Özgürlükçü sol için 70'leri de konuşalım - Gürbüz Özaltınlı

06 Haziran 2008 07:28 / 1809 kez okundu!

 

Rasim Ozan Kütahyalı’nın Taraf gazetesinin sayfalarında açtığı tartışmanın ilgi çekici olduğunu kabul etmek gerekir. 68 hareketinin ulusalcılığın bir versiyonu olarak vücut bulduğu, bu topraklarda evrensel, humaniter, demokratik değerlerin değil, ot

Bugün özgürlükçü sol bir kimliği temsil etmeye yönelen çevrelerin, bu konumu 60’lı 70’li yılların sol kabul edilen zihniyetiyle hesaplaşarak elde ettiğini biliyoruz. Bu kesim, otantik Türk Solu temsilcilerince “liboş”, “dönek” ilan edilerek, hakarete maruz kalarak kendini yeniden oluşturdu. Yani, bugün özgürlükçü, evrensel demokratik değerleri, evrensel hukuku, insan haklarını merkeze yerleştirerek siyaset konuşan bir sol çizgi belirmişse, bu, 60’lı yılların doğal bir uzantısı, mirası içinden değil, onun inkârı, reddi üzerinden var oldu.



Sol mirasın, özgürlükçü demokratik siyaset felsefesiyle olan bu doku uyuşmazlığı meselesi gerçekten kafa yormaya değer. Kütahyalı, devletçi ulusalcı ideolojinin etkisine işaret ediyor ve bence üzerinde soğukkanlılıkla durulmayı hak eden bir açılım yapıyor. Başka etkilerin de tartışmaya sunulması yararlı olacaktır.



Ben,12 Mart deneyimi ile ağır darbe yemiş olan sol cuntacılığın yerini, daha sivil, yüzünü daha fazla topluma dönmüş bir sol radikalizme bıraktığı 70’li yılların deneyimini konuşmak istiyorum. Hemen denebilir ki, evet cuntacılık hayalleri travmatik biçimde yıkılmıştı, evet 70’lerde sol yüzünü daha fazla topluma dönmüştü ama otoriter ulusalcı ideolojinin yapı taşları yerinde duruyordu, cuntacılıktan kopuş üçüncü dünyalı bir ulusalcılığın terki anlamına gelmez. Bu söylenebilir ve tartışmaya değer. Ama, Türk Solu içinde başka bir damar daha vardı ve uzun yıllardan sonra etkin biçimde sahne alıyordu. Bu damar, bir dönem TİP içinde var olmuş ve 60’ların sonunda bir yandan (Kütahyalı’nın ulusalcı olarak nitelediği) MDD hareketi ile, diğer yandan kendi içinde hesaplaşarak ayrışan bir kadrodan, yurt dışı merkezli TKP’ye kadar uzanan bir yelpazeyi kapsıyordu. TİP, TSİP, TKP ve bu yapılardan zaman içinde türeyen gruplarla tanımlayabileceğimiz bu akımı ulusalcılığın bir versiyonu olarak nitelemek sanırım mümkün değildir. Bilindiği gibi bu damarın temel özelliği, kendisini, dünya sosyalist sistemi olarak nitelenen yapının bir parçası saymasıdır. Burada ilginç olan şudur: Bu damardan da bugüne, “özgürlükçü sol” anlamında bir miras uzanmamıştır. Burada elbette kurumsal bir süreklilikten, ideolojik bir istikrardan söz ediyorum. Sovyet modeli totaliter yapının ideal sosyalizm olarak kabul edildiği ideolojik çerçeveden bu güne özgürlükçü bir miras kalmamış olmasının neresinin ilginç olduğu sorulabilir.




Reel sosyalizmin ideolojik hegemonyası




Gerçekten, burada 1917 sürecinin biçim verdiği ağır totaliter resmî ideolojinin kesin hâkimiyeti söz konusudur. Marksizm aşırı kabalaştırılmış, her türlü çoğulculuğu boğan çok güçlü bir bürokratik iktidarı meşrulaştırmanın aracı olarak yeniden üretilmiştir. Keskin bir rekabete girilen Batı dünyasında iktisadi kalkınma ve sert mücadeleler zemininde oluşmuş evrensel haklar, temel özgürlükler “burjuva demokrasisi” olarak küçümsenmiş, hatta işçi sınıfının iktidarını temsil ettiği varsayılan “proleter” devletini zayıflatacak kurumlar olarak nitelendirilmiştir. Ekonomi, sendikalar, basın, sanat, kısacası hayatın her alanı güçlü merkezî devletin kontrolü içine çekilmiş, her türlü farklı görüş, alternatif yapılaşma hukuk tanımaz bir şiddetle ezilmiştir. Bu totaliter modeli, proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının sömürüden kurtuluşu olarak yücelten ideoloji, yukarıda andığım damar tarafından aynen transfer edilmiştir. Bu ideolojik kurgu içinde toplum (başta işçi sınıfı) öncü parti tarafından bilinçlendirilmesi gereken potansiyel bir güçtür. Mülkiyetsiz sınıfların günlük talepleri kendi başına, kendi içinde, siyasetin temel konusu değildir. Bu talepler, sistem içi kabul edilmekle, ancak “nihai hedefin” zorunluluğuna ilişkin farkındalık yaratıcı, yıkıcı moment için güç biriktirici işlevsel role itilir. Sınıf, bu gündelik talepleri içinde “kendiliğinden sınıf” olarak isimlendirilir ve onun sistem içinde kalan gündelik taleplerinden, sistemi bütünüyle yıkma gereğini fark ettiği “kendisi için” sınıf konumuna yükseltilmesi temel amaç olarak alınır. İşte partinin ve siyasetin temel işlevi bu bilinci aktarmaktır. Hatta denebilir ki bu nokta, Sosyal Demokrat Partilerle Komünist Partileri sert biçimde ayıran kuramsal tartışmada, merkezî değer taşır. Esas olan burjuva devletini tasfiye etmek, işçi sınıfının diktatörlüğünü kurmaktır. Proletarya diktatörlüğünün ise bu işlevsel hak ve özgürlüklerin hiç birisini içermediğini, benimsenen Sovyet modelinden biliyoruz. Kısacası bu hak ve özgürlüklerin nihai hedefe götüren yol araçları olma işlevi tamamlandığında tasfiye edilmesinin caiz, hatta tarihsel olarak zorunlu olduğu kabul edilir.



