyaset felsefecileri devleti geçici doğal nedenlere bağlarlar. Antropolojide hukuk kökenli ilk antropologlar olan H. Maine, H. Morgan, Bachofen gibi karşılaştırmalı hukuk uzmanları tamamen evrimsel bir bakış açısıyla ele aldıkları çalışmalarında, özellikle Morgan’ın insanlık tarihinin en eskisi “kabileler, boylar ve soylardan oluşan” birinci sistem olan “toplumsal bir örgütlenme” ile, “toprak ve mülkiyet üzerine kurulu” olan “siyasi bir örgütlenme” çözümlemesi uzun yıllar bu konu hakkında referans görüşler olarak ele alındı. Hatta Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni (1884) adlı meşhur çalışması Morgan’ın eserini keşfedip ondan faydalanmasıyla meydana gelmiştir. Karl Marx’ın, Morgan’ın Eski Yasas adlı eserine hayranlığını, Engels bu eseri yazarak Marx’ın vasiyetini yerine getirmekte kendi sorumluluğunu açıkça dile getirmekteydi.
En basit kabile örgütlenmesinden, krallık düzeyine ve modern devlet sistemine kadarki süreçte, hiçbir toplumun devletsiz olmadığı görüşünü ileri sürmek fazla ütopik bir düşünce olmaz. Çünkü insanlar her daim bir arada bulunmayı ve bir aradalığın doğurduğu sorunları çözmek için bir otorite meydana getirmişlerdir.
Antropolojide devletin varlığına dair çalışmalar temelde ailenin nasıl oluştuğu sorusuna değin derin ve anlaşılması son derece güç sorular üzerinden yürütülür. Ne var ki bir baskı aracı olarak devletin varlığı ve dönüşümü siyasal gelenek olarak sorgulanabilmektedir. Günümüz siyasal eğilimler, devletin birey karşısında bir baskı aracı olarak değil, daha çok bireyin yaşam alanını genişletmek için işleyen kurumlar şeklinde tasarlanması ve bu yönde dönüşmesi için ortaya çıkarken, siyasal antropoloji de bu yönde birey-devlet ilişkisini daha ampirik bilgilere dayanarak açıklama eğilimine girebilir.
Günümüzde devletin demokratik anlayışla aldığı hal, antropologlara geniş çalışma alanları sunmaktadır. Tabi ki, sosyoloji, tarih, siyaset gibi diğer sosyal bilim dalları da bu alanda çalışmalar yürütmede faydalanılan bilimlerdendir. Antropoloji bu bilimlerin kimi yönlerinden faydalandığı gibi, kendine özgü antropolojik bakış açısıyla da siyasetin kullandığı ayin ve simgeseller gibi argümanlar, siyasi temsiliyetin kaynağına inmemizi sağlar. Belki de sadece antropolojik bakış açısı bize modern devletlerin demokrasi anlayışlarında lider kültünün kaynağını, seçim argümanlarının mistik yönlerini, milli ya da milli olmayan unsurların halk üzerindeki etkileyiciliklerini, seçmenin eğilimlerinin simgesel değişiminin ne anlama geldiğini verebilir.
Bu konuyla alakalı birkaç yıl önce yine bir seçim arifesinde antropolojik bakış açısını yansıtmaya çalıştığım birkaç yazılık seçim değerlendirmesinden, siyasal kültürümüzün tarihsel arka planını vermeye çalışmıştım. Bu örnekler ışığında siyasal antropolojinin istatistikî sosyolojik analizlerden öte, bir geleneğin kültürel izleriyle nasıl kültürden kültüre değişiklik taşıdığı ve tarihsel bir içerik taşıdığı daha iyi anlaşılabilir:
“2006 yerel seçimleri öncesinde Türkiye’de bulunan Hollandalı yaşlı bir çift (sanırım İzmir‘de) bir parti liderinin miting alanında hararetli şekilde hükümete verip veriştirmesine, her bağırışından sonra katılımcıların çılgınca bağırarak sloganlar atmalarına çok şaşırmıştı. Haliyle onların memleketlerinde iletişim daha farklı yollardan ve bu şekilde olmayan sakinlikte yapılmaktadır. Heyecan ve gümbürtünün iletişim aracı olarak kıllanıldığı Doğu ülkelerinde, liderler halkı etkilemenin en açık yolunun onların duygusal yönlerini etki altına almak olduğunu bilmektedirler.
Gelişmiş ülkelerde iletişim, adayların kendi birikimlerini seçmene sunmak için başvurdukları çeşitli kanallarla yapılır. Aday seçmenle yüz yüze gelir ve bilgi birikimini sunacağı bir platformda kendisini seçmenine kabul ettirmeye çalışır. Seçmenle diyalog, miting alanlarındaki gibi duyguya yönelik yapılan etkileyicilikle değil, seçmenin eğitim, sağlık, kültürel, ekonomik programlarının bilimsel çerçevede basın ya da çeşitli görsel motiflerle (örn. bilbordlar, ilanlar, tv programları, yüz yüze konuşmalar… gibi) ve uzmanların bu konuda yapacağı değerlendirme ışığında şekillenir. Geleneksel kesimlerin çoğunda bu uygulamalara göre aday seçimi yapılmaz. Yandaş olmak ile olmamak arasında ince bir çizgide karar verilir. Yaşlı Hollandalı çiftin ülkemizdeki seçmenin ikna edilmesinin bu mitinglerden geçtiğini ya da ikna olmuş halde mitinge gelenlerin bağrışmalarında gizli olduğunu bilmesi biraz uzak bir ihtimaldir.”
Thomas Hylland Eriksen, “Modern, devletli toplumlarda neyin siyasal ve neyin siyasal-dışı olduğunun sınırlarını çizmek kolay gözükebilir. Bu tür toplumlarda siyaseti çalışmak için geliştirilmiş olan siyaset bilimi, biçimsel siyasal kurumları ele almaktadır; yasama meclisi, yerel idare, oy kullanma kalıpları ve sosyal yaşamın, siyasal olarak kabul edilen diğer yönleri bu cümledendir. Sanayileşmemiş toplumlardaysa, siyaseti akış içersindeki sosyal yaşamdan ayırt etmek o kadar kolay olmayabilir” söylemiyle siyasette keskin olan ile olmayan sınırlara dair önemli ipuçları verir.
Eriksen’in düşüncesinden hareketle, sanayi öncesi geleneksel toplumlar ve çemberi daha da daraltarak söylemek mümkün: “akrabalık ve din, uygulamada siyasetten ayrılamaz unsurlardır”. Kurumsal yapılaşmaya dayanmayan bu ilişki biçimi devletsiz toplumların nasıl oluyor da entegre olabildikleri sorusunu akıllara getiriyor. Bu sorunun en temel yanıtı hukuk kavramının var olmasıdır. Çünkü hukuk, devlet geleneğinden çok eski bir gelenektir. Mitler ve söylencelerden, ilahi olan ya da olmayan tüm unsurlar bu yapının bir arada tutulmasında bir şekilde etkilidir. Tüm unsurları bir arada düşündüğümüzde devlet fikri ya da en basit düzeyde şeflik anlayışının toplumsal yaşamın bir parçası olduğu fikrine ulaşmak mümkün. Antropolojiyi ilgilendiren kısım ise tüm bu unsurlar arasındaki entegrasyonun nasıl olduğu ve anlaşılmasının en basit biçimde ortaya çıkarılmasıdır.
İsmet Tunç
17.03.2011
Son Güncelleme Tarihi: 24 Mart 2011 17:22