Şöyle özetlersek yanlış yapmayız herhalde: Bu ideolojiye göre sınıflar ve sömürü vardır. Temel mesele budur. Üretim araçları özel ellerden alınınca sömürü sona erecek tarih ilerleyecektir. Kalan her şey bu tarihsel zorunlu amaca göre değer kazanır. Devlet, iktidar, özgürlükler, parlamento, sendikalar, sanat, basın, hukuk ve her şey sınıfsaldır, sınıf savaşı dışında hiçbir anlam ve değer taşımazlar, hatta bireyler bile... Sınıf savaşına hizmet edeni kullanır tutarız, zarar vereni yıkarız. Yoksa, aynı şeyi karşı sınıf yapar. Sınıf savaşının doğası budur. Eğer bugün burjuva demokrasisi diye bir yapı varsa bu sınıfların güç dengesinin ürünüdür. Hiçbir sınıfın diğerini tamamen tahakkümü altına alamamasının bir modelidir. Geçicidir, hatta tarihe zaman kaybettirmektedir, sömürüyü gizlemekte, işçileri sistemin yedeğine çekmektedir.



12 Eylül, “burjuva demokrasisini” tasfiye ederken




Biz, 70’li yıllarda TKP ile TİP’in arasında yürüyen Ulusal Demokratik Devrim mi, Sosyalist devrim mi tartışmasını çok önemli bir siyasal ayrım zannediyorduk. Bugünün gözüyle bakıldığında ne kadar gülünç geliyor. Yukarıda özetlemeye çalıştığım temel ideolojik çerçevedeki birebir benzerlik ortada dururken devrimin UDD mi Sosyalist mi olacağı tartışmasının ne kadar yapay olduğu gözükmüyor mu? Nitekim, emekçilerin gündelik spontane taleplerini, temel hak ve özgürlükleri, UDD ya da Sosyalist Devrim yolunda işlevsel gören bu siyaset aktörleri, aralarındaki sert rekabete rağmen can alıcı konularda aynı siyasal hatalara düşmüşlerdir. Yakın tarihin tanıdığı en acımasız askerî darbelerden olan 12 Eylül’ün gelişinde aynı hipermetropiyi paylaşmışlardır. O küçümsenen “burjuva parlamentosunu”, “işçi sınıfı düşmanı MC hükümetini” bütün kısıtlı hak ve özgürlüklerle birlikte bir çırpıda dümdüz eden darbe ülkenin başına indiğinde, hiçbir sol grubun parlamentoyu darbe tehlikesine karşı savunan bir politikası yoktu. Kimse, revizyonist, reformist, “sistem içi” olacak kadar devrimciliğini sorgulamıyordu. Şu çarpıcı örneği vermek isterim, sonra üzerine düşünelim: TİP bugün de bu aidiyeti manen taşıyan kadroları tarafından haklı olarak değerli bulunan bir siyasal tespit yapmıştı. Boran’ın ağzından ülkede ikili bir iktidar odağı oluştuğunu ve faşizmin her zamankinden daha yakın bir tehlike arz ettiğini deklare etmişti. Bu tespit açıkça doğruydu. Peki, bu tespitin doğal devamının (bu ikili odaktan) parlamentoyu koruma siyaseti olması gerekmez miydi? Oysa, aynı Boran, 1979 yılında yapılan kısmi seçimlerde kendisine televizyonlarda ayrılan (yanlış hatırlamıyorsam) 20 dakikalık propaganda konuşmasının temel vurgusunu Türkiye’nin gerçek komünist partisinin (TKP değil) TİP olduğunu açıklamaya ayırmıştı. İkili iktidar ve faşizmin yakın tehlike olduğu tespitini yapan bir partinin liderinin merkeze koyduğu temaya bakar mısınız? Peki TKP bu sırada ne yapıyordu? O da tamamı kendi etkinliği altında bulunan “sivil toplum” kuruluşlarının Ulusal Demokratik Cephe’ye her gün artan sayıda katıldığını duyurmakla meşguldü.

Bu ağır hipermetropiyi, evrensel değerleri “burjuva demokrasisi” olarak küçümseyen, “sistem içi”ni araçsallaştıran, devrime odaklı ideolojiden ve buna bağlı kör siyasi rekabetten bağımsız düşünebilir misiniz? Kimileri bu düşüncelere gerçekçiliğin soğuk sesiyle cevap vermeye kalkabilir. Darbe öncesi tırmanan örtülü iç savaşa, hükümetin bir kanadının boğazına kadar destabilizasyon stratejisine destek batağına girdiğine, o koşullarda darbeye karşı parlamentoyu savunma esaslı bir siyaset üretmenin gerçekçi zemininin olmadığını iddia edebilir. Hayır, bu savunma refleksif bir savunma olur. Siz, bunun önemine inanırsanız buna uygun konuşursunuz, bütün demeçleriniz dikkat çekmeleriniz, girişimleriniz buna odaklı olur. Başarılı olur musunuz? Büyük ihtimalle hayır. Gerçekçi midir? Hayır. Ama, buradaki doğru soru şudur: Biz bunu gerçekçi bulmadığımız için mi yapmadık? Hayır. İdeolojimiz buna elvermediği için yapmadık. Bu o kadar açık ki bunun gerçek olduğunu şu basit soru ortaya koymaya yetiyor: Peki, parlamentoyu korumayı gerçekçi bulmadık da sosyalist ya da demokratik devrimi mi daha gerçekçi bulduk?



O yıllarda gerçekler değil ideolojiler üzerinden yürüyordu tüm sol siyaset. Bu ideolojiler de yukarıda açıklamaya çalıştığım özellikleriyle bu günlere özgürlükçü bir miras aktarmaya elverişli değildi.



Özgürlükçü TİP Anadolu’ya fazla mı geldi?



Ben bu yazıda, yukarıda açıklamaya çalıştığım ideolojik iklimin Türk solunda neden egemen olduğuna dair düşüncelerimi de aktarmak niyetindeydim. Çünkü, bu topraklarda gerek ulusalcı etkilerle gerekse soğuk savaşın şekillendiriciliği ile hep otoriter radikal bir sol vücut bulurken dünyanın batı tarafında böyle olmadı. Aynı soğuk savaşın içinden daha özgürlükçü bir Marksist sol gelişebildi. Avrupa Komünizmi, Yeni Sol gibi akımlar var olabildi. Biz neden bu topraklarda bu seslere bu kadar sağır kalabildik? Bir avuç aydını yapayalnız bırakabildik?



Öyle ki, yukarıda özetle irdelemeye çalıştığım sol damar 1960’lı yılların TİP’i içinden vücut bulmuştur. TİP, 68 öncesi kimliğiyle, özgürlükçü sol değerlere çok daha yakın duran bir söyleme sahipti. Aybar çizgisi, ürettiği “güler yüzlü sosyalizm”, “ceberut devlet”, “seçimle gelip seçimle gitmek” gibi kavramlarla otoriter-totaliter ekolün tamamen dışından sesleniyordu. Önce, MDD kopuşu yaşandı. Ardından 4. Büyük Kongre’de Boran ve çevresi önderliğinde parti bolşevize edildi. Bu ikinci ayrımda Çekoslovakya olaylarındaki tutum belirgin rol oynamıştır. 2. TİP döneminde sözünü ettiğim 4. Büyük Kongre, partinin işçi sınıfı partisi kimliği kazanmasının köşe taşı olarak sunulmuş, yüceltilmiştir. O kongre, partiden Aybar çizgisinin tasfiye edilmesi ve yukarıda özetlediğim ideolojik rotaya oturtulması operasyonudur. Böylelikle, Türkiye’nin ilk toplumda yankı bulan sol siyaseti, özgürlükçü-demokratik zeminini kaybetmiş, yerini bu günlere kadar uzanan ulusalcı, totaliter ekollere bırakmıştır. Özgürlük söylemiyle başlayan bu serüven nasıl kısa zamanda dönüşüme uğramıştır? Bunu yalnızca soğuk savaş iklimine, Kemalist ideolojik hegemonyaya bağlayabilir miyiz? Üzerinde durulmaya değer sosyolojik kültürel etkenler nelerdir?



Bunları konuşabilmek herhalde çok önemli. Bu yazı buralara uzanamadı. Yalnızca, ulusalcı sol versiyonun dışında yorumlanabilecek sosyalist damarın da özgürlükçü bir kumaştan uzakta kaldığını ileri süren, tartışan bir yazı oldu. Ama, bu durumun nedenlerini de konuşabilmek için sanırım önce varlığını kabul etmek, özel tarihimizle yüzleşebilmek önemli.

Gürbüz Özaltınlı

* Avukat, Ankara Barosu Felsefe Kulübü Başkanı / ozaltinli@gmail.com



özgün yazı için: http://ufalt.com/?lmhtm

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